Güzel bir bahar sabahının erken saatlerinde yürüyorum. Baharın güzel
ışıkları altında güneşe dönük yüzleriyle samimi, sıcacık, huzur dolu
yuvalar olduğunu gösteren sıra sıra evlerin önünden geçiyorum. Sokaklarda
tek tük insanlar, dallarda panayır renginde çiçekler ve neşeli kuşlar.
Bundan güzel ne olabilir ki, içimde huzur yürüyorum. Zaman ilerledikçe
panayır renkleri ve cıvıltılı ötüşler yerini araç seslerine, işine gücüne
giden insanlar ve okul öğrencilerinin mahmur yüzlerine bırakıyor.
İçimdeki huzuru bozmak istemiyorum. Tek tük kalabalık beni rahatsız
etmiyor. Bakışlarım evlerin yüzlerinde, düşünüyorum; içlerinden güzel
mutlu insanlar çıksa ve şehir mutluluk ve sevgiyle aydınlansa, insanlar
birbirlerini selamlasa, henüz günün başlangıcında hiç kimse bir diğerine
öfkeyle bakmasa, çiçekler burcu burcu kokmaya devam etse, kuşlar neşeli
cıvıltılarını hiç kesmese ve dünya bu şehrin ışığıyla aydınlansa ! Fazla
iyimserim diye düşünüyorum ve kendime gülüyorum.
Yanımdan, elinde taşıdığı torbadaki ekmekleriyle, emekli olduğu
izlenimini veren bir adam geçiyor. Ekmeğin kokusunu almaya çalışıyorum.
Ekmekler kokmuyor! Çocukluğumda fırından alınmış taze ekmeklerin kokusunu
hayal ederken emekli adam genzini kazıttırarak yere kocaman bir balgam
savuruyor. Bütün şehir kararıyor. Tiksiniyorum ve hızla uzaklaşırken;
- Ben de şimdi senin üstüne kusacağım, diyorum. Anlamıyor!
Yürümeye devam ediyorum. Otobüs durağının yanından geçiyorum. Durakta
bekleyen yolcu sayısı epey fazla ama yüzler daha sabahtan yorgun. “Bir
tek ben miyim içi gülen, neşeli” diyorum. Bana huzur veren evlerin
birinin üst katlarından bir kadın sesi geliyor Güzel bahçeli, huzurlu bir
sessizliğin sardığı bir apartmanın güne merhaba diyen yüzünden çıkan
hoyrat bir ses! Evin aydınlık yüzü kararıyor. Hani mutlu insanların
çıkmasını bekliyordum ya, o evlerden biriydi kararan. Başımı kaldırıp
sesin geldiği yöne bakıyorum. Bu şehrin güzel evlerinden birindeki kadın
sanki henüz harmandaki işlerini bitirip koşar adım yemekleri ocağa
koymanın telaşı ve yorgunluğunu taşıyordu. İçinde bulunduğu duruma isyan
edercesine başındaki çemberin uçlarını çekiştirirken bir taraftan da
henüz uykuluymuş gibi başını balkon korkuluklarına dayamış adama
bağırıyor;
- Allahın belası. Yine aynı şey, adam olup karşısında duramadın ki!
Kafasız!
Adam aldırmıyor, içine çektiği sigaranın dumanını savuruyordu.
Çocukluğumda balkon komşumuz Mahide teyze aklıma geldi. O da yüksek sesle
konuşan bir insandı. Bir farkla: Sabah erkenden kalkar, üzerinde her
zaman güzel bir elbise ve taranmış, filelenmiş saçlarıyla kocasına
seslenirdi.
- Hayatiiii. Kalk hadi canımın içi kahvaltın hazır.
Güldüm. Mahide teyze benim şehirlerdeki başkalaşımın hüznünü alıp
götürdü. Karanlıkları arkamda bırakarak yürümeye devam ediyorum. Mesai
saati gelmemiş postanenin önünde insanlar daha şimdiden kuyruk
oluşturmuş. Yanlarından geçerken orta yaşlı iri kıyım bir adam,
saçlarının dağınıklığını şapkanın içine gizlemiş kadına sesleniyor;
- Fadik ben burada sıra bekleyim, sen git resim çektir.
- Tamam
- Dur para vereyim. On beş lira di mi?
- On beş lira.
- Şapkanı çıkar, saçlarını aç, güzel çık tamam mı?
- Tamam!
- Orada tarak ney’m vardır. Saçlarını tara, parayı da pat diye verme.
Güzel çık tamam mı? Güzel çıkmazsan parayı verme.
- Neysen o! Dedim geçip giderken, anlamadılar. Annemin fotoğraf çektirmek
için fotoğraf stüdyosuna gidişi aklıma geldi. Her zaman hazırda bulunması
için bir fotoğrafı olması gerektiğini söylerdi. Acil durumlarda aceleye
getirilip fotoğraf çektirilmez derdi. Başkalaşım dedim.
Bahçelerden yollara uzanan leylaklar beyaz, eflatun renkleriyle şehrin
ellerini uzatan mutluluklarıydı. Durup kokluyorum. Mis gibi kokularını
içime çekiyorum. Leylakların ardında gözüken evlerin pencerelerinde
kimisinde kocaman kocaman matbaa harfleriyle “satılık” kimisinde de
kocaman kocaman eğri büğrü harflerle “satlık” levhalarını görüyorum.
Harfleri yutanlarla şehri yutan başkalaşımlar demek ki terk ediyor bu
güzel evleri! Bu şehri bir ben bir de leylaklar terk etmeyecek. Kaçıncı
leylak döneminde beraberiz, başkalaşımlar içinde…
Karşı kaldırımda, bir emlakçı dükkânının önündeki kafesten bir papağan
bana sesleniyor. Hemen yanına gidiyorum. Selamlaşıyor ve sevgimi
gösteriyorum.
- Günaydın, diyorum. Leylakları, at kestanelerini, akçaağaçları ve
gökyüzüne yükselen kavakları gösteriyor.
- Metal tellerin üzerine değil onların dallarına konmak istiyorum..
İnsanlar mutlu olsun diye kafesteyim ama ben mutsuzum.
Uçan sığırcıkları, güvercinleri gösteriyor.
- Bak onlar özgür. Sıradan olmak özgürlüktür, diyor.
Ona ne diyeceğimi bilemiyorum “sıradan olmak özgürlüktür” içimde
dolaşıyor, düşüncelerime kuş kanadı gibi saplanıyor.
- Üzülme. Bak bu şehir insanlar için ama bazı insanlar kendi yaşamlarını
esir ettiler. Yıllarca çalışıp tüm kazancımızı bir hapishane olan
evlerimizi satın almak için uğraşıyoruz.. sonra senin gibi çırpınıyoruz.
Bizim hapishanelerimiz senin özgür dediğin kuşların engeli oluyor.
Gözlerine sevgiyle bakıyorum. Hüzünlü bir ötüşle beni selamlıyor.
İçimdeki mutluluk hüzünle tel kafesin içine giriyor. Yoluma devam
ediyorum. Ekmek bayileri açılmaya başlamış ve ekmek arabaları kasalarla
sabah ekmeğini bırakıyor. Ekmekler artık kokmuyor.