ÖYKÜ

Şeyda Gökoğlu   







YÜRÜMEK


Güzel bir bahar sabahının erken saatlerinde yürüyorum. Baharın güzel ışıkları altında güneşe dönük yüzleriyle samimi, sıcacık, huzur dolu yuvalar olduğunu gösteren sıra sıra evlerin önünden geçiyorum. Sokaklarda tek tük insanlar, dallarda panayır renginde çiçekler ve neşeli kuşlar. Bundan güzel ne olabilir ki, içimde huzur yürüyorum. Zaman ilerledikçe panayır renkleri ve cıvıltılı ötüşler yerini araç seslerine, işine gücüne giden insanlar ve okul öğrencilerinin mahmur yüzlerine bırakıyor. İçimdeki huzuru bozmak istemiyorum. Tek tük kalabalık beni rahatsız etmiyor. Bakışlarım evlerin yüzlerinde, düşünüyorum; içlerinden güzel mutlu insanlar çıksa ve şehir mutluluk ve sevgiyle aydınlansa, insanlar birbirlerini selamlasa, henüz günün başlangıcında hiç kimse bir diğerine öfkeyle bakmasa, çiçekler burcu burcu kokmaya devam etse, kuşlar neşeli cıvıltılarını hiç kesmese ve dünya bu şehrin ışığıyla aydınlansa ! Fazla iyimserim diye düşünüyorum ve kendime gülüyorum.

Yanımdan, elinde taşıdığı torbadaki ekmekleriyle, emekli olduğu izlenimini veren bir adam geçiyor. Ekmeğin kokusunu almaya çalışıyorum. Ekmekler kokmuyor! Çocukluğumda fırından alınmış taze ekmeklerin kokusunu hayal ederken emekli adam genzini kazıttırarak yere kocaman bir balgam savuruyor. Bütün şehir kararıyor. Tiksiniyorum ve hızla uzaklaşırken;

- Ben de şimdi senin üstüne kusacağım, diyorum. Anlamıyor!

Yürümeye devam ediyorum. Otobüs durağının yanından geçiyorum. Durakta bekleyen yolcu sayısı epey fazla ama yüzler daha sabahtan yorgun. “Bir tek ben miyim içi gülen, neşeli” diyorum. Bana huzur veren evlerin birinin üst katlarından bir kadın sesi geliyor Güzel bahçeli, huzurlu bir sessizliğin sardığı bir apartmanın güne merhaba diyen yüzünden çıkan hoyrat bir ses! Evin aydınlık yüzü kararıyor. Hani mutlu insanların çıkmasını bekliyordum ya, o evlerden biriydi kararan. Başımı kaldırıp sesin geldiği yöne bakıyorum. Bu şehrin güzel evlerinden birindeki kadın sanki henüz harmandaki işlerini bitirip koşar adım yemekleri ocağa koymanın telaşı ve yorgunluğunu taşıyordu. İçinde bulunduğu duruma isyan edercesine başındaki çemberin uçlarını çekiştirirken bir taraftan da henüz uykuluymuş gibi başını balkon korkuluklarına dayamış adama bağırıyor;

- Allahın belası. Yine aynı şey, adam olup karşısında duramadın ki! Kafasız!

Adam aldırmıyor, içine çektiği sigaranın dumanını savuruyordu. Çocukluğumda balkon komşumuz Mahide teyze aklıma geldi. O da yüksek sesle konuşan bir insandı. Bir farkla: Sabah erkenden kalkar, üzerinde her zaman güzel bir elbise ve taranmış, filelenmiş saçlarıyla kocasına seslenirdi.

- Hayatiiii. Kalk hadi canımın içi kahvaltın hazır.

Güldüm. Mahide teyze benim şehirlerdeki başkalaşımın hüznünü alıp götürdü. Karanlıkları arkamda bırakarak yürümeye devam ediyorum. Mesai saati gelmemiş postanenin önünde insanlar daha şimdiden kuyruk oluşturmuş. Yanlarından geçerken orta yaşlı iri kıyım bir adam, saçlarının dağınıklığını şapkanın içine gizlemiş kadına sesleniyor;

- Fadik ben burada sıra bekleyim, sen git resim çektir.
- Tamam
- Dur para vereyim. On beş lira di mi?
- On beş lira.
- Şapkanı çıkar, saçlarını aç, güzel çık tamam mı?
- Tamam!
- Orada tarak ney’m vardır. Saçlarını tara, parayı da pat diye verme. Güzel çık tamam mı? Güzel çıkmazsan parayı verme.
- Neysen o! Dedim geçip giderken, anlamadılar. Annemin fotoğraf çektirmek için fotoğraf stüdyosuna gidişi aklıma geldi. Her zaman hazırda bulunması için bir fotoğrafı olması gerektiğini söylerdi. Acil durumlarda aceleye getirilip fotoğraf çektirilmez derdi. Başkalaşım dedim.

Bahçelerden yollara uzanan leylaklar beyaz, eflatun renkleriyle şehrin ellerini uzatan mutluluklarıydı. Durup kokluyorum. Mis gibi kokularını içime çekiyorum. Leylakların ardında gözüken evlerin pencerelerinde kimisinde kocaman kocaman matbaa harfleriyle “satılık” kimisinde de kocaman kocaman eğri büğrü harflerle “satlık” levhalarını görüyorum. Harfleri yutanlarla şehri yutan başkalaşımlar demek ki terk ediyor bu güzel evleri! Bu şehri bir ben bir de leylaklar terk etmeyecek. Kaçıncı leylak döneminde beraberiz, başkalaşımlar içinde…

Karşı kaldırımda, bir emlakçı dükkânının önündeki kafesten bir papağan bana sesleniyor. Hemen yanına gidiyorum. Selamlaşıyor ve sevgimi gösteriyorum.

- Günaydın, diyorum. Leylakları, at kestanelerini, akçaağaçları ve gökyüzüne yükselen kavakları gösteriyor.
- Metal tellerin üzerine değil onların dallarına konmak istiyorum.. İnsanlar mutlu olsun diye kafesteyim ama ben mutsuzum.

Uçan sığırcıkları, güvercinleri gösteriyor.

- Bak onlar özgür. Sıradan olmak özgürlüktür, diyor.

Ona ne diyeceğimi bilemiyorum “sıradan olmak özgürlüktür” içimde dolaşıyor, düşüncelerime kuş kanadı gibi saplanıyor.

- Üzülme. Bak bu şehir insanlar için ama bazı insanlar kendi yaşamlarını esir ettiler. Yıllarca çalışıp tüm kazancımızı bir hapishane olan evlerimizi satın almak için uğraşıyoruz.. sonra senin gibi çırpınıyoruz. Bizim hapishanelerimiz senin özgür dediğin kuşların engeli oluyor.

Gözlerine sevgiyle bakıyorum. Hüzünlü bir ötüşle beni selamlıyor. İçimdeki mutluluk hüzünle tel kafesin içine giriyor. Yoluma devam ediyorum. Ekmek bayileri açılmaya başlamış ve ekmek arabaları kasalarla sabah ekmeğini bırakıyor. Ekmekler artık kokmuyor.


dizin    üst    geri    ileri  

 



 24 

 SÜJE  /  Şeyda Gökoğlu  /  yirmi beş eylül iki bin on sekiz  / 30