ÖYKÜ

Şeyda Gökoğlu  







KAÇIŞ


Yalnızlığımın içinde yalnız olmadığımı öğrendim. Öyle fazla geliyorum ki kendime, kendimden yoruluyorum. Kendi duvarlarımın içinde kendi sokaklarımı şehirlerimi kurmuşum. Öyle genişlemişim ki kurduğum şehirleri yönetemez hale gelmişim. İşte o an, korkuyorum ve kendimden kaçıyorum. Sokak sokak, şehir şehir. Kimi cephesine hüzün indirmiş kimi neşe, çeşit çeşit evleri geçiyorum. Bazen öyle telaşlı yürüyorum ki birilerine çarpıyorum. Bazıları tanıdık çıkıyor. Hâl hatır sormadan özür diliyorum ve daha sakin yürümeye gayret ediyorum. Benimki bir kaçış! Köşelerden dönüyorum yeni yollar çıkıyor karşıma rastgele birisine giriyorum, oradan başka birisine, kaçış bitmiyor ve ben hâlâ kendimden kaçıyorum. Bir gölge gibi arkamda. Gece olmasını bekliyorum. Karanlık sokaklarda gölge olmaz, kurtulurum belki diye düşünüyorum. Her girdiğim sokak, her gittiğim şehir beni çıkmazlara sürüklüyor. Bir labirentin içinde kendimden kaçıyorum. Sokaklardan, şehirlerden kaçmalıyım. Denizlere, okyanuslara ulaşmalıyım. Bir liman arıyorum kendime. Karşıma çıkan sokaktan aşağıya doğru iniyorum. Denizler sıfır noktasındadır. Ben de sıfır noktasında olmak istiyorum. Hep aşağı doğru iniyorum. Bir sokaktan geçiyorum karanlık, kendim beni takip etmiyor artık biraz yavaşlıyorum. Bir müzik sesi geliyor kulağıma, sokağın aşağılarından. Merak edip adımlarımı sıklaştırıyorum. Az ötede bir meyhane görüyorum. Müzik şimdi daha net ve ruhumu okşuyor. Bir süre duruyor ve müziğin ruhumun derinliklerine işlemesine izin veriyorum. Müzik bir kaçış mı?

Bir grup adam çıkıyor meyhaneden. Kulaklarına sardunya çiçeği takmış adamlar, ağızlarında kibrit çöpü çeviriyorlar. Yumurta topuk ayakkabılarının arkalarına basmışlar, omuzlarına attıkları ceket düşmesin diye bir omuzlarını yukarı kaldırmış külhan halleriyle yolu geçerlerken meyhanenin loş ışığından kadınlar sokağa fırlıyor gecenin karanlığına. Dudaklarının arasına kırmızı gül sıkıştırmış kadınlar! Adeta flamenko dansçısı gibiler. Meyhaneden gelen müziğin sesi sanki acının, tükenmişliğin, sevgisizliğin, hoyratlığın çığlıkları gibi yükseliyor. Müziğin yükselmesiyle kadınlar, eteklerini savurarak topuklarını sertçe yere vuruyorlar. Kadınlardan biri adamlara doğru ilerliyor. Adamlar duruyor. Kadın, sardunya çiçekli adamlardan genç olanın önünde durup, dudaklarının arasında duran gülü adama doğru fırlatıyor. Bulunduğum yerden romantik bir aşk kavgası diye düşünüyorum ama yanıldığımı fark ediyorum. Genç adam kadına doğru yürüyor ve kadına vuracakmış gibi elini havaya kaldırıp sadece

- Düşlerle besleniyorsunuz! Gerçek olan biziz, biz varsak varsınız!
diyerek küçümseyici ve alaylı bir gülüş atıyor.

Adamın alaycı ve kışkırtıcı konuşmasının ardından kadın, topuklarını yere daha sık ve sertçe vurmaya başlıyor. Sokakta sadece kadının topuk sesi duyuluyor. O an meyhaneden gelen müziğin kemanları bir an susuyor ve arşeler* sardunya çiçekli adamların yüreklerine hançer gibi girip çıkmaya başlıyor. Birden sardunya takan adamlar omuzlarındaki ceketleri geri atarak kadınların üzerine doğru yürüyor. Gecenin karanlığında kendi labirentimden çıkmak için girdiğim sokaklarda şimdi bir şiddet yaşanacak sanki, bir an korkuyorum. Geri dönmek istiyorum. Düşlerle beslenen kadınlar bir olup öyle güçlü dans etmeye başlıyorlar ki bir anda bir çeşit savaş içerisinde olduğumu fark ediyorum. İçlerinde taşıdıkları kadınlık gururunun öldürücü bir hâl alarak gecenin karanlığına doğru yayıldığını görüyorum. Hemen uzaklaşmak istiyorum. Kendi savaşımı başaramayan ben başka savaşlara tanık olmamalı. Vaz geçiyorum birden, kaçmamalıydım, kadınların zaferine tanık olmalıydım. Şimdi topuklarını yere vurarak dans ederken, sardunya takan adamlardan hayatlarına tepeden bakılan, ezilen, dişiliklerinin dışında önemsizleştirilen kimliklerinin hesabını soruyorlardı. Meyhaneden gelen müzik yeniden yükselmiş, düşlerle beslenen kadınların dansları onların zaferle sonuçlanacak savaşı gibiydi. Güçlü, kendinden emin sesler bir melodi gibi adamlara doğru yükseliyor,

-Düşler varsa siz varsınız,
 Dokunmayın düşlerimize,
 Bir addan başka neyiz ki,
 Ya bir toz oluruz ya da bir gül.


Yere dökülen güller dağılıyor. Kan rengi güller bütün geceyi sarıyor, kırmızı bir şafağa doğru gece günle birleşiyor. Müzik susmuş, sokakta sadece sardunya takan adamların arkalarına basılmış ayakkabıları rastgele savrulmuş duruyor. Denize doğru limanı bulmak umuduyla yürüyorum neredeyse sabah olacak. Duvarlarında begonviller, pencerelerinde sardunya saksıları olan evleri geçiyorum. Sardunyalara bakıyorum, “adamlar bu evlerden mi gelmişti?” diye soruyorum kendime ve çiçekleri kopmamış hepsi dalında, onlar başka şehirlerin adamlarıydı belki diyorum.

Aşağıya doğru inen sokak nerdeyse bitmek üzereyken gittikçe uzuyor. Bu gariplik niye diye etrafıma bakınıyorum az ileride benim ulaşmak istediğim denizi doldurarak oteller yapıyorlar. Ben yaklaştığımı sandıkça deniz uzaklaşıyor. Onlar daha fazla denizi doldurmadan ulaşmalıyım limana. Adımlarımı sıklaştırıyorum. Sardunya pencereli evlerin kapılarından çocuklar çıkıyor. Üçerli beşerli gruplara ayrılıyorlar. Ayaklarında çizme, üstlerinde yıpranmış tişörtleriyle onlarda sıfır noktasına doğru gidiyorlar. Peşlerine takılıyorum. İki kedi önümden hızlıca geçiyor. Biri diğerini kovalıyor. Tıpkı benim gibi bende kendimi kovalıyorum ve kaçıyorum. Çocuklar sessiz, sakin yürüyorlar. İyice yaklaşıyorum, bazı yüzler tanıdık geliyor. Şu çilli olan ne kadar da beni sınıfta bırakan matematik öğretmenime benziyor. Aralarında konuşuyorlar,

-Bu haftayı da tamamlarsak beş yüz liramız olacak.

-O zaman pisikleti alırız değil mi? Diyor içlerinden biri. Çilli olan cevaplıyor,

-Hayır aslanım daha iki hafta çalışmamız lazım.

-Önce ben sürcem bisikleti, diyor küçük olanı.

-Senin bacakların kısa, süremezsin. Biz büyük pisiklet alacağız, diyor çilli.

-O zaman ben niye para veriyorum, madem pisikleti sürmeycem?

-Olur mu seni de seleye bindireceğiz hepimizle her seferinde bizden çok binmiş olacaksın. Anladın mı? Bana göre bu ortaklıkta sen daha kârlısın.

-Aaaaa öyle mi? Yaşasın ben her seferinde pincem.

Gelecek çocuklukta şekilleniyor diyorlar, doğruymuş. Onların kişiliklerini düşünmeyi bırakıp durumlarına üzülüyorum. Yanlarına gidip soramıyorum; “Yok mu size bisiklet alacak anneniz, babanız? Şu saatte sıcacık yataklarınızda olmanız gerekmiyor mu?”diye. Çocukları izlerken yanlarına iyice yaklaşmışım sanki soramadığım soruları sormuşum gibi öyle biraz öfke biraz sorgulamaya benzer bakışlarıyla yüzüme bakıp yollarına devam ediyorlar. Gözlerinde uykunun hüznü var. Çocuk olmanın sevincini az ilerdeki teknelerde duran balık ağlarına takmış, kendi sokaklarını, şehirlerini inşa etmeye başlamışlar. Her çıkılan seferde, ağlarla bırakmışlar çocukluklarını, özlemlerini, sevinçlerini denize.

-Büyüyünce geri alacağız mutluluğumuzu denizden!

diyor, içlerinden çilli suratlı oğlan. İçimdeki sokaklar birbirine giriyor çıkmazlara dönüşüyor o an, cevap veremiyorum. O zaman ben denizde ne bulacağım ki! Orada da çocuk olamamış çocukların sokakları, şehirleri var. O an anlıyorum içimdeki şehirde yalnız olmadığımı, ne kadar kalabalık bir şehrim varmış, ne kadar çok hikayem varmış girmediğim, görmediğim başka başka sokaklarda ve şehirlerinde. Gün iyice ağarmıştı, arkama bakıyorum korkmadan, kendimle yüzleşmeliyim, kaçmamalıyım. Ona söylemeliyim; “Bu sokakları, bu şehirleri biz inşa ettik, içinden çıkılamaz hâle biz getirdik. Korkmuyorum senden, bu çıkmazları yine biz düzelteceğiz, Ver elini bana.”


_____________

*Arşe: Keman yayı.



içindekiler    üst    geri    ileri   




 47