- YİRMİ BİRİNCİ
YÜZYILA YENİ BİR DÜNYADA GİRECEĞİZ -
Feminizm ilk kez 1. Dünya Savaşı’nın ardından İngiltere’de ortaya
çıkıyor. Feodalizmden kapitalizme geçilmiştir ama feodal kültürden ve
yaşamdan gelen kadının dışlanmışlığı sürmektedir. Endüstri Devrimi’nin
başlangıç evreleri İngiltere’sinde zaten çalışan işçiler üzerinde sömürü
ileri boyutlardayken, kadınlar üzerinde çok daha katmerlidir. Nerdeyse
tam bir günü kapsayan çalışma süreleri ve düşük ücretlere dayanan bu
dönem kadınların aldığı ücret çok daha düşüktür. Bu anlamda ilk feminist
hareketler daha çok kadın hakları görüntüsüyle sınırlanmakta ve bu haklar
da geneldeki sömürü nedeniyle sosyalist mücadeleyle atbaşı gitmektedir.
Kadın hakları savunulsa da, kadınlar ancak sosyalizm geldiğinde eşitliğe
kavuşacaktır, anlayışı egemendir. Ve bu dönemde kadınlar dünyanın çeşitli
bölgelerinde seçme ve seçilme hakkı ve eğitim konularında önemli haklar
elde ederler.
Ancak 2. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde yaşanan faşist Nazi
Almanya'sında
toplum üzerinde genel baskının ötesinde kadınlar üzerinde ayrımcı ve
onları tümüyle dışlayan ayrıca bir yapı oluşur. Örneğin evli kadınlar
üzerinde ‘3 K’ sloganıyla onları tümüyle toplum yaşamının dışına iten bir
proje uygulanmaya başlar. Üç K; kind, küche, kirche..yani; çocuk, mutfak,
kilise. Bu proje kapsamında kamu işyerlerinde çalışan kadınlar işten
çıkarılır. Artık evli kadınların toplumdaki konumu; çocuk bakmak, yemek
yapmak ve ibadet etmektir. Evli kadınlar böyle de bekar kadınlar ve kız
çocuklar farklı mı? Hayır, onlara da ‘evli kadın’ olmanın dışında yaşam
şansı tanınmaz ve karma okullara gitmeleri yasaklanarak sadece evliliğe
hazırlık niteliğindeki,iyi bir ev kadını yapmayı amaçlayan okullara
gitmeleri sağlanır. Diğer faşist yönetimlerde de durum farklı değildir.
Örneğin Franco İspanya’sında seçme-seçilme hakkı, kürtaj hakkı gibi
kadınlara tanınan tüm haklar iptal edilir.
2. Dünya Savaşı sonrasındaki süreçte kadınların hak mücadeleleri ve
feminist hareketler daha bir ivme kazanır. Üstelik sadece sosyalizmin
yedeğinde değil, başlıbaşına kendi varlıklarını ortaya koyan radikal
feminist anlayış ve eylemler yükselişe geçer. Çünkü 2. Dünya Savaşı’yla
sonuçlanan süreçte kadınlar üzerinde özel bir baskı, özel bir ayrımcılık
belirgin bir biçimde öne çıkmıştır.
Toplumların yaşadığı her bunalım ve kaos ortamları, izdüşümünde o
yaşanılan ortamın yansıması niteliğinde çeşitli düşün ve kültür
akımlarını yaratır. Her bunalım gerek yaşam anlayışında gerek felsefede
gerekse sanatta karşılığını mutlak bulur. Bu dünyada da böyledir, bizde
de böyledir. Hoş, bizde karşılığını biraz geç bulur ama mutlak bulur.
Örneğin Fransız Devrimi ve onu izleyen anti-emperyalist karakterli halk
ayaklanmaları sonunda milliyetçi temalı düşünceler gelişmiş; sanatta da
eskinin romantik, natürel ve izlenimci akımlarının yerini gerçekçiliğe
bırakmıştır. Ancak 1. Dünya Savaşı öncesinde yaşanan büyük bunalım ve
bunun sonucu patlak veren büyük göç dalgası umutlarda önemli kırılmalar
yaratmıştır ve sürrealizm ve sanatta soyut dışavurumculuk öne çıkmıştır.
Hatta toplumsal yapıya neredeyse küsen, tümüyle bireyin iç dünyasına
gömüldüğü Dadacılık da yine bu dönemlerde ortaya çıkmıştır.
2.Dünya Savaşı’yla sonuçlanan faşist dönemlerin ardında özellikle sanatta
birey biraz daha öne çıkmış ve sorgulayan bireye dönüşmüştür. Resimde her
türlü kalıpları yıkarak farklı bakış açıları ve yaşanılan dönemin
sorgulamasını getiren Kübizm, özellikle Picasso aracılığıyla faşizmi ve
diktacı anlayışları mercek altına almıştır. Soyut resim bu dönemde ileri
aşamalara vardırılmış ve yeni arayışlara kapı aralamıştır. Sinemada Yeni
Dalga, edebiyatta Yeni Roman bu akımların en belirgin olanıdır. Ve 20
yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan Pop Art’la kapitalizmin sanatı
meta olarak gören anlayışı yine onun argümanlarını kullanarak deşifre
edilmiştir.
20 yüzyılın son çeyreğinden günümüze dek dünyamız gerek doğal gerekse
toplumsal yaşamda çok büyük kırılmalar ve kaos ortamı yaşıyor. Bunun
düşünce ve sanat-kültür dünyasına hatta ideolojilere yansıması olmaması
beklenemez.
Önce iklimlerde müthiş bir değişim yaşadık/yaşıyoruz. Ozon tabakasından
başlayıp buzulların erimesine dek geçen süreçte dünya hızla sona doğru
yaklaşıyor. İklimler altüst oluyor, doğal çevre ortadan kalkıyor, bir de
buna yine insan eliyle yaratılan betonlaşmayı da eklediğinizde klasik
ideolojilerin önleyemediği sonuçlara varıyoruz. Doğanın dengesi öylesine
bozuldu ki son dönemlerde bizde ve dünya genelinde hızlanan depremlerde
çok büyük olasılıkla bunun payı var. Çünkü dünyanın eğiminin de saptığı
açıklamaları geliyor bilim otoritelerince.
Dünyanın ilk oluşumunda, arkeolojik buluntulara baktığımızda tek bir
anaküre olduğunu görürüz, Afrika. Binlerce, belki de milyonlarca süren
evrim sonucunda bu ana kıta kırılarak diğer kıtalar ortaya çıkıyor. Hemen
tüm uygarlıklarda Afrika uygarlığının izlerinin görülmesi bunun en
belirgin kanıtı. Şu an dünya ikinci evreye girmiş durumda. Yani
parçalanan kıtalar, kara parçaları yeraltında yeniden birleşmeye,
biraraya gelmeye başlıyor. Ancak, dünyanın yörüngesini öylesine bozduk ki
bu birleşme süreci hızlandı. Yeraltındaki bu birleşme yerüstü
tabakalarını da sıkıştırıyor. Son dönemlerdeki depremlerin artışının
nedeni bu.
Buzulların erimesi ayrı bir dert. Çok da uzak olmayan bir gelecekte
Avrupa’nın birçok kenti hatta ülkesinin sular altında kalacağı
hesaplanıyor. Daha da kötüsü, doğada çeşitli mikroplar, bakteriler buzul
ortamda donar ancak ölmezler. Buzul ortamdan çıktıktan sonra da
varlıklarını kaldıkları yerden sürdürürler. Bilim dünyasını bir süredir
korkutan bu erime sonucu dünyada çeşitli yeni hastalık ve salgınların
görülme olasılığıydı ki bu nedenle mi bilinmez ama dünyamızın
yaşadığı/yaşayacağı en kötü salgın hastalıkla yüzyüzeyiz şu anda.
Corona salgınıyla ilgili çeşitli varsayımlar var. Bunun bir biyolojik
silah olduğunu öne sürenler de var, biyolojik silah olmayabilir ama yine
laboratuvar ortamında yapılan bir çalışma sonucu yanlışlıkla dışarı kaçan
bir virüs olduğunu savlayanlar da. Dediğim gibi iklim dengesindeki
bozulma da bu hastalığı ortaya çıkarmış olabilir. Ama neden ne olursa
olsun şu an için önümüzdeki acil görev bu belayı atlatabilmek. Ancak bu
hiç de kolay olacağa benzemiyor. Görünen o ki dünyada tahminlerin çok
ötesinde insan ölecek. İlk zamanlar yaz sıcağında yaşayamaz, bu nisan
başında kurtuluruz diyenler şimdi önümüzdeki yılın nisan ayını
dillendirmeye başladılar. Üstelik, ilacı bulunmadığı sürece yine dert.
Çünkü 2021 Nisanında belki görece olarak ölümlerde bir azalma hatta durma
yaşansa bile kısa bir süre sonra çok daha güçlenmiş, mutasyona uğramış
olarak geri dönebilir.
Merkel’e bakarsanız dünyanın yüzde yetmişi bu hastalığa yakalanacak.
İngiltere sağlık uzmanları ise İngiltere’nin yüzde sekseninin bu
hastalığa yakalanacağı kehanetinde bulunuyorlar ve bu süreçte 55 bin
İngilizin öleceği öngörülüyor. Bu arada laboratuvarlarda yaratılan bir
hastalık olduğunu, ilaç ve aşının da hazır olduğunu ama ilaç tekellerinin
fiyatlarını yükseltmek yani talebi arttırmak için daha bir süre ölümlerin
izleneceğini söyleyenler de var.
Neden ne olursa olsun, ola ki bu beladan dünya kurtulabilirse ya da
geride kalanlarda, yepyeni bir sorgulayıcı düşünsel, sanatsal hatta
ideolojik anlayışların çıkacağı kesin. Bu noktada kapitalizm ortadan
kalkmasa da, çok büyük kabuk değiştireceği kesin. Çünkü başka türlü
varlığını sürdüremez. Aynı durum kanımca karşıtında sosyalizm için de
geçerli. Sosyalist anlayış, ayakta kalabilmek için kendini büyük oranda
açmak zorunda hissedecek. İşte bu noktada bireyin öneminin artmasını
bekliyorum. İnisiyatif sahibi, etken bireyin merkezde olduğu bir anlayış
oluşacak. Ve devletler sadece sembolik kalacak. Zaten kapitalist dünyada
son zamanlarda hatta son zamanlarda da değil uzunca bir süre tümüyle
şirketler eliyle yürütülüyor işler. Devlet ve millet kavramları sadece
ayakta kalabilmek için halk kesimine dayatılan bir seçenek durumunda.
İşte şimdi halk ve toplum katmanları da birey olarak varlıklarını
koyacaklar, örneğin millet ve milliyetçilik kavramları belki de tümden
ortadan kalkacak. Çok büyük olasılıkla çaresizlik içinde kaldıkları için,
bu salgın dinlerin de sonu olacak. Çünkü ortada bireyin varlığına kast
eden bir durum var ve birey bunu engellemek, varlığını sürdürmek
durumunda. Son yıllarda sivil toplum örgütlerinin ön plana çıkması da
bunun ayrı bir göstergesi. Aynı durum sol kesimde de yaşanacak. Orada da
devletçi sol anlayışa veda edilmesi çok büyük olasılık. Çünkü siz
istediğiniz kadar olumlu görüşler savunun, devlet olarak kaldığınız
sürece kapitalizmin argümanlarına dayanmak hatta onu güçlendirmek
zorundasınız. İstediğiniz kadar savaş karşıtı olduğunuzu öne sürün, eğer
devletseniz, diğer devletler karşısında silahlanma yarışını, nükleer
dahil, sürdürmek zorundasınız. Eğer devletseniz; ekonomik açıdan da diğer
devletlerin gerisine düşmemek için doğal dengeleri falan düşünmeden
sanayi üretimini geliştirmek ve büyütmek zorundasınız. Kaldı ki tepeden
tırnağa toplumda örgütlenmiş bir devletin nasıl olup da kendi kendini
feshedeceği de başlıbaşına bir tartışma konusu.
Geçen mektubumda dijital dünyanın bir endüstriyel devrim olduğunu
yazmıştım. Bu kaos ortamı atlatılırsa bu dönemin sorgulama aşamasında bir
büyük kültürel devrime de hazır olalım. Dediğim gibi bu, etkin, kendi
başına karar verebilen ve eylem yapabilen, inisiyatif sahibi bireyin
devrimi olacak. Birey bu devrimi ya yapacak ya yok olacak.
21. yüzyıla yeni bir dünyada gireceğiz, tabii ölmez de sağ kalabilirsek..