nasıl bir okursun? kendine hiç sordun mu bu soruyu? okuduğunu bitirip
yenisine başlayanlardan mısın yoksa okuduğunu bitirip okuduklarına
yeniden dönenlerden misin? okuduğun kitapsan sonra eline uzun zaman kitap
almayanlardan mısın?
sokrates gibi okur musun?
sofistler gibi bir okur musun?
bir kitabı eline aldığında neler hisseder ve neler düşünürsün? okuduğun
kitabı parçanmış gibi görür müsün? ve kitabını okudukça kitabın kendisi
haline dönüşebiliyor musun? senin bilmem hangi sessizliğini bozarak ya da
sessizliğine nasıl derin çukurlar açtığını biliyor musun? yazar gibi
misin; kendini okuyacak kişiler aramayan…
yeniden ve yeniden okumalara inanır mısın? her okuduğunda kendinde neyi
fazla bulur atar ya da neleri az bulur daha çoğuna yönelirsin? kendini
bildiğin bir ortamdan asla bilemeyeceğin bir dünyaya açılmandan korkmuyor
musun? okurken yaşadığın şaşkınlıkları anımsıyor musun? ayak basılmayan
bir alanda göz ve anlam yordamlarıyla ilerleyişin heyecanını
hissedebildin mi? hayatının değişen yenilikleri karşısında kitabını
özümsemek için yazarıyla nasıl bir ilişki kurarsın? okuduklarının sana
çizdiği sınırların karşısında nasıl tepkiler verdin?
2.
kitapları birer satranç tahtası/oyunu gibi düşünürüm. satrançta ilk hamle
ne ise kitabın sayfasına dokunmak ve açmakta aynıdır. ilk hamleniz oyuna
giriştir. ilk sayfanız gibi. ilk sayfalar genellikle okuyucunun kitaptaki
yerini alması için hazırlıktır. yerinizi iyi bulmanız ve o bulduğunuz
yeri kitap sonuna kadar korumanız önemli. satrançtaki ilk hamleden
itibaren her iki tarafta savaşta hakim olacağı yeri ele geçirmektir.
ardından şahını koruyabileceği tüm tedbirleri alır. ya bir kuşatmadasınız
ya da kuşatıldığınız alandan çıkış arıyorsunuz. sonuçta ikisi de aynı.
siz ya kitabı kuşatacaksınız ya da yazarını… ama buna ne zaman karar
vereceğinizi hiçbir zaman anlayamazsınız. çünkü aslında kuşatılan hep siz
oluyorsunuz. hadi bir deneyin. devam edin, sizi izliyorum: bir önceki
bölüme döner ve sizde kalanları düşünürsünüz. kalanlarınızla kaldığınız
yerden devam edersiniz okumaya. bazen kaşlarınız çakışır, bazen yüzünüzde
(yine o hep sevilen sözcük) “gülümseme”, bazen bir gözyaşı, bazen birkaç
saniye ara verip “an lamadım, ne söyledi şimdi” deyip bir düşünceye
dalarsınız. bu dalış sadece düşüncelerinizde değil duygularınıza da
dalıştır. ya yakın bir geçmişe, ya uzak ya da tarihin tam ortasına düşmüş
bir taş gibi eski çağlara dönüştür. daha önce okuduğun kitaplardan biri
ya da bir kaçı sana bir şeyler çağrıştırır. bütün bunların hepsi birkaç
saniyede gerçekleşiyor. dolaylı ya da dolaysız kurduğun bu bağlar seni
bir gerçeğe oturtuyor. kitaba yani okuduğun metinle burun buruna
geliyorsun. kendine kahve almadığını düşünürsün ama bir türlü metni de
elinden bırakamazsın. yaprakların hışırtısı kulağına geldikçe hızlanmaya
başlarsın. koşarsın. çünkü bir şeye çok yaklaşmışsın. onu bir an önce ele
geçirmek istersin. sayfaların da hızlanmaya başlar. birbirini koşarken
yakalamaya çalışan aşık gibi görünürsün. ama aranızdaki mesafe
kapanmıyor. bir türlü kapatamıyorsunuz.
zenon paradoksu…
ve o kovaladığınız sayfa sizi en son durakta bekler.
3.
ve onu birden karşınızda bulursunuz. kan ter içinde ve soluk soluğa
geldiğin an. ya gelen trene binip kalabalıklara karışacaksınız ya da
doğrulup geldiğiniz yere bakıp adımlarınızı geriye alır yolculuğunuzu
tamamlarsınız. ikisi de mümkün. peki ya üçüncüsü, dördüncüsü yok mu? ve
okur şunu da çok iyi bilir: okumak benim elimde…