Elektrikler kesilmişti. Tek başına yaşadığı evin salonundan deniz
manzarasını izlerken birdenbire morali bozulmuş, şehrin altyapı sistemine
küfrediyordu. Telefonun ışığıyla odasına geçip bir mumla kibrit aldı. Mum
ışığında bu şehri seyretmek daha bir keyifli olacaktı. Mumu yaktı ve
aklına şu dizeler geldi:
"Başımla gönlümü edemedim eş;
Biri yüz yaşında, biri yirmi beş."
Bu dizeleri içinden tekrar ederken bir sigara yakmanın ruhuna iyi
geleceğini düşündü. Fakat paket taşıma alışkanlığı yoktu. Ayda yılda bir
canı çok sıkkın olduğunda, iki kelam edecek birini aradığında sarılırdı
bu illete...
Karşısındaki eşsiz manzarayı terk edip sigara almaya çıkmak hiç de akıl
kârı değildi. Vazgeçti sigaradan. Dokunaklı bir şarkı açtı tabletindeki
Youtube'dan. Manzaranın ve şarkının mükemmelliği ruhunun ahenkle dans
etmesini sağlıyordu. Uzun zamandır Oğuz Atay'ın bahsettiği kalabalıkların
içinde yalnızlığı yaşıyordu Çınar. Başı yirmi beş kalbiyse yüz yaşındaydı
adeta.
Çocukluğundan bugüne kadar şahit olduğu ülkenin sanat, spor, siyaset,
kültür, edebiyat, aşk, kadın, aile, ekonomi vs. tüm değerleri bir film
şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyordu.
Annesi koymuştu adını. Oğlu tıpkı bir çınar ağacı gibi heybetli olsun
istiyordu. Her zorluğa tek başına göğüs gerebilsin, herkes onun
gölgesinden faydalansın, herkesi şefkatli dallarıyla kapıp kucaklasın
diye bu adı seçmişti.
Tüm bunları düşünürken uykuya dalmıştı küçük koltuğunda ve şimdi manzara
onu seyrediyordu. Belki de seyretmiyor adeta acıyordu ona. Çınar
uyandığında ise tamamen bambaşka bir ülkedeydi. Peki neresiydi bu ülke?
Kendisi biliyor muydu bu enteresan diyarı, daha önce başka bir ülkeye
gitmiş miydi? Nereden çıktı şimdi yaban eller? Uyum sağlayabilecek miydi
bu yeni mecraya?
Ege'nin küçük bir dağ köyünde, doğayla iç içe bir coğrafyada, gariban bir
Anadolu ailesinin en küçük çocuğu olarak dünyaya gelmişti Çınar. Babası
sabana öküz koşan, feleğin çemberinden defalarca geçmiş tipik bir Anadolu
köylüsüydü. Dağ köyündeki küçük evlerinin bulunduğu arazide ekmeğini
taştan çıkarmayı başarmıştı. Tarlasını ekmiş, sebzesini-meyvesini
yetiştirmiş, bağını-bahçesini büyütmüş, hayvanlarıyla hayatın acımasız
gerçeklerini öğrenmişti. Büyük oğlu Cemal doğduğunda dünyalar onun
olmuştu deyim yerindeyse. Ona hem babalık yapmak hem de onun en yakın
arkadaşı olup hayatın her türlü keşmekeşini bizzat kendisi öğretmek
istiyordu Cemal'e. Büyüdüğünde de artık işleri daha kolay olacak, yükü
hafifleyecekti.
Daha bu düşüncelere alışamadan iki sene sonra dünyalar tatlısı kızı
Mercan dünyaya gelmişti. Hayat şimdi daha anlamlıydı. Gözünün nuru,
gönlünün süruru oldu Mercan ama onun doğumuna daha çok karısı adına
sevinmişti. Yıllardır çalışmaktan elleri nasır bağlayan Selma Hatun
hayatını kızına adarken bir taraftan da gün yüzü görmeye başlayacaktı.
Her şey çocukları içindi. Ama artık kendisinin de karısının da güzel
günler görmeye hakkı olduğunu düşünüyordu ve şimdi de Çınar dünyaya
gelmişti. Onun da ablası Mercan'la arasında iki yaş vardı. Sevgiyle,
barışla, paylaşmanın verdiği huzurla gelmişti Çınar. Hayatın her
merhalesini, her zorluğunu, her güzelliğini akıllara gelebilecek tüm
olumlu ve olumsuz durumları, Çınar'la birlikte sorgulamaya başlayacaktı
Feyyaz Bey.
İşte bu maddi ve manevi düşünceler çıkmazında dünyaya gelmişti minik
Çınar. Bu veçhile olsa gerek hayatı boyunca koca bir çınar olana kadar
sürekli bir sorgulama, sürekli bir isyan, sürekli bir başkaldırı hakim
olacaktı yaşamına. Doğduğu andan itibaren başlayan bu beyin fırtınaları;
şahit olduğu her haksızlıkta, her sevgisizlikte, her acımasızlıkta, her
duygusuzlukta onu hep içine çekip buhranlara sürükleyecekti. Çünkü kainat
adaletsiz, birbirine nefretle bakan, vicdan muhasebesini kaybetmiş
milyonlarca duygu yoksunu beşerle dolup taşıyordu.
Tüm bunları elinin tersiyle itti Çınar. Hayatın karmakarışık çıkmazları
içinde her şeyi ve herkesi oluruna bırakıp kendi hâlinde toprağın
derinliklerine doğru kök salmaya devam etti. Devam etti etmesine ama
artık kökleri toprağa tutunurken sancıyordu. Bir sabah uyandığında
köklerinden bir tanesinin kopmuş olduğunu fark etti. İşte o an tüm
hayalleri suya düşmüştü. Yatağından doğruldu ve kalan diğer köklerini tek
tek kendi eliyle sökmeye başladı. Bir devri sonlandırıyordu ve bu devrin
kapanışına bizzat kendisi şahit olmak istedi. Tıpkı Beşir Fuat gibi...