ELEŞTİREL YAZI

Salih Aydemir   







şiir, ödül ve iktidar


bugüne kadar gerek kişiler adına gerekse kurumlar adına olsun bir çok ödül törenleri hazırlanmış ve hala da devam etmektedir. ülkemizde ödüle olan ilginin diğer ülkelere nazaran çok olması oldukça dikkat çekicidir.

psikolojide ödül, bir güdüleme yöntemi olarak alınır ve bu anlamıyla ödülün devamını getiren kişinin ve kurumların iyimser olduklarını düşünüyorum. ancak zamanla bu ödül olgusunun amacından saptırıldığını defalarca dile getirdim.

bugüne kadar ödül konusunda yapılan tartışmalar ve bu konuda yazılan yazılara rağmen, ödüllerin daha da artması bir çok tehlikeyi de beraberinde getiriyor.

bu düşüncelerimi etkinliklerde, söyleşilerde ve birebir dost ortamlarında hep dile getirmeye çalıştım. çalıştım ama sanırım hep yanlış yazdım ya da eksik konuştum. çünkü benim adıma çıkan sonuç şu oldu: ödüllere karşıyım.

hatta öteki-siz dergisi olarak bu konuda ayrıca arşiv niteliği taşıyan bir dosya hazırladık. cumhuriyetin ilk yıllarından 2005 yılına kadar irili ufaklı bütün ödül ve yarışmaları tek tek ele alarak ortaya sunduk. bu çalışmayı yapmamızdaki amaç, sosyolojik olarak edebiyatımızın nasıl bir görünüme ya da fotoğrafa sahip olduğunu göstermekti. açıkçası bu çalışmayı sürdürürken biz bile şaşırdık, düşündük ve bizi bu anlamda karamsarlığa iten sonuçlara ulaştık. ama yine de yayımladık. geçen 11 yıl içinde de her türlü ödülü/yarışmayı elimden geldiğince takip ettim. kimi ödüllere gülümsedim, kimi ödüllere ‘hadi canım’ dedim, kimi ödülleri de alkışladım. öteki-siz dergisinde ödüller sayısının sunu yazısına birkaç cümlelik cümleler kurdum: “öteki-siz olarak –en azından kendi adıma söyleyeyim- ödüllere karşı değiliz. ödül kurumlarının kirliliğine karşı çıkıyoruz.’dedim. ve bu cümleme ve konuşmalarıma rağmen ödüle karşı bir şair olarak anıldım ve hala da anılmaktayım. anılmakta olmamı da bir şekilde haklı buluyorum çünkü hiçbir ödül/yarışmaya katılmadım. üstelik bunu ilk defa burada paylaşmak istiyorum: üç ayrı ödül için bana gelen teklifleri geri çevirdim. üstelik farklı üç jürideki şair büyüklerim tarafından. üçüne de verdiğim yanıt, beni değer buldukları için teşekkür edip, böylesi bir yaklaşımı ve ödüllendirmeyi etik bulmadığım oldu. ve bu süreçten yaklaşık bir yıl sonra öteki-siz dergisi olarak böylesi bir çalışma yaptık.

2005 yılından 2016 yılına kadar hala devam eden ödül tartışmalarını da, kavgalarını da izliyor ve niteliksiz buluyorum. çünkü bu tartışmaların çoğu öznel ve nicel kırılma ekseninde dönüp duruyor. eleştirinin nitel yapısından tamamen kopuk sen-ben düalistliğine çekiliyor. sanatın, edebiyatın nesnel değerleri üzerinden bugünden yarına atılacak hiçbir adım ve düşünce geliştirilmiyor. bu öznel kavga/tartışma edebiyatımızın tozunu kaldırmıyor aksine edebiyatımıza toz düşürüyor. yanılmıyorsam 2013 yılında haydar ergülen kendisi adına ödül/ödüller ve jürilik hakkında ironik bir özeleştiride bulunuyor. ironik olsa da olmasa da samimi itirafların ya da ciddi özeleştirilerin edebiyatımıza katkısı önemlidir. aslında benim ödüller konusunda okumak istediğim yazı ve dinlemek istediğim konuşmalar budur. Bence haydar ergülen’in dışında diğer şairlerimizin de açık ve samimi bir şekilde yazmalarıyla ‘ödül kurumlarının’ kirliliğinden kurtulmuş oluruz.

ödül konusunda bu yazımı gündeme getirmemim tek amacı da budur. ve bu yazımın da son yazı olacağını paylaşmak isterim.

ödül kurumlarında yaşanan kirlilik ve onun edebiyatımızda yarattığı zehir şiirimiz ve şairlerimiz için onarılmaz yaralar açmaktadır. en azından bu benim öznel düşüncem.

şunu bir başka şekilde tekrar etmek istiyorum: ödül, edebiyatımızın bütünlüğü içinde bir parçadır. önemli bir parçadır. ve her şeyden önce anlamlı parçasıdır. parçanın kirliliği bütünün zehrini gösterir.

şimdi buradan ödülün tarihçesine ya da ödülün tarihsel bahçesinde bir gezintiye çıkalım.

bilindiği gibi, ilk ödülün kökeni daha çok yarışmalara dayanır. özellikle antik yunan’da düzenlenen tragedya yarışmaları ödülün yarışmalardan doğduğunu gösterir.

tragedyanın babası sayılan aiskylos’un 52 kez birincilik aldığı söylenir/yazılır. sophokles’in 24, euripides ise yalnızca 4 kez ödül almıştır.

1300’lü yılların roma’sına geldiğimizde ise, petrarca’ya 1341 yılında roma senatosu tarafından taç giydirilir. yine o dönemin lirik şairlerinden tasso’ya ise bu ödül ancak ölümünden sonra verilir.

bu yıllarda roma yedi yıl sonra yaşanacak olan (1348) büyük veba salgınından habersizdir. kiliseye bağlılığının nişanı olarak şairlik tacı giyen petrarca’nın, kralın ve kilisenin ilgi odağı olmasındaki gerçeğinin asıl nedenini açıklamak gerekiyor.

bu neden aslında geçmişte ve günümüzde karşımıza çıkan iktidar-ödül düalistliğinin gerçekliğidir.

kral ve meşrulukların güvencesi olarak gördükleri ödüle aracılık yapan kilise; şairlerin artık büyücü olmadıklarını ve onlardan korkulmaması gerektiğini anladıklarında şairleri kendi denetimleri altına almak istemelerinin ardında sanatsal bir kaygının olmadığı net olarak bilinir.

şairleri denetim altına almak ve onları iktidarlarının ve dinlerinin hizmetine sokmak ‘sosyal bir güç’ sorunuydu.

toplumların organik bir ürünü olan şiir, her daim muhalif yanıyla iktidarları sarsabiliyor, güçlerini kırabiliyordu. şairlerden korkan ama belli etmeyen kral-kilise çareyi şairleri kendi düzenlerinin içine almak ve onlara ödül vermekte buldular. başarılı da oldular. ödül verdikçe rahatladılar, ödül verdikçe iktidarlarını güvenceye alıp şairleri ödün vermeye zorladılar. (aklıma platon geldi; oysa bütün krallıklar platon’dan etkilenerek, yeni-platoncu anlayışla devletlerini kurdular. sanırım bir tek şairler konusunda platon’u es geçtiler. platon devletinden şairleri kovarken, krallar şairleri devletlerinin içine alıp onları bir güzel ehlileştirdiler.)

şairlerin toplum üzerindeki etkilerini azaltarak, sosyal ve kültürel hayatlarıyla da halkları denetim altına almayı başardılar. bunu diğer bir ifadeyle kullanacak olursak, şairlerin uzun yıllar kaybetmiş oldukları kamusal alanlara dönüşün başlangıcı olmuştur. antik çağdaki şairlerin kamusal alan özgürlüğü kontrollü bir şekilde gündeme getirilmiştir.

bu durumu en iyi açıklayacak hikayemiz petrarca ile ilgilidir. son kez paylaşmak isterim. hikayemiz şöyle:

dönemin kralı yardımcısına sorar: bu ülkede halk en çok kimi seviyor. yardımcısı yanıtlar: sizi efendim. aradan zaman geçer, kral yine sorar: halk beni hala seviyor mu? yardımcısı kekeler, öksürür ama gerçeği söylemek zorunda olduğu için bütün cesaretini toplar ve “hayır kralım, halk sizi değil de bir şairi daha çok seviyor, der. kral panikler, elinden iktidarı gidiyor çünkü. sakinleşir ve döner yardımcısına: “peki ne yapalım? ne yapalım da halkın sevgisini bu şairden alıp sevgisini kazanalım? yardımcısı da der ki: kralım şaire ödül verelim.

petrarca’ya maddi ödül verilir. petrarca bu ödülü alır. aradan yine zaman geçer ve kral yine sorar: halk beni seviyor mu? yanıt: verdiğimiz bu ödüller sayesinde halk artık petrarca’yı sevmiyor. halk sizi seviyor kralım.

imparator maximilien 1504’te vienne’de (viyana), tacı en çok hak edene vermek üzere şiir kolejini kurar. ve bu kolej dünya tarihinde açılmış ilk şiir okulu ünvanını alır. ingiltere’de ise, ödül alan şairler için xv. y.y’da bir kurum kurularak onlara ‘seçkin insan’ ünvanı verilir. burada ilk ödülü ıv. edward döneminde olan şair johnkay’dir. ödüllü şair her yıl; ilki 1 ocak’ta ikincisi ise hükümdarların doğum gününde olmak üzere iki ‘od’ yazardı. (od: bir kişinin ya da toplumun yaşamındaki yüce bir olayı anmak üzere yazılmış, kişisel duygularla, genel düşünceleri kaynaştıran lirik şiir türü.) krallık ailesi içinde gerçekleşebilecek büyük olayları kutlarlardı.

antik dönemden günümüze kadar sayısız yarışmalar düzenlenmiş ve sayısız ödüller verilmiştir. bu yarış ve ödüllerin bizdeki durumuna gelirsek; ülkemizdeki ödülün tarihi halk edebiyatı ile başlar; yörenin zenginleri para, kumaş, at, öküz ve benzeri armağanlarla saz şairlerimizi/ozanlarımızı ödüllendirirler. kahvelerde, meydanlarda aşıklar arasında yapılan atışmalar sonucunda kazanana para, mal ve itibar kazandırır.

cumhuriyet döneminde ise yapılan ilk yarışma istiklal marşı’nın belirlenmesi içindir. daha sonra cumhuriyet halk parti’sinin ardından cumhuriyet gazetesi (yunus nadi) adına 1946 yılında yarışmalar düzenlenmeye başlar. chp’nin bu ilk yarışmasında “otuz beş yaş” şiiri ile cahit sıtkı tarancı birinci, attila ilhan “cebbar oğlu mehemmed” ile ikinci, fazıl hüsnü dağlarca “çakırın destanı” ile üçüncü olur.

bu ödülleri 1954-67 yılları arasında yeditepe şiir ödülleri ve diğerleri izler.

ödül düzeninin aslında star sistemi ve şöhretle beslendiğini anlamamız gerekiyor. bu anlayış ayrıca ve doğal olarak ortaya bir ürün çıkarmıyor. çünkü bu durum piyasallaşmadır. piyasallaşmanın getirdiği sonuçta; ürünün anlık sunumuyla pazar oluşturmasıdır.

burada üç pazar var:

ilki, jürinin edebiyatta ben varımı,

ikincisi, yayıncının, üçüncüsü ise şairin edebiyatta ben de varımıdır.

olan şairin şairliğine oluyor.

ödül anlayışının bir sonu yok, bu şiirin yok oluşu anlamına gelmez ama ödül yapısının çöküşü anlamına gelir.

edebiyatın bünyesinin de kaldırabileceği değerler vardır. bu değerleri oldu-bitti ve olacak anlayışıyla görmezden gelmek bir hizmettir. Ve bu hizmet her tür iktidarların işine gelmektedir.

metastas bir durumdan bahsediyoruz. edebiyatımızdan, şiirimizden bahsediyoruz. sanat, edebiyat, kültür bireye/topluma değer katan devrimci bir zenginliktir. ödül vere vere, ödül ala ala nereye gidiyoruz?! metastas hale gelen egomuzu kaplumbağa gibi sırtımızda taşıyoruz. Sylverelotringer’in deyimiyle ‘hesaplı hilelerin ürünü’ olarak kalmaya zorlanıyor ödül.

dini bir saygıyla değil, kendini gören, bilen, düşünen, anlayan; dillerin, kültürlerin, farklı disiplinlerin imkanlarıyla her şeyin meşruiyetini sorgulamak gerekir. aksi takdirde ödül-sermaye ilişkisi bizi mutlak sanatla karşı karşıya getirir.

ödülün tanımı ve çeşitliliğine dönersek; ödül, her şeyden önce bir güdüleme yöntemidir. güdü, davranışlarımızın yapı taşıdır. doğru ve güzel olduğuna inandığımız her davranış için, bir sonraki davranışa yönelik güdüleriz kendimizi. us katmanlarında filizlenen bir dize, bitirdiğimiz bir dörtlük ya da öyküden sonra, eylemin içeriğindeki gizli olan beğeni, zevki, belki de doygunluğu duyumsarız. işi bir adım daha ileri götürüp kurgu bazında bile yaşarız bu duygululuğu.

işte size gerçek anlamda içsel bir ödül…

ödülün içsel (intrinsicreward) boyutu kadar bir de dışsal ödül (extrinsicreward) boyutu var. birinci boyutta yer alan faaliyetler sırf zevk için yapılan faaliyetlerdir. ikinci boyutta yapılan faaliyetler de, davranışın kendi içinde bulunmayan, fakat davranışın gerçekleşmesi için dışarıdan verilen ödül türüdür.

ödül, psikolojik boyutuyla kişi de bir çatışma yaratabilir. yani içsel kaynaklı ödüllenmeye ek olarak dışsal kaynaklı ödül verilirse, ilk ödül değerini kaybeder.

antik çağdan günümüze kadar tarih sahnesinde oynanan oyun hiç değişmedi. değişen sadece ödülü verenler ve alanlar oldu. bu anlamda bugün 2016 yılı bana göre 1300’lü yıllar.

nicel değişimin dışında ülkemiz yazınında devrimler yaratan ve yaşayan ödüllü şairlerimiz olmadı. öldükten sonra ülkemiz dışında ödül alan nazım hikmet, bir örnektir. yani böylesi bilinç ve dert taşıyan daha çok ödülsüz şairlerimize düştü.

her iktidar ideolojik, ekonomik, sosyal ve kültürel değerlerle varlığını sürdürür. bunları ele geçiremediği zaman ilk işleri içlerini boşaltarak kendilerine çekerler.

şiir, iktidarların değil doğanın çocuğu ve insan aklının… estetik etkinliklerinin en eskilerinden biri. terryeagleton’un ifadesiyle: şiir, özgün yazı türlerinin çoğunun peşinde olduğu bir form’dur.

petrarca örneğini şimdiki zamanın “şakirşırıldak şiir yarışması” ile somutlayalım. yeniden yazmanın bir anlamı yok çünkü internette paylaşıldı.

ve bir de doksanlı yılların ortasında çıkan fayton dergisi mutlaka okunmalı: bir sayısı “ödüller” üzerine idi. yanılmıyorsam “şiirin son metre(s)leri” şeref bilsel, “şairin, ödülü ölümdür” mustafa köz, “edebiyat ve ödül” şükrü erbaş yazılarıyla ödül sendromuna işaret etmişlerdir.

şiir, şairin ödülüdür…



                                                                                                  
dizin    üst    geri    ileri  

 



  5  

 SÜJE  /  Salih Aydemir  /  yirmi sekiz eylül iki bin on altı  / 18