“Dün gece dolaşıyordum şarap peşinde,
Bir gül gördüm solmuş ocak ateşinde.
Dedim:Ne yaptın ki yakıyorlar seni?
Dedi: Biraz güldüm sabah güneşinde.. Ömer Hayyam
Renkli boncuklar gibi serpildik yeryüzüne; kimimiz
parlak bir ışığın altında, kimimiz toza toprağa, çamura gömülerek
yitirdik renklerimizi. Düştüğümüz yere bağlandı yaşamlarımız, bize
verilen rengi korumaktı amacımız.
Elli iki gün süren bir boşluk. İlk günler etrafımda bir dizi karmaşık
olaylar gelişiyor ve otomatik hareketler yapan tanımadığım insanları
görüyordum. Robotlaştığımı düşünerek bana her söyleneni komut olarak
algılıyordum. İçten gelen hiç bir dürtüm kalmamış ya da ben
duyumsamıyordum. Ne kadar sonra oldu anımsamıyorum, pencerenin karşısına
geçip kendi yansımama bakıyor yüzümü acayip şekillere sokup çıkarıyor ve
ona gülüyordum. Bir gün yansımamda ağladığımı gördüm ama gözyaşım yoktu.
“Neden?” diye sordum, sonra şaşırdım. Uzun zamandır ilk defa kendime soru
sormuştum. Tekrar yüzümün yansımasına baktım, başka şekiller almaya
başladı ve hiç bir şekli tekrar yapamadığımı fark ettim. O kadar çok yüz
şekli oluşturdum ki kendimden uzaklaştım. Aradığımı bulamayıp vazgeçmek
üzereyken camdaki yansımamda ağlayan bir kız çocuğunu gördüm. Mavi boncuk
gibi gözlerinden süzülen yaşlarla bana bakıyordu. Yeryüzüne rastgele
savrulan boncuklardan biriydi. Ona Mavi Boncuk ismini taktım.
“Mavi boncuk ağlama” dedim.
“Bana kimse inanmıyor” dedi.
“Bana da” dedim.
Başını kaldırıp boncuk gözlerini kocaman açtı,
“Sen de Mavi Boncuksun ama senin rengin solmuş biraz. Sana da
inanmıyorlar. O zaman mavi boncukları sevmiyorlar” diyerek başını tekrar
eğdi. Ben camdaki Mavi Boncuğun kaybolup gitmesini istemiyordum. Bir şey
söylememeliyim, bana inanmazsa kaçabilir diye düşündüm. Mavi boncuk
başını kaldırmadan anlatmaya başladı;
“Benim okulda bir arkadaşım var, adı Pembe. Ben onu çok seviyorum. Bir de
babamı çok seviyorum. Babam bana çok güzel kalemler alır. Bir gün bana
üzerinde ismimin yazılı olduğu demir bir kalemtraş aldı. Çok sevindim,
arkadaşlarıma gösterdim ama üç gün sonra kaybettim. Çok üzüldüm, babamın
hediyesini koruyamadım. Uzun zaman sonra Pembe’nin kalem kutusunda
kalemtraşımı gördüm ve ona “Bu benim kalemtraşım mı? Buldun mu?” diye
sordum. “Hayır benim o” dedi. Elinden aldım ve üzerine baktım. İsmim
orada duruyor ama üzeri sanki iğneyle çizilerek karalanmıştı. “Yalan
söylüyorsun. İşte ismim, üzerini çizmişsin!” kavga etmeye başladık.
Sınıfta olan öğretmenimiz elinde hep bir sopayla dolaşan sert bir
insandı. Genellikle siyah camlı gözlükler takar, onun kime baktığını
görmeyelim diye gözlüğün arkasından bizi izlerdi. Yanına gelmemizi
istedi.
“Ne oluyor? Anlatın bakalım.”
Önce Pembe’ye söz hakkı verdi sonra bana. Her şeyi anlattım babamın
hediyesi olduğunu, üzerinde ismim yazılı olduğunu. Kalemtraşa baktıktan
sonra elindeki sopayla bacaklarıma vurdu. Kalemtraşımı Pembe’ye verdi.
Sınıftaki bütün çocuklar etrafımıza toplanmıştı, bana hırsızmışım gibi
baktılar. O günden sonra benimle arkadaş olmadılar, hep Pembe’nin yanında
oldular. Öğretmenimiz de Pembe’yi sınıf başkanı yaptı. Canım çok
yanıyor.”
Ağlamaya devam etti. Ona “Ağlama, ben sana inanıyorum” dedim. Gözlerini
silerek sordu,
“Gerçekten inanıyor musun?”
“Evet inanıyorum”
“Ama Babam da inanmadı bana. Ona anlattım, öğretmenimle konuşmaya geldi.
Sevinçliydim. Babam şimdi hesabını soracaktı. O çok güzel konuşur her
şeyi bilirdi, öğretmenime benim haklı olduğumu anlatır ben de
kalemtraşıma kavuşurdum. Öyle olmadı! Babam öğretmenimle gülerek konuştu
hep ama ben yanlarında olmadığım için uzaktan izliyor ne konuştuklarını
bilmiyordum. Kalemtraşım o günden sonra hep Pembe’nin kalem kutusunda
kaldı. Babam akşam bana “Ben sana başka kalemtraş alırım. O arkadaşının
babasız olduğunu biliyor musun? Unut kalemtraşı.” dedi. Babam haklıydı,
ona kalemtraş alacak bir babası yoktu. Arkadaşımı affettim ama
öğretmenimi hiç affetmedim.”
“Ben de affetmedim, affedemedim. Çünkü o günden sonra hakkım olanı
istemenin şiddetle karşılanacağını öğrendim. Susmayı öğrendim. Büyüdüğüm
zaman hakkımı ararım dedim, arayamadım. Girdiğim sınavda hazırlandığım
bir kitabı değiştiren arkadaşım yüzünden kendime çizdiğim yoldan
vazgeçmek zorunda kaldım. Ona bunun hesabını soramadım. Sonra başkasının
çaldığı bir eşya yüzünden iş yerinde beni acımasızca sorguladılar. Bir
bebeğim olacaktı. Uyguladıkları baskıyla bebeğimi kaybettim. Onlara bunun
hesabını soramadım. Çalınan minareye kılıf ararken, neden masumları
kurban ettiklerini soramadım. Başka bir boncuğun peşinden giden kocama
beni terk etmesinin nedenini soramadım. Böylece rengim her birinde yavaş
yavaş soldu.”
“Sen neden ağlamıyorsun?”
“Daha fazla rengim solmasın diye”
“Bende ağlamayım o zaman değil mi?”
“Ağlama”
Gülümsedi, göz yaşlarını sildi ve kayboldu. O günden sonra camda ne kadar
yüz şekli yaptıysam Mavi Boncuğu bulamadım. Gelmedi bir daha... Tekrar
tekrar camda yansımama baktım, yüzümü şekilden şekle soktum; başka
insanlar, tanımadığım yüzler geldi. Her biri başka başka renklerle
doluydu. Kimisi tamamen solmuş, rengini kaybetmiş insanlar. Bazen bir
kadın, bazen bir erkek bazen de bir çocuk. Yeryüzüne savrulurken düştüğü
yere göre renkleri solan insanlar tanıdım. Onlara bakarken renklerini
değil o renklerin arkasındaki dünyayı izlemeye başladım. Dünyanın bir şey
yaptığı yoktu. O sadece karmaşık engebeli bir yerdi. Onu, içinden
çıkılmaz hale getiren bizlerdik.