ÖYKÜ

Şeyda Gökoğlu  







YANSIMA

“Dün gece dolaşıyordum şarap peşinde,
Bir gül gördüm solmuş ocak ateşinde.
Dedim:Ne yaptın ki yakıyorlar seni?
Dedi: Biraz güldüm sabah güneşinde..
Ömer Hayyam

Renkli boncuklar gibi serpildik yeryüzüne; kimimiz parlak bir ışığın altında, kimimiz toza toprağa, çamura gömülerek yitirdik renklerimizi. Düştüğümüz yere bağlandı yaşamlarımız, bize verilen rengi korumaktı amacımız.

Elli iki gün süren bir boşluk. İlk günler etrafımda bir dizi karmaşık olaylar gelişiyor ve otomatik hareketler yapan tanımadığım insanları görüyordum. Robotlaştığımı düşünerek bana her söyleneni komut olarak algılıyordum. İçten gelen hiç bir dürtüm kalmamış ya da ben duyumsamıyordum. Ne kadar sonra oldu anımsamıyorum, pencerenin karşısına geçip kendi yansımama bakıyor yüzümü acayip şekillere sokup çıkarıyor ve ona gülüyordum. Bir gün yansımamda ağladığımı gördüm ama gözyaşım yoktu. “Neden?” diye sordum, sonra şaşırdım. Uzun zamandır ilk defa kendime soru sormuştum. Tekrar yüzümün yansımasına baktım, başka şekiller almaya başladı ve hiç bir şekli tekrar yapamadığımı fark ettim. O kadar çok yüz şekli oluşturdum ki kendimden uzaklaştım. Aradığımı bulamayıp vazgeçmek üzereyken camdaki yansımamda ağlayan bir kız çocuğunu gördüm. Mavi boncuk gibi gözlerinden süzülen yaşlarla bana bakıyordu. Yeryüzüne rastgele savrulan boncuklardan biriydi. Ona Mavi Boncuk ismini taktım.

“Mavi boncuk ağlama” dedim.

“Bana kimse inanmıyor” dedi.

“Bana da” dedim.

Başını kaldırıp boncuk gözlerini kocaman açtı,

“Sen de Mavi Boncuksun ama senin rengin solmuş biraz. Sana da inanmıyorlar. O zaman mavi boncukları sevmiyorlar” diyerek başını tekrar eğdi. Ben camdaki Mavi Boncuğun kaybolup gitmesini istemiyordum. Bir şey söylememeliyim, bana inanmazsa kaçabilir diye düşündüm. Mavi boncuk başını kaldırmadan anlatmaya başladı;

“Benim okulda bir arkadaşım var, adı Pembe. Ben onu çok seviyorum. Bir de babamı çok seviyorum. Babam bana çok güzel kalemler alır. Bir gün bana üzerinde ismimin yazılı olduğu demir bir kalemtraş aldı. Çok sevindim, arkadaşlarıma gösterdim ama üç gün sonra kaybettim. Çok üzüldüm, babamın hediyesini koruyamadım. Uzun zaman sonra Pembe’nin kalem kutusunda kalemtraşımı gördüm ve ona “Bu benim kalemtraşım mı? Buldun mu?” diye sordum. “Hayır benim o” dedi. Elinden aldım ve üzerine baktım. İsmim orada duruyor ama üzeri sanki iğneyle çizilerek karalanmıştı. “Yalan söylüyorsun. İşte ismim, üzerini çizmişsin!” kavga etmeye başladık. Sınıfta olan öğretmenimiz elinde hep bir sopayla dolaşan sert bir insandı. Genellikle siyah camlı gözlükler takar, onun kime baktığını görmeyelim diye gözlüğün arkasından bizi izlerdi. Yanına gelmemizi istedi.

“Ne oluyor? Anlatın bakalım.”

Önce Pembe’ye söz hakkı verdi sonra bana. Her şeyi anlattım babamın hediyesi olduğunu, üzerinde ismim yazılı olduğunu. Kalemtraşa baktıktan sonra elindeki sopayla bacaklarıma vurdu. Kalemtraşımı Pembe’ye verdi. Sınıftaki bütün çocuklar etrafımıza toplanmıştı, bana hırsızmışım gibi baktılar. O günden sonra benimle arkadaş olmadılar, hep Pembe’nin yanında oldular. Öğretmenimiz de Pembe’yi sınıf başkanı yaptı. Canım çok yanıyor.”

Ağlamaya devam etti. Ona “Ağlama, ben sana inanıyorum” dedim. Gözlerini silerek sordu,

“Gerçekten inanıyor musun?”

“Evet inanıyorum”

“Ama Babam da inanmadı bana. Ona anlattım, öğretmenimle konuşmaya geldi. Sevinçliydim. Babam şimdi hesabını soracaktı. O çok güzel konuşur her şeyi bilirdi, öğretmenime benim haklı olduğumu anlatır ben de kalemtraşıma kavuşurdum. Öyle olmadı! Babam öğretmenimle gülerek konuştu hep ama ben yanlarında olmadığım için uzaktan izliyor ne konuştuklarını bilmiyordum. Kalemtraşım o günden sonra hep Pembe’nin kalem kutusunda kaldı. Babam akşam bana “Ben sana başka kalemtraş alırım. O arkadaşının babasız olduğunu biliyor musun? Unut kalemtraşı.” dedi. Babam haklıydı, ona kalemtraş alacak bir babası yoktu. Arkadaşımı affettim ama öğretmenimi hiç affetmedim.”

“Ben de affetmedim, affedemedim. Çünkü o günden sonra hakkım olanı istemenin şiddetle karşılanacağını öğrendim. Susmayı öğrendim. Büyüdüğüm zaman hakkımı ararım dedim, arayamadım. Girdiğim sınavda hazırlandığım bir kitabı değiştiren arkadaşım yüzünden kendime çizdiğim yoldan vazgeçmek zorunda kaldım. Ona bunun hesabını soramadım. Sonra başkasının çaldığı bir eşya yüzünden iş yerinde beni acımasızca sorguladılar. Bir bebeğim olacaktı. Uyguladıkları baskıyla bebeğimi kaybettim. Onlara bunun hesabını soramadım. Çalınan minareye kılıf ararken, neden masumları kurban ettiklerini soramadım. Başka bir boncuğun peşinden giden kocama beni terk etmesinin nedenini soramadım. Böylece rengim her birinde yavaş yavaş soldu.”

“Sen neden ağlamıyorsun?”

“Daha fazla rengim solmasın diye”

“Bende ağlamayım o zaman değil mi?”

“Ağlama”

Gülümsedi, göz yaşlarını sildi ve kayboldu. O günden sonra camda ne kadar yüz şekli yaptıysam Mavi Boncuğu bulamadım. Gelmedi bir daha... Tekrar tekrar camda yansımama baktım, yüzümü şekilden şekle soktum; başka insanlar, tanımadığım yüzler geldi. Her biri başka başka renklerle doluydu. Kimisi tamamen solmuş, rengini kaybetmiş insanlar. Bazen bir kadın, bazen bir erkek bazen de bir çocuk. Yeryüzüne savrulurken düştüğü yere göre renkleri solan insanlar tanıdım. Onlara bakarken renklerini değil o renklerin arkasındaki dünyayı izlemeye başladım. Dünyanın bir şey yaptığı yoktu. O sadece karmaşık engebeli bir yerdi. Onu, içinden çıkılmaz hale getiren bizlerdik.

Ankara - 20021


içindekiler    üst    geri    ileri   




 47