bugüne kadar gerek kişiler adına gerekse kurumlar adına olsun bir çok
ödül törenleri hazırlanmış ve hala da devam etmektedir. ülkemizde ödüle
olan ilginin diğer ülkelere nazaran çok olması oldukça dikkat çekicidir.
psikolojide ödül, bir güdüleme yöntemi olarak alınır ve bu anlamıyla
ödülün devamını getiren kişinin ve kurumların iyimser olduklarını
düşünüyorum. ancak zamanla bu ödül olgusunun amacından saptırıldığını
defalarca dile getirdim.
bugüne kadar ödül konusunda yapılan tartışmalar ve bu konuda yazılan
yazılara rağmen, ödüllerin daha da artması bir çok tehlikeyi de
beraberinde getiriyor.
bu düşüncelerimi etkinliklerde, söyleşilerde ve birebir dost ortamlarında
hep dile getirmeye çalıştım. çalıştım ama sanırım hep yanlış yazdım ya da
eksik konuştum. çünkü benim adıma çıkan sonuç şu oldu: ödüllere karşıyım.
hatta öteki-siz dergisi olarak bu konuda ayrıca arşiv niteliği taşıyan
bir dosya hazırladık. cumhuriyetin ilk yıllarından 2005 yılına kadar
irili ufaklı bütün ödül ve yarışmaları tek tek ele alarak ortaya sunduk.
bu çalışmayı yapmamızdaki amaç, sosyolojik olarak edebiyatımızın nasıl
bir görünüme ya da fotoğrafa sahip olduğunu göstermekti. açıkçası bu
çalışmayı sürdürürken biz bile şaşırdık, düşündük ve bizi bu anlamda
karamsarlığa iten sonuçlara ulaştık. ama yine de yayımladık. geçen 11 yıl
içinde de her türlü ödülü/yarışmayı elimden geldiğince takip ettim. kimi
ödüllere gülümsedim, kimi ödüllere ‘hadi canım’ dedim, kimi ödülleri de
alkışladım. öteki-siz dergisinde ödüller sayısının sunu yazısına birkaç
cümlelik cümleler kurdum: “öteki-siz olarak –en azından kendi adıma
söyleyeyim- ödüllere karşı değiliz. ödül kurumlarının kirliliğine karşı
çıkıyoruz.’dedim. ve bu cümleme ve konuşmalarıma rağmen ödüle karşı bir
şair olarak anıldım ve hala da anılmaktayım. anılmakta olmamı da bir
şekilde haklı buluyorum çünkü hiçbir ödül/yarışmaya katılmadım. üstelik
bunu ilk defa burada paylaşmak istiyorum: üç ayrı ödül için bana gelen
teklifleri geri çevirdim. üstelik farklı üç jürideki şair büyüklerim
tarafından. üçüne de verdiğim yanıt, beni değer buldukları için teşekkür
edip, böylesi bir yaklaşımı ve ödüllendirmeyi etik bulmadığım oldu. ve bu
süreçten yaklaşık bir yıl sonra öteki-siz dergisi olarak böylesi bir
çalışma yaptık.
2005 yılından 2016 yılına kadar hala devam eden ödül tartışmalarını da,
kavgalarını da izliyor ve niteliksiz buluyorum. çünkü bu tartışmaların
çoğu öznel ve nicel kırılma ekseninde dönüp duruyor. eleştirinin nitel
yapısından tamamen kopuk sen-ben düalistliğine çekiliyor. sanatın,
edebiyatın nesnel değerleri üzerinden bugünden yarına atılacak hiçbir
adım ve düşünce geliştirilmiyor. bu öznel kavga/tartışma edebiyatımızın
tozunu kaldırmıyor aksine edebiyatımıza toz düşürüyor. yanılmıyorsam 2013
yılında haydar ergülen kendisi adına ödül/ödüller ve jürilik hakkında
ironik bir özeleştiride bulunuyor. ironik olsa da olmasa da samimi
itirafların ya da ciddi özeleştirilerin edebiyatımıza katkısı önemlidir.
aslında benim ödüller konusunda okumak istediğim yazı ve dinlemek
istediğim konuşmalar budur. Bence haydar ergülen’in dışında diğer
şairlerimizin de açık ve samimi bir şekilde yazmalarıyla ‘ödül
kurumlarının’ kirliliğinden kurtulmuş oluruz.
ödül konusunda bu yazımı gündeme getirmemim tek amacı da budur. ve bu
yazımın da son yazı olacağını paylaşmak isterim.
ödül kurumlarında yaşanan kirlilik ve onun edebiyatımızda yarattığı zehir
şiirimiz ve şairlerimiz için onarılmaz yaralar açmaktadır. en azından bu
benim öznel düşüncem.
şunu bir başka şekilde tekrar etmek istiyorum: ödül, edebiyatımızın
bütünlüğü içinde bir parçadır. önemli bir parçadır. ve her şeyden önce
anlamlı parçasıdır. parçanın kirliliği bütünün zehrini gösterir.
şimdi buradan ödülün tarihçesine ya da ödülün tarihsel bahçesinde bir
gezintiye çıkalım.
bilindiği gibi, ilk ödülün kökeni daha çok yarışmalara dayanır. özellikle
antik yunan’da düzenlenen tragedya yarışmaları ödülün yarışmalardan
doğduğunu gösterir.
tragedyanın babası sayılan aiskylos’un 52 kez birincilik aldığı
söylenir/yazılır. sophokles’in 24, euripides ise yalnızca 4 kez ödül
almıştır.
1300’lü yılların roma’sına geldiğimizde ise, petrarca’ya 1341 yılında
roma senatosu tarafından taç giydirilir. yine o dönemin lirik
şairlerinden tasso’ya ise bu ödül ancak ölümünden sonra verilir.
bu yıllarda roma yedi yıl sonra yaşanacak olan (1348) büyük veba
salgınından habersizdir. kiliseye bağlılığının nişanı olarak şairlik tacı
giyen petrarca’nın, kralın ve kilisenin ilgi odağı olmasındaki gerçeğinin
asıl nedenini açıklamak gerekiyor.
bu neden aslında geçmişte ve günümüzde karşımıza çıkan iktidar-ödül
düalistliğinin gerçekliğidir.
kral ve meşrulukların güvencesi olarak gördükleri ödüle aracılık yapan
kilise; şairlerin artık büyücü olmadıklarını ve onlardan korkulmaması
gerektiğini anladıklarında şairleri kendi denetimleri altına almak
istemelerinin ardında sanatsal bir kaygının olmadığı net olarak bilinir.
şairleri denetim altına almak ve onları iktidarlarının ve dinlerinin
hizmetine sokmak ‘sosyal bir güç’ sorunuydu.
toplumların organik bir ürünü olan şiir, her daim muhalif yanıyla
iktidarları sarsabiliyor, güçlerini kırabiliyordu. şairlerden korkan ama
belli etmeyen kral-kilise çareyi şairleri kendi düzenlerinin içine almak
ve onlara ödül vermekte buldular. başarılı da oldular. ödül verdikçe
rahatladılar, ödül verdikçe iktidarlarını güvenceye alıp şairleri ödün
vermeye zorladılar. (aklıma platon geldi; oysa bütün krallıklar
platon’dan etkilenerek, yeni-platoncu anlayışla devletlerini kurdular.
sanırım bir tek şairler konusunda platon’u es geçtiler. platon
devletinden şairleri kovarken, krallar şairleri devletlerinin içine alıp
onları bir güzel ehlileştirdiler.)
şairlerin toplum üzerindeki etkilerini azaltarak, sosyal ve kültürel
hayatlarıyla da halkları denetim altına almayı başardılar. bunu diğer bir
ifadeyle kullanacak olursak, şairlerin uzun yıllar kaybetmiş oldukları
kamusal alanlara dönüşün başlangıcı olmuştur. antik çağdaki şairlerin
kamusal alan özgürlüğü kontrollü bir şekilde gündeme getirilmiştir.
bu durumu en iyi açıklayacak hikayemiz petrarca ile ilgilidir. son kez
paylaşmak isterim. hikayemiz şöyle:
dönemin kralı yardımcısına sorar: bu ülkede halk en çok kimi seviyor.
yardımcısı yanıtlar: sizi efendim. aradan zaman geçer, kral yine sorar:
halk beni hala seviyor mu? yardımcısı kekeler, öksürür ama gerçeği
söylemek zorunda olduğu için bütün cesaretini toplar ve “hayır kralım,
halk sizi değil de bir şairi daha çok seviyor, der. kral panikler,
elinden iktidarı gidiyor çünkü. sakinleşir ve döner yardımcısına: “peki
ne yapalım? ne yapalım da halkın sevgisini bu şairden alıp sevgisini
kazanalım? yardımcısı da der ki: kralım şaire ödül verelim.
petrarca’ya maddi ödül verilir. petrarca bu ödülü alır. aradan yine zaman
geçer ve kral yine sorar: halk beni seviyor mu? yanıt: verdiğimiz bu
ödüller sayesinde halk artık petrarca’yı sevmiyor. halk sizi seviyor
kralım.
imparator maximilien 1504’te vienne’de (viyana), tacı en çok hak edene
vermek üzere şiir kolejini kurar. ve bu kolej dünya tarihinde açılmış ilk
şiir okulu ünvanını alır. ingiltere’de ise, ödül alan şairler için xv. y.y’da
bir kurum kurularak onlara ‘seçkin insan’ ünvanı verilir. burada ilk
ödülü ıv. edward döneminde olan şair johnkay’dir. ödüllü şair her yıl;
ilki 1 ocak’ta ikincisi ise hükümdarların doğum gününde olmak üzere iki
‘od’ yazardı. (od: bir kişinin ya da toplumun yaşamındaki yüce bir olayı
anmak üzere yazılmış, kişisel duygularla, genel düşünceleri kaynaştıran
lirik şiir türü.) krallık ailesi içinde gerçekleşebilecek büyük olayları
kutlarlardı.
antik dönemden günümüze kadar sayısız yarışmalar düzenlenmiş ve sayısız
ödüller verilmiştir. bu yarış ve ödüllerin bizdeki durumuna gelirsek;
ülkemizdeki ödülün tarihi halk edebiyatı ile başlar; yörenin zenginleri
para, kumaş, at, öküz ve benzeri armağanlarla saz
şairlerimizi/ozanlarımızı ödüllendirirler. kahvelerde, meydanlarda
aşıklar arasında yapılan atışmalar sonucunda kazanana para, mal ve itibar
kazandırır.
cumhuriyet döneminde ise yapılan ilk yarışma istiklal marşı’nın
belirlenmesi içindir. daha sonra cumhuriyet halk parti’sinin ardından
cumhuriyet gazetesi (yunus nadi) adına 1946 yılında yarışmalar
düzenlenmeye başlar. chp’nin bu ilk yarışmasında “otuz beş yaş” şiiri ile
cahit sıtkı tarancı birinci, attila ilhan “cebbar oğlu mehemmed” ile
ikinci, fazıl hüsnü dağlarca “çakırın destanı” ile üçüncü olur.
bu ödülleri 1954-67 yılları arasında yeditepe şiir ödülleri ve diğerleri
izler.
ödül düzeninin aslında star sistemi ve şöhretle beslendiğini anlamamız
gerekiyor. bu anlayış ayrıca ve doğal olarak ortaya bir ürün çıkarmıyor.
çünkü bu durum piyasallaşmadır. piyasallaşmanın getirdiği sonuçta; ürünün
anlık sunumuyla pazar oluşturmasıdır.
burada üç pazar var:
ilki, jürinin edebiyatta ben varımı,
ikincisi, yayıncının, üçüncüsü ise şairin edebiyatta ben de varımıdır.
olan şairin şairliğine oluyor.
ödül anlayışının bir sonu yok, bu şiirin yok oluşu anlamına gelmez ama
ödül yapısının çöküşü anlamına gelir.
edebiyatın bünyesinin de kaldırabileceği değerler vardır. bu değerleri
oldu-bitti ve olacak anlayışıyla görmezden gelmek bir hizmettir. Ve bu
hizmet her tür iktidarların işine gelmektedir.
metastas bir durumdan bahsediyoruz. edebiyatımızdan, şiirimizden
bahsediyoruz. sanat, edebiyat, kültür bireye/topluma değer katan devrimci
bir zenginliktir. ödül vere vere, ödül ala ala nereye gidiyoruz?!
metastas hale gelen egomuzu kaplumbağa gibi sırtımızda taşıyoruz.
Sylverelotringer’in deyimiyle ‘hesaplı hilelerin ürünü’ olarak kalmaya
zorlanıyor ödül.
dini bir saygıyla değil, kendini gören, bilen, düşünen, anlayan;
dillerin, kültürlerin, farklı disiplinlerin imkanlarıyla her şeyin
meşruiyetini sorgulamak gerekir. aksi takdirde ödül-sermaye ilişkisi bizi
mutlak sanatla karşı karşıya getirir.
ödülün tanımı ve çeşitliliğine dönersek; ödül, her şeyden önce bir
güdüleme yöntemidir. güdü, davranışlarımızın yapı taşıdır. doğru ve güzel
olduğuna inandığımız her davranış için, bir sonraki davranışa yönelik
güdüleriz kendimizi. us katmanlarında filizlenen bir dize, bitirdiğimiz
bir dörtlük ya da öyküden sonra, eylemin içeriğindeki gizli olan beğeni,
zevki, belki de doygunluğu duyumsarız. işi bir adım daha ileri götürüp
kurgu bazında bile yaşarız bu duygululuğu.
işte size gerçek anlamda içsel bir ödül…
ödülün içsel (intrinsicreward) boyutu kadar bir de dışsal ödül (extrinsicreward)
boyutu var. birinci boyutta yer alan faaliyetler sırf zevk için yapılan
faaliyetlerdir. ikinci boyutta yapılan faaliyetler de, davranışın kendi
içinde bulunmayan, fakat davranışın gerçekleşmesi için dışarıdan verilen
ödül türüdür.
ödül, psikolojik boyutuyla kişi de bir çatışma yaratabilir. yani içsel
kaynaklı ödüllenmeye ek olarak dışsal kaynaklı ödül verilirse, ilk ödül
değerini kaybeder.
antik çağdan günümüze kadar tarih sahnesinde oynanan oyun hiç değişmedi.
değişen sadece ödülü verenler ve alanlar oldu. bu anlamda bugün 2016 yılı
bana göre 1300’lü yıllar.
nicel değişimin dışında ülkemiz yazınında devrimler yaratan ve yaşayan
ödüllü şairlerimiz olmadı. öldükten sonra ülkemiz dışında ödül alan nazım
hikmet, bir örnektir. yani böylesi bilinç ve dert taşıyan daha çok
ödülsüz şairlerimize düştü.
her iktidar ideolojik, ekonomik, sosyal ve kültürel değerlerle varlığını
sürdürür. bunları ele geçiremediği zaman ilk işleri içlerini boşaltarak
kendilerine çekerler.
şiir, iktidarların değil doğanın çocuğu ve insan aklının… estetik
etkinliklerinin en eskilerinden biri. terryeagleton’un ifadesiyle: şiir,
özgün yazı türlerinin çoğunun peşinde olduğu bir form’dur.
petrarca örneğini şimdiki zamanın “şakirşırıldak şiir yarışması” ile
somutlayalım. yeniden yazmanın bir anlamı yok çünkü internette
paylaşıldı.
ve bir de doksanlı yılların ortasında çıkan fayton dergisi mutlaka
okunmalı: bir sayısı “ödüller” üzerine idi. yanılmıyorsam “şiirin son
metre(s)leri” şeref bilsel, “şairin, ödülü ölümdür” mustafa köz,
“edebiyat ve ödül” şükrü erbaş yazılarıyla ödül sendromuna işaret
etmişlerdir.