şiirde bir yerleşik
yabancı :
belki nilgün marmara
falezlerden sonsuza… yavuz ile ecem'in hatırasına…
albatroslara, 128lere, zeldalara, saçma lamalara, peterpan’ın
annesine, durgun hayat kadınlarına, yerleşik yabancılara;
şimdi ben dünkü gibi değilim. bu mektupta söz ne benim, ne senin. bu
mektuptaki sözler, herhanginin diliyle dile gelenler, çünkü hayatın
bir tek nefesi, hakikatin de bir tek ismi yok; varlık da yokluk da
değişikliğiyle güzel.
sana symrna yokuşlarının birindeki bir evin kış bahçesinden
yazıyorum. gecede dolunay var. kedi gotik’in üç yavrusu oldu. saatler
anlamsız bir ağırlıkla geçiyor, isimler de… hangisi bizi iyi eder
bilmiyorum. bütün isimler yaşamaya yabancı, yaşatılmaya geç. bu
nedenle sana hangisi hitabım olur karar veremedim.
bir hakikatle hemhal olmanın yolu bir isimle sınırlıysa ismin de
sınırın da hakikatten şikayeti var. isim bulandırıyor, boğuyor
insanı, isimlerden ölüyoruz. ismin yoksa yoksun, yokum. hikayem
ismimden, hikayen isminden… belki de hakikat ismimizi kendimize
tekrarlarken anlamsızlığa çarptığımız andır. bir oyun gibi. ben sık
sık oynarım bu oyunu: ayşen! ayşen!... sonunda anlamsız bir ben. sen
de oynar mıydın? nilgün! nilgün!... kontrol edilir gibi görünen, ama
kontrol edilemeyen; izlenilir zannedilen, ama izlenemeyen…
kabuksuz bir salyangozun izinde aksayan adımlar mı demeliyim,
çığlıklar mı bu anlamsız susku labirentine?! kendimizden çıkamayan
kobaylarız biz. bir ismin yanında köle, köle yanımızda bir hikaye. nâmevcuddamevcud, mevcuddanâmevcud.
sana bir nil yeterdi aslında. tersine akan bir nehir, hem ankh, hem
maviyle yarışmak, yarışırken bir bedenle cebelleşmek için.
nil’ in mutlağı deniz’e varıncaya kadarmış. inanma. bütün gök
cisimleri her gün okeanos’un sularından doğup yine onun sularından
batıyor. okeanos’un yılanları da öyle şairlerin uydurduğu gibi zehir
falan saçmıyor, dillerinden damlayan tanrısal nehirler yalnızca.
nehirler kendi derinliklerinde boğulurken çöl de kendi kumunda
kavruluyor, kendi çölünü geçen, derin sulara kavuşuyor.
herkes evinin önündeki çölü mü süpürmeli? boşluk genleşsin, ruh
kanatlansın diye mi? saatler içinde başka saatleri bekleyen, vasat
anlara sıkışıp kalmış bizler için kirlerimiz, kokuşmuşluklarımız,
çürümüşlüklerimiz… değil mi bizi kendimiz yapan, kayıplarımız değil
mi benliğimize sahip olmamızı sağlayan? çöl kalsın! çöl kalsın, nil!... nil,
kalsın!...
sevgili albatros,
kendi mutlağımızdan nasıl kurtulmalı? güdülerimizden, isimlerimizden,
önümüze geleni kabul etmemize neden olandan… nasıl?
amaçsız ve arzusuz anın peşindeyim. hiçliğin coğrafyasının,
bilinmeyen denizlerin, sakin, bilgiden arınmış okyanusların…
adasızlığın da peşindeyim. isimlere zincirlendiğimiz bu kayada
biliyor musun artık, gözyaşlarımız da taşlaştı, çığlıklarımız,
haykırışlarımız, hıçkırıklarımız taşlaştırıldı, senin kanatların da…
taşlaşmış kanatların ağırlığından kurtulmak ister misin 128?
sevgili 128,
her şeyi kendinden çıkarınca sonuç sıfır. bir aralar sıfır üzerine
epey kafa yormuştum. arapça kökenli bu sayının fransızcada karşılığı
chiffer, italyancada ciffra, şifre sözcüğü de buralardan…
insanları tanımlamak için toplama kamplarında, okullarda,
hapishanelerde, hastanelerde verilen sayılar… bir de kimliğimizi
tanımlayan şu on bir rakam… geçelim. bizi tanımlamıyorlar 128! bizi
tanımlarken sıfırlıyorlar. 128 diyerek, 1682 diyerek, 36, 5 diyerek
bizi sıfırlıyorlar. ah bilim! “bilim ağacı yaşam ağacı değildir.”
demiş nerval. belki de sayıları potansiyel mezarlar olarak düşünmem
bundan. gel de rakamlardan kaçma, gel de matematiği sev. malthus
kapanı. ne art, ne eksil. numarası olan her yer bir ölüm okulu. okul
demişken oğuz atay’ da geçer ya “ağaçları kesip kağıt yapan, sonra da
o kağıtlara ağaçları koruyunuz” yazdırılan yer. üstelik kendi
hayatının acemisi ne çok öğretmen de vardır burada, çağın
efendilerine kendini kurban etmiş. devlet dersinde asılıp
öldürülmektense belki bir teneffüs daha yaşamak için devlet dersini
asmak da var...
hazır söz buraya gelmişken sadece devletin değil, edebiyatın
devletlilerinin ve tabiatın yanlış sorusunun kurbanı olan “ meçhul
öğrenci anıtı” ve ithafı üzerine de yazmak isterim sana haberin
yoktur diye. “her yakın zulmün küçük hisseli ortağı” okurun yanında
edebiyat erkleri de mi bu şiirin imge evrenine – aurasına bu kadar
uzak? uzak ki gönüllü ve dizginsiz doğaları sayesinde her
dengesizliği hünermiş gibi sunuyorlar ve 1970’ lerde yazılan şiir
birden bire 1987’ ye monte edilebiliyor, “hepiniz mezarısınız
kendinizin” * sözüne yaptıkları gibi.
daha fazla sıfırlanmadan kurtulalım mı 128’ den zelda? nasılsa başka
bir ölüm okulunda bir umutsuzlar merdiveni buluruz kendimize.
sevgili zelda,
biz hayatı nezaketen kabul edenlerdeniz, ayıp olmasın diye. yaşamak
bizim için uyutucu bir masalı dinlemek gibi. nefes almak ritimsiz bir
beden, tesellisiz nabzın yankısı sonsuzluk.
hastalıklı periler, kederimize gücü azalttı sadece, onu ortadan
kaldırmadı.
şizofren olduğumuzu söylüyorlar bıkmadan usanmadan, oysa, eksik bir
cümlenin arafında yaygaranın tene değdiği yerdeki acıya sürçüyoruz.
ruhumuz bir heyelan, ama ne diye kurtarmalı?
eyvah dediğimiz bir manolya kokusu neler yapmıyor ki bize? buyurmayı
sürdürüyor zuhur,
ama suskun yara koleksiyonu geçmiş oluşturamaz, yürek uzaklığı ise
hiçbir şey…
o, bir başkasıysa zeldalıktan kurtulmak istemez misin saçma lama?
sevgili saçma lama,
her şeyin lisanı kendi hali kadar mı? ne dersek diyelim. o,
suskunluğunu seviyor, hemdert dilin çürük imkanında çığlıklar
istiflemeyi de… sustukça arsız bir tanığa dönüşeceğini, kendi
itirafını kendine yük gören bu hamallığın kıymetsiz tarihin cilasına
bir tamah masalı olduğunu biliyor. bir şey olmayan “bir şey”…
anlamsız olamayan “anlamsız” kendimi tükürdüğüm nesnede ısrar eden
“ben”, var olamayışın iğrençliğindendir.
o, öyle diyor da ben sormadan edemeyeceğim (bayıldım bu
yakıştırmaya): sahi sen hangi lamasın? gerçekten saçma bir lama mı
yoksa dalai lama mı? neyse, hangisi olursan ol. olmak, şu anla
ilgili. hani hiçbir şeyin yapılamadığı iki gün dün ve yarındır ya,
insanlık hakkında en şaşırtan şey sonuçta yine insandır.
isimlerinin önüne koydukları, ısrarla kondurdukları cafcaflı,
yaldızlı sıfatlarla çoğalıp her yere kendilerini çağırtıp koşanların
yanında bir de lamalar ve bir lamanın tükürüğü: “daktiloya çekilmiş
şiirler”
hangisi hangisinde boğulacak? sorup duruyor lamalar. ha bi de bi şey
öğrendim: lamalar başlarını birbirlerine yaslayarak uyurlarmış, bir
yıldırım düşse hepsi domino taşları gibi… dikkatli öl kardeşim ya da
saçma lamalıktan kurtulmak ister miydin, peterpan’ın annesi?
peterpan’ın sevgili annesi,
hayatı, hiç var olmayan bir ülkeyi aramakla geçen bir çocuğun var
anlaşılan ve sen hep büyümeyi seçen. nerden aklıma geldiyse sylvia,
annesini “cadı” diye nitelendirmiş bir notunda, annesinin onu
kendisinin bir uzantısı olarak gördüğünden de yakınmış. “annem
öldüğünde ne hissedeceğim? onun ölmesini istiyorum ki ne olduğumdan
emin olabileyim” demiş. tam burada ece ayhan’a da selamla: “ ne
babaların babalıktan çekildiği görülmüştür ne annelerin annelikten”
bütün bunlar birinin sevgisini kazanmanın onun onayını da kazanmakla
eş tutulduğunun düşünceleri. oysa karşılık beklemeden sevmek nefreti
de onaylanmama korkusunu da ortadan kaldırır. nazım’ın da dediği “sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı” bundan
başka bir şey değil elbet, ama aramızda kalsın evin duvarlarına
“annem beni sevmiyor” yazdığımın üzerinden yıllar geçmiş. eee ne
yapsaydım, belki ben de peterpan olmak istiyordum da annem izin
vermiyordu. ne güzel sen peterpan’ın annesi olmuşsun. yoksaa hiç
büyümeyen bir erkek mi vardı dünyanda? tamam sustum.
sustum da seni bir konuda eleştirmeden de duramayacağım: hani
mektuplarında, hani çölde olduğun zamanlar o coğrafyanın kadınlarını,
çocuklarını tanıtmak için kullandığın sıfatlar var ya… işte onlardan
çok da hoşlanmadım, sanki onları biraz ötekileştirmişsin gibi geldi
bana. sonuçta doğduğu, yaşadığı coğrafya ne bir ödül, ne bir ceza, ne
keder, ne de kaderdir insana, canlara, canlılara. sonuçta, peterpan
ülkesine gidilirken kan denizlerini, irin çukurlarını, infaz
alanlarını, çöplükleri geçmek de var.
ve bizim coğrafyamızda direnişe, savaşa, kimsesizliğe, açlığa,
yoksulluğa doğan çocuklar var. ırzına geçilen, oyun oynayamayan,
oyuncaksız büyüyen çocuklar var. çocuklara oyuncak götürürken
öldürülen çocuklar var. mülteci çocuklar var. çocuk gelinler var ve
bütün bu çocukların anneleri var… bir de kayıp çocuklarını arayanlar
hâlâ…
şimdi var mısın tüm sınırları silip kaldırmak için peterpan’ın
annesinden de kurtulmaya, durgun hayat kadını?
sevgili durgun hayat kadını,
dans et!...dans et, kendi ağunda! civa ruhların sığlığında debelenen
büyük köle balıklarına karşı… ve…
“gül, ey saf çelişki, nice göz kapağının altında hiç kimsenin uykusu
olamamanın sevinci” **
çünkü dahası var… bu hayatta kendiliksiz ilkel dürtülerin stereofonik
konçertosu içinde telifi aşk enstrümanına tıkılmış kültürün jelatini
olmaktan başka işe yaramayan tutku tezgahları, arzu panayırları,
bilmece – bulmaca dil üstünde kaydırmaca vitrinlerinin floresan
ayartmaları karşısında fazla hayal kurmaya gerek yok.
ağır değil mi içinde aynı kuru yaprağı biriktiren bir beden olmak.
sınırlarını zorladığın ücrayı mekan saydırması deneyimleyemediğin
mesafelerin, dile gelmeyen arzuların?...
sahi, sustuklarımız silinse ne kalır bizden geriye?
ah! ne de güzel kanıyoruz, kanatılıyoruz. tenin koşullarından
bihaber, ama hep aynı neşterde…sonra kendi kendine dikmeye çalışmak
patlayan dikişlerini ariadne’ nin ipliğiyle. belirsizliğin,
kimliksizliğin labirent yarasına pansuman. susuyoruz, çünkü sen de
biliyorsun hiçbir şey kurtarmıyor gecikmişliği belkilerle, keşkelerle…
öldürülmüyoruz, hallerimiz imha ediliyor ve inançlar kendi gözünde
temize çıkarıyor katilleri. bu topraklarda her ay en az 50 kadın
cinayete kurban.
“sevişmesi zor, ama birbirini öldürebilmesi kolay insanların
kanıksanmış gerilimini olağanlaştıran kolektif zaaflar üzerine kafa
yormayan hukuk sisteminin güvencesindeki ahlaktır.” *** diyor bir
yazar kadın. haklı, ama kanıksadığımız bir şey daha var: unutmak.
sonra bu cinayetler pornografiye dönüşerek ilerliyor. hatta bu
pornografiyi en çok yazan – çizenlerin yapması da ayrı bir
pornografi. anlayacağın “ölüm” yalnızca bir sözcük artık yazarın da
şairin de lûgatında… tabutun başında poz verenler mi ararsın, benim
yazdıklarım okunsaydı adamlar katil olmazdı, diyen mi... ve tık yok
halleri mi?… bol alkış var sadece… kiminin katile, kiminin maktule…
sonsuz bir alkış tufanı…
ne dersin, hazır tufan başlamışken durgun hayat kadınlığından çıkalım
mı yerleşik yabancılığa?
sevgili yerleşik yabancı,
yerleşik yabancıydın bir kızıltoprakta, bir çölün ortasında, bir kum
fırtınasında kendi hakikatine yaklaşan ökseli bir kuş.
yerleşik yabancıydı bir yangının ortasında kanatlarından çarmıha
gerildiği yerde şiirlerin.
iki mevsim, iki nehir, biri kızıl, biri mavi; ama ikisi de ters. neye
göre, kime göre ters?
ters diyenin bakışları ters. kum fırtınasından da kurum yağmurundan
da nehir yönünden çıkılabilir. bütün nehirlerin aşkı denizedir.
tersini söyleyene de aşk olsun.
kül ile çöl: kurum ile kum
karşılaştılar dolanıp tüm arka bahçelerini dünyanın
susturup yaralarını
“yangınlardan geliyorum, dedi adam/ yangınlara gitti yanık
depremlerden geliyorum, dedi kadın/ depremlere gitti yıkık” ****
belki de hiç karşılaşmadılar. hem yerleşik bir yabancı nasıl
dolaşabilirdi tüm arka bahçelerini dünyanın?
ya da