Varlığını haber veren sesiydi, kokusu ardından geldi. Neden
buradayım, diye soruyordu. Aynı anda zihnim kendi soru
bombardımanına çoktan başlamış olduğundan, şaşkınlığımı bir yana
itmek zorunda olduğumu söylüyordum kendime. Bilmiyorum, diye cevap
verdim. Sahiden de bilmiyordum; cevabım ne onu ne de zihnimi tatmin
edecekti. Tek bildiğim buydu.
Ben gibi, o da tedirginlikle içinde bulunduğumuz odayı inceliyordu.
İkimiz de şaşkındık; dünyayı geçtim, bu oda dahası bu ev kimin
tasavvuruydu? Kuşkuyla ona baktım, bizi bir anda buraya fırlatan
pekala onun zihni olabilirdi ama içten içe bu işin benimkinin
marifeti olduğundan neredeyse emin gibiydim. Güçlü şüphemden ona
söz etmemeye karar verdim, biraz öfkeli gibiydi ve köşelerinden
oldum olası çekiniyordum.
Burası neresi, diye kükredi yine. Etrafa dikkatlice bakma
zamanıydı, o kükredikçe yüreğim hopluyordu çünkü. Becerebilsem ona
ters bir bakış fırlatacak havadaydım aslında, ne biliyorsa onu
biliyor olduğum gün gibi ortada değil miydi? Bulunduğumuz oda,
küçük bir bahçe katı dairenin salonuna benziyordu. İlk bakışta
karma karışık görünüyordu ancak kendine has bir düzeni, üstelik
sevimli bir düzeni vardı. Çiçek açmış kocaman bir erik ağacı
görünüyordu bahçeye bakan iki geniş pencereden; pencere
pervazlarına yerleştirilmiş uzun ince saksılarda ise “unutama beni”
çiçekleri süzülüyordu. Bunun daha başlangıç olduğunu sezdiğimden
içimden sırıttım. Gözlerimi o hınzır, o intikamcı çiçeklerden
güçlükle ayırıp odayı incelemeye başladım. Duvarlar tuhaf ama
gözüme çok güzel görünen tablolarla doluydu ve herhangi birini daha
önce hiç görmemiş olduğuma emindim. Geniş kanepenin iki yanına
yerleştirilmiş sehpaların üstü, başka zaman olsa ıvır zıvır diye
burun kıvırabileceğim biblolar, küçük ve renkli cam objelerle
doluydu. Aynı durum salonun en geniş duvarına dayanmış konsolun
üstü için de geçerliydi. Bu odada akla gelebilecek her renkten bir
obje vardı. Çıfıt çarşısı gibi, diye geçirdim içimden. Konsolun
üzerine asılmış, çerçevesi oymalı aynaya tutuşturulmuş kağıt
parçasını ilk görenimizin yanımdaki huzursuz ve köşeli adam
olmasının nedeni odanın karışıklığının dikkatimi dağıtmış olmasıydı
besbelli. Uzanıp kağıdı alışını, açıp okuyuşunu izledim. İki kez
derin derin iç geçirmeme yetecek süre baktı kağıda, sonunda bana
uzattı. Köşelerinden birine temas etmemek için ihtiyatla uzanıp
aldım. Okudum.
Çiçeklerin sulanması ve kedinin doyurulmasına ilişkin talimatlar
yazılmıştı nota, imza yerinde ise kimin tarafından yazıldığını
anlamaya olanak vermeyen bir karalama vardı. Birbirimize baktık.
Uzun uzun. Benliğimin valse çoktan başlamış olduğunu dışavurmamak
zordu, yine becerdim bunu.
Çiçekler burada ama kedi yok, dedim. Dansın ritmini ele vermek
işime gelmiyordu. Üstelik kocaman bir törpüye ihtiyacım vardı o
anda, belki de bir eğeye... Şu kediyi bulayım, derken ayırdı
bakışını üzerimden; durumu bunca çabuk kabullenmesine sevinirken,
uzaklaşan bakışlarının yokluğundan mustariptim.
Kediyi bulamadı. Bense aramadım. Çiçeklere, o hınzırlara sularını
verirken bulunmak istemeyen bir kediyi bulmanın olanaksızlığına
dair uzun cümleler kuruyordum. Noktanın bir türlü gelmeyişine
sinirlenmekte olduğunu fark etmemeye de kararlıydım.
Akşamüstü güneşinin bahçeye doluşunu izlerken, onun hala evin
içinde kediyi aranışının çıkardığı gürültüyü dinliyordum.
Beklenmedik ve tuhaf bir sevinç tarafından sarmalandığımı
saklayamamaktan çekindiğimi itiraf ederim. Sevinci zihnime kabul
ettiğim esnada, erik ağacının üst dallarının arasından coşkuma
gizlice tanıklık etmekte olan kediyle göz göze geldik. Bir sarman.
Sarman gözlerini yumdu ve açtı hemen ardından. Söyleyemediğini
görüp, anladım. Sustum. Karanlık çöküyordu.
Gün ışığı aydınlık salondan usulca çekilirken, kanepede yan yana
oturmuştuk. İkimiz de irademiz dışında bu odada olmanın anlamını
sorgulamaktaydık kendi kendimize. İstencin güdümlenmesi onu
öfkelendiriyor, bende ise kaygısız bir neşeye neden oluyordu. Daha
dönmeden, bana doğru dönüşünü hissettim. Her ne kadar ani bir
hareket gibi görünse de, epeydir beklemekteydim.
Kediyi merak etmiyor musun, diye sordu. Başımı hayır manasında
salladım, konuşursam sarmanı ele verebilirdim. Öfkeyle soludu.
Neden, dedi. Neden merak etmiyorsun? Çarptığım köşe canımı
yakıyordu, bıraktım biraz daha batsın etime. Sorusuna soruyla cevap
verdim: Sen neden bu kadar öfkelisin? Yüzüne bakmamaya kararlıydım,
bakılacak zaman değildi. Derin bir nefes aldığını işittim. Ardından
konuşmaya başladı. Bu senin rüyan çünkü, dedi. Beni zorla getirip
rüyana kapattın ve olmayan bir kedinin peşine düşürdün. Bu senin
rüyan!
Birbirine kenetlediğim ellerime diktiğim gözlerimi kaldırıp ona
baktım. Belki de, diye fısıldadım. Belki de senin rüyandır.