Yalnızlığımın içinde yalnız olmadığımı öğrendim. Öyle fazla geliyorum ki
kendime, kendimden yoruluyorum. Kendi duvarlarımın içinde kendi
sokaklarımı şehirlerimi kurmuşum. Öyle genişlemişim ki kurduğum şehirleri
yönetemez hale gelmişim. İşte o an, korkuyorum ve kendimden kaçıyorum.
Sokak sokak, şehir şehir. Kimi cephesine hüzün indirmiş kimi neşe, çeşit
çeşit evleri geçiyorum. Bazen öyle telaşlı yürüyorum ki birilerine
çarpıyorum. Bazıları tanıdık çıkıyor. Hâl hatır sormadan özür diliyorum
ve daha sakin yürümeye gayret ediyorum. Benimki bir kaçış! Köşelerden
dönüyorum yeni yollar çıkıyor karşıma rastgele birisine giriyorum, oradan
başka birisine, kaçış bitmiyor ve ben hâlâ kendimden kaçıyorum. Bir gölge
gibi arkamda. Gece olmasını bekliyorum. Karanlık sokaklarda gölge olmaz,
kurtulurum belki diye düşünüyorum. Her girdiğim sokak, her gittiğim şehir
beni çıkmazlara sürüklüyor. Bir labirentin içinde kendimden kaçıyorum.
Sokaklardan, şehirlerden kaçmalıyım. Denizlere, okyanuslara ulaşmalıyım.
Bir liman arıyorum kendime. Karşıma çıkan sokaktan aşağıya doğru
iniyorum. Denizler sıfır noktasındadır. Ben de sıfır noktasında olmak
istiyorum. Hep aşağı doğru iniyorum. Bir sokaktan geçiyorum karanlık,
kendim beni takip etmiyor artık biraz yavaşlıyorum. Bir müzik sesi
geliyor kulağıma, sokağın aşağılarından. Merak edip adımlarımı
sıklaştırıyorum. Az ötede bir meyhane görüyorum. Müzik şimdi daha net ve
ruhumu okşuyor. Bir süre duruyor ve müziğin ruhumun derinliklerine
işlemesine izin veriyorum. Müzik bir kaçış mı?
Bir grup adam çıkıyor meyhaneden. Kulaklarına sardunya çiçeği takmış
adamlar, ağızlarında kibrit çöpü çeviriyorlar. Yumurta topuk
ayakkabılarının arkalarına basmışlar, omuzlarına attıkları ceket düşmesin
diye bir omuzlarını yukarı kaldırmış külhan halleriyle yolu geçerlerken
meyhanenin loş ışığından kadınlar sokağa fırlıyor gecenin karanlığına.
Dudaklarının arasına kırmızı gül sıkıştırmış kadınlar! Adeta flamenko
dansçısı gibiler. Meyhaneden gelen müziğin sesi sanki acının,
tükenmişliğin, sevgisizliğin, hoyratlığın çığlıkları gibi yükseliyor.
Müziğin yükselmesiyle kadınlar, eteklerini savurarak topuklarını sertçe
yere vuruyorlar. Kadınlardan biri adamlara doğru ilerliyor. Adamlar
duruyor. Kadın, sardunya çiçekli adamlardan genç olanın önünde durup,
dudaklarının arasında duran gülü adama doğru fırlatıyor. Bulunduğum
yerden romantik bir aşk kavgası diye düşünüyorum ama yanıldığımı fark
ediyorum. Genç adam kadına doğru yürüyor ve kadına vuracakmış gibi elini
havaya kaldırıp sadece
- Düşlerle besleniyorsunuz! Gerçek olan biziz, biz varsak varsınız!
diyerek küçümseyici ve alaylı bir gülüş atıyor.
Adamın alaycı ve kışkırtıcı konuşmasının ardından kadın, topuklarını yere
daha sık ve sertçe vurmaya başlıyor. Sokakta sadece kadının topuk sesi
duyuluyor. O an meyhaneden gelen müziğin kemanları bir an susuyor ve
arşeler* sardunya çiçekli adamların yüreklerine hançer gibi girip çıkmaya
başlıyor. Birden sardunya takan adamlar omuzlarındaki ceketleri geri
atarak kadınların üzerine doğru yürüyor. Gecenin karanlığında kendi
labirentimden çıkmak için girdiğim sokaklarda şimdi bir şiddet yaşanacak
sanki, bir an korkuyorum. Geri dönmek istiyorum. Düşlerle beslenen
kadınlar bir olup öyle güçlü dans etmeye başlıyorlar ki bir anda bir
çeşit savaş içerisinde olduğumu fark ediyorum. İçlerinde taşıdıkları
kadınlık gururunun öldürücü bir hâl alarak gecenin karanlığına doğru
yayıldığını görüyorum. Hemen uzaklaşmak istiyorum. Kendi savaşımı
başaramayan ben başka savaşlara tanık olmamalı. Vaz geçiyorum birden,
kaçmamalıydım, kadınların zaferine tanık olmalıydım. Şimdi topuklarını
yere vurarak dans ederken, sardunya takan adamlardan hayatlarına tepeden
bakılan, ezilen, dişiliklerinin dışında önemsizleştirilen kimliklerinin
hesabını soruyorlardı. Meyhaneden gelen müzik yeniden yükselmiş, düşlerle
beslenen kadınların dansları onların zaferle sonuçlanacak savaşı gibiydi.
Güçlü, kendinden emin sesler bir melodi gibi adamlara doğru yükseliyor,
-Düşler varsa siz varsınız,
Dokunmayın düşlerimize,
Bir addan başka neyiz ki,
Ya bir toz oluruz ya da bir gül.
Yere dökülen güller dağılıyor. Kan rengi güller bütün geceyi sarıyor,
kırmızı bir şafağa doğru gece günle birleşiyor. Müzik susmuş, sokakta
sadece sardunya takan adamların arkalarına basılmış ayakkabıları rastgele
savrulmuş duruyor. Denize doğru limanı bulmak umuduyla yürüyorum
neredeyse sabah olacak. Duvarlarında begonviller, pencerelerinde sardunya
saksıları olan evleri geçiyorum. Sardunyalara bakıyorum, “adamlar bu
evlerden mi gelmişti?” diye soruyorum kendime ve çiçekleri kopmamış hepsi
dalında, onlar başka şehirlerin adamlarıydı belki diyorum.
Aşağıya doğru inen sokak nerdeyse bitmek üzereyken gittikçe uzuyor. Bu
gariplik niye diye etrafıma bakınıyorum az ileride benim ulaşmak
istediğim denizi doldurarak oteller yapıyorlar. Ben yaklaştığımı sandıkça
deniz uzaklaşıyor. Onlar daha fazla denizi doldurmadan ulaşmalıyım
limana. Adımlarımı sıklaştırıyorum. Sardunya pencereli evlerin
kapılarından çocuklar çıkıyor. Üçerli beşerli gruplara ayrılıyorlar.
Ayaklarında çizme, üstlerinde yıpranmış tişörtleriyle onlarda sıfır
noktasına doğru gidiyorlar. Peşlerine takılıyorum. İki kedi önümden
hızlıca geçiyor. Biri diğerini kovalıyor. Tıpkı benim gibi bende kendimi
kovalıyorum ve kaçıyorum. Çocuklar sessiz, sakin yürüyorlar. İyice
yaklaşıyorum, bazı yüzler tanıdık geliyor. Şu çilli olan ne kadar da beni
sınıfta bırakan matematik öğretmenime benziyor. Aralarında konuşuyorlar,
-Bu haftayı da tamamlarsak beş yüz liramız olacak.
-O zaman pisikleti alırız değil mi? Diyor içlerinden biri. Çilli
olan cevaplıyor,
-Hayır aslanım daha iki hafta çalışmamız lazım.
-Önce ben sürcem bisikleti, diyor küçük olanı.
-Senin bacakların kısa, süremezsin. Biz büyük pisiklet alacağız,
diyor çilli.
-O zaman ben niye para veriyorum, madem pisikleti sürmeycem?
-Olur mu seni de seleye bindireceğiz hepimizle her seferinde bizden çok
binmiş olacaksın. Anladın mı? Bana göre bu ortaklıkta sen daha kârlısın.
-Aaaaa öyle mi? Yaşasın ben her seferinde pincem.
Gelecek çocuklukta şekilleniyor diyorlar, doğruymuş. Onların
kişiliklerini düşünmeyi bırakıp durumlarına üzülüyorum. Yanlarına gidip
soramıyorum; “Yok mu size bisiklet alacak anneniz, babanız? Şu saatte
sıcacık yataklarınızda olmanız gerekmiyor mu?”diye. Çocukları izlerken
yanlarına iyice yaklaşmışım sanki soramadığım soruları sormuşum gibi öyle
biraz öfke biraz sorgulamaya benzer bakışlarıyla yüzüme bakıp yollarına
devam ediyorlar. Gözlerinde uykunun hüznü var. Çocuk olmanın sevincini az
ilerdeki teknelerde duran balık ağlarına takmış, kendi sokaklarını,
şehirlerini inşa etmeye başlamışlar. Her çıkılan seferde, ağlarla
bırakmışlar çocukluklarını, özlemlerini, sevinçlerini denize.
-Büyüyünce geri alacağız mutluluğumuzu denizden!
diyor, içlerinden çilli suratlı oğlan. İçimdeki sokaklar birbirine
giriyor çıkmazlara dönüşüyor o an, cevap veremiyorum. O zaman ben denizde
ne bulacağım ki! Orada da çocuk olamamış çocukların sokakları, şehirleri
var. O an anlıyorum içimdeki şehirde yalnız olmadığımı, ne kadar
kalabalık bir şehrim varmış, ne kadar çok hikayem varmış girmediğim,
görmediğim başka başka sokaklarda ve şehirlerinde. Gün iyice ağarmıştı,
arkama bakıyorum korkmadan, kendimle yüzleşmeliyim, kaçmamalıyım. Ona
söylemeliyim; “Bu sokakları, bu şehirleri biz inşa ettik, içinden
çıkılamaz hâle biz getirdik. Korkmuyorum senden, bu çıkmazları yine biz
düzelteceğiz, Ver elini bana.”