Bir zamanlar bir gecekonduda gaz lambası ışığında örgütçülük yapan
adamlar yaşardı. Dal uçları dağlara bakan bir çınar olurdu bu adamların
kalbinde.
Işığı kıt, adımı yavaş bir zamandı yaşanan. Polis baskını gerilimi içinde
kağnı gıcırtıları eşliğinde bir kervan gibi akardı.
Bu kervan insanlığın günahlarını yüklenerek geçerdi Anadolu’dan.
Çatılarında güvercin gurultuları toprak evler, tanıdık bir yere ait
olmanın gönenci gözlerinde, insanlar da katılırdı bu kervana. Çünkü
bunlar birbirinin özünü anlayan insanlardı.
Yüz çizgileri kadim bir bilgeliğin tanığı dedeler, elleri muşmula kurusu,
duvar diplerinde güneşlenen nineler, kırık kalpli çocuklar ve hırçın
ırmakların alıp götürdüğü telli duvaklı gelinler de olurdu bu kervanda.
Bu kervanda herkes birbirinin sesine yakındı. Çünkü sesten uzaklık,
yaşamaktan ve devrimden de uzak olmak demekti. Çünkü devrim çekiciliğini
ışığına ve çağrısına borçluydu.
İsa’nın havarilerini onun ölümünden sonra bir arada tutan şey nasıl ki
kıyam fikri ve buluşma umarı idiyse işte bu insanları da aynı soylu
çağrılar bir araya getirmişti.
Kırık kalpli çocuklar gün gelip büyüdüler ve âşık oldular. Bazılarının
onlarda ürkütücü buldukları ve beni de huzursuz eden şey, bu çocukların
sürekli yetişkin haliydi.
Bu örgütçü kulübünün yerleşik yabancıları vardı. Deniz ve Azra bu
yerleşik yabancılardandı. Deniz, Azra adlı sevgilisiyle gösterişli küçük
burjuva ama kapalı devre bir hayat sürüyordu.
Gece bu bakışla uzlaşmayı başaramadı hiçbir zaman. Karanlık çökünce
hatıralar geçmişe yansımakta, Azra o zamanki kendisini yakalamaktaydı.
Gece babasını, annesini, kız kardeşini, büyükannesini, okulunu ve
bunların etrafına kümelenmiş uzak geçmişin parçalarını bir araya
getirirdi. Kendisi hakkında bir film izliyormuşçasına, kendisini kendi
geçmiş yaşantısına yerleştiriyordu. Böyle anlarda geçmişi ve çocukluğu
kendisinden daha fazlasını kuşatıyordu.
“Babam öldüğünde sekiz yaşındaydım. Ona karşı işlemiş olabileceğim
kabahatlerden ötürü beni bırakıp gittiğini düşünürdüm. Bu yüzden ölmüş
babamın ayak parmaklarına sımsıkı sarılarak ondan af diledim ağlayarak.”
Teni bozkır kokardı Azra’nın. Geceleri yunuslara yol gösteren yıldızın
adıydı Azra. Bakışlarında hayata karşı insanın içini üşüten bir
umursamazlık vardı. Kişisel mutluluğa kısa süren bir teslim oluşun
ifadesiydi bu.
İnsan sevdikçe hafifler, yerçekimi hükmünü kaybedermiş. Sevdikçe daha çok
yaklaşırmış yıldızlara.
Bir insanın en içteki, en kutsal şeyi, aşkın çoğaltıcı gücünü kaybetmiş
olmasından daha korkutucu bir şey yoktu onun için.
Birbirilerinin içinde kendilerini kaybetmeye çalıştıkları sevişmeleri,
teselli edici fakat umutsuzca bir çaba olarak görürlerdi.
Sevişmeleri bir şeyler arayıp da bulamamayı, eşinmeyi, kendini kaybetmeyi
andırırdı Deniz ve Azra’nın. Bazen öfke saçarak, yüzlerini buruşturarak,
kafalarını birbirlerinin göğsüne toslayarak aranıp dururlardı.
Kucaklaşmaları ve ahenklerini bulan bedenleri kendilerini unutturmuyordu
da onlara, sanki arama görevini hatırlatıyordu. Köpeklerin ümitsizce
yerde eşinmeleri gibi birbirlerinin bedenlerinde eşiniyorlardı. Çaresiz,
hayal kırıklığı içinde, belki son bir ümit kırıntısını almak üzere ara
ara dilleri birbirlerinin yüzünü yalıyordu genişçe. Ancak tükenircesine
yorulunca sakinleşip birbirlerine şükran duyuyorlardı.
Ülke bir yandan karanlık bir dönemden geçiyordu. Yaklaşan darbe seslerini
kastederek, “gidelim buralardan.” demişti de Azra. Deniz, “evimizi,
şehrimizi, tanrılarımızı, ölülerimizi terk edip gitmemizi mi
öneriyorsun?” diye şiddetle karşı çıkmıştı.
Suç unsuru sayılabilecek kitapları yakmaya karar vermişlerdi. Bahçede
yanan ateşin yalımında dalgalanan uzun saçlarını savurarak, üzüntü ve
endişe ile ateşin içindeki kitaplarına bakıyordu Azra. Dalgalı saçları
gibi kıvrılarak yanan her kitap yaprağı yüreğinden de bir parça
koparıyordu.
Deniz ile Azra’nın kaldıkları mahallede taşın ekmeği sert,yoksulluğun
irkiltisi çinkoya yakındı.
Darbeci birlikler ev baskınlarıyla şehri önce güneyden başlayarak hallaç
pamuğuna çevirdiler. Karışık düzen savaş çığlıkları atarak
ilerliyorlardı. Düşmana karşı bir saldırı başlatmışçasına “her şey vatan
için” diye bağırıyorlardı. Darbeciler sokaktaki ilk evin kapısını koç
başıyla parçaladılar.
Kitaplarla silahları yan yana koyup her gün haber yapıyorlardı. Şehir
işkence sahnesi olmanın utancıyla sessizliğe gömülmüştü. İnsanlar
avlanıyor, işkence haneler ve cezaevleri büyük acılara boğuluyordu.
İşkence bir bilgi edinme yöntemi olmaktan çok bir şiddet orgisine
dönüşmüştü. Kimin, nasıl konuşturulduğunun önemi yoktu. Önemli olan,
şahsın konuşup konuşmaması da değildi. İlk etapta çok şiddetli işkence
yapılmazdı. Kaba dayak, burnu ya da elmacık kemiği kırılarak başlanırdı.
Sonra işkencenin şiddeti artarak devam ederdi. Doz, hastalıklı ruhun kana
doyup doymamasına bağlı olarakartar ya da azalırdı.
Sorgunun mekânı bazen bir garaj olurdu, bazense boş bir apartman dairesi.
Önemli olan tek şey çığlıkların duyulmaması ve tamamen işin temiz
yapılmasıydı.
Barbarın yırtıcı görünüşüyle iyi yürekliliği arasındaki maraz karşıtlığı
temsil eden iki polisti Deniz’i sorguya çeken.
Deniz, her işkence seansından sonra kendine geldiğinde ne saati
kestirebiliyordu ne günü ne de hangi şehirde olduğunu.
Gözleri canice bakan polis
- Konuş lan, kaç kişisiniz? Örgüt adı ver bana.
- Tek başınayım.
- Komutanım diyeceksin ..ospu çocuğu…
Onlara ad vermemeye kararlıydı Deniz. Belki felsefe bilgisiyle
yanıltabilirdi onları.
- Ben ekzistensialist örgütündenim.
- Bu ne la? Araba egzozu mu? Bizimle dalga mı geçiyorsun sen?
Korktuğu şey çekermiş kişiyi. Sorgu ve işkence uzun sürmüştü bu sefer.
Gecenin bir vaktinde gelen başka bir timde ‘Sarı’ lakaplı polis şefi
mazgalı açarak, “Geçir lan şunu gözlerine” dedi. Ağzı alkol kokuyordu
Sarı’nın.
Odaya anlaşılan başka bir görevli daha girmişti.
Sarı, “Hoş geldin reis” dedi. Deniz, Sarı’nın Reis’in sırtını
sıvazlamasından anlamıştı sarıldıklarını.
- Hoş bulduk Sarı
- Otur hele otur. Konuşacak çok şey var.
- Kim bu, hangi örgütten?
- Egzos mu, gazoz mu, bilmiyorum, bizimle taşak geçiyor. Ne yapalım reis?
- Açın gözlerini!
- Emin misin reis?
Yüzlerini görmelerine izin verdikleri insanları öldürdüklerini duymuştu
Deniz. Kısa bir sessizlik olmuştu. Sadece diş gıcırtısı ve derin
soluklanmalar duyuluyordu.
Sarı sert bir hareketle göz bandını çıkarttı Deniz’in. Kafasını hafifçe
aşağı yukarı sallayıp, alt dudağını ısırırken duvardaki Türk büyükleriyle
Mustafa Kemal fotoğraflarına baktı.
Sarı, iplerinin çekilmesini bekleyen bir kukla gibi karşısında duruyordu.
Reis konuşurken, tahtadan görünümüne yaraşır suskunlukla, başını
sallıyordu sadece.
Reis, “Gece uzun olacak. Önce kanımızı silelim, sonra öcümüzü alalım.”
dedi.
Biraz yaşadıkları olaylardan konuştular,biraz öldürdükleri insanlardan.
Çocuklarının gözleri önünde öldürülen babaların acılarından. O çocukların
annelerine tecavüz ettikleri zamanlardan. Ortak akılla unutulmuş ve
hatırlatılması istenmeyen şeylerden. Elbette bu yapılanlar kötü şeylerdi,
fakat devletin bekası her şeyin önünde gelirdi. Mevzu vatansa gerisi
teferruattı.
Düşmüş avın etrafında toplanan sırtlan sürülerini andırıyorlardı. Odaya
sarkık bıyıklı biri daha girmişti. Odaya yeni giren eğilip Reis’in
kulağına Sarı’yı kastederek “Bu kim?” diye sordu. “Onun işi uzuvlar, kan
ve eklemler, adını siktir et.” dedi Reis.
Değişik timler Deniz’i cezaevinden alıp alıp yer göstermek için
operasyonlara götürüyorlardı. Operasyonlarda bir polis ölse hıncını ondan
ve yoldaşlarından çıkarıyorlardı. Bu şekilde iki koğuş arkadaşı demir
çubuklarla dövülmüş, gözünün önünde can vermişlerdi.
Bir keresinde Dersim kırsalında bir operasyona götürülmüştü. Militanlar
tarafından pusu atıldığı için bir cemseden kendisini uçuruma atmıştı.
Ölüm nedeni kayıtlara cezaevinde intihar olarak geçti.
Kimsesizler mezarlığıydı gömüldüğü yer. En azından yakınlarına böyle
anlatılmıştı. Herkesin katkısının olduğu ama failinin olmadığı bir
cinayete kurban gitmişti.
Yüreği Mevlâna dergâhı gibiydi. “Ne olursan ol gel” diyordu.
Biraz yürüyorsunuz önce Selvileri sonra mermeri görüyorsunuz. Mezar,
höyüğünde bir anıt taş olarak, dünyadan biraz daha yüksekte, Deniz’i işte
orada yatıyordu Azra’nın.
Deniz’i bir gece yarısı götürürlerken hayata olan güveni, bağlılığı ve
sevdasını da birlikte götürmüşlerdi. Onu polisler alırken ona bağışladığı
kırgın gülüş, jiletle kazınsa bile yüzüne çıkmayacak bir ifade bırakmıştı
Azra’nın. Kimse bilmedi aslında ne çok ağladığını. Evin yolunu bile neden
şaşırdığını, kollarına alıp yatağına yatırdığı savunmasızlığını, tatlı
meltemiyle örttüğü çıplak kalbini kimse bilmedi Azra’nın.
- Öptün mü Deniz’i?
- Arada mazgallar vardı, öpemedim.
Sadece bir kere dokunmuştu ellerine. Bir gözyaşı damlamıştı parmak
uçlarına.
Deniz’in ardından, annesinin de ölümünden sonra bütün düşlerini ardında
bırakmış, yeniden başlamak zor gelmişti. Lodosun çalkaladığı denizde bir
o tarafa bir bu tarafa savrulan bir şilebi andırıyordu. “Bir kum
fırtınası şehri önüne katsa da geldiği çöllere geri götürse” diye
düşünürdü.
Deniz’in kısa cezaevi yaşantılarında kendisine yazdığı mektupları
yanından ayırmazdı. Nedenini bir tek kendisinin bildiği tepeden bakan
yıldızsız göklerin ve bazı gecelerin sadece kibri vardı. O yıldızlara
isim verir gibi bakarken gökyüzüne, kurt ve dağ siluetleri ile doluydu
Deniz’in mahpus geceleri.
Öldürülen öğretmenleri, sendikacıları, gazetecileri, doktorları, giden
babaları ve polisleriyle üstüne saldıran dünya acıttıkça Deniz Azra’ya
yazmıştı. Yazmak ve aşk işte böyle bir kuşatmayı yarma girişimiydi onun
için.
"Canımın içi. Neyi nereye koysam, nereden başlasam bilemiyorum. Taşa
çalınan nar gibi dağılan parçalarımı arayıp duruyorum. Bir yoklar ve
yokluklar diyarı taşıyorum içimde. Ve sürgünden dönüyordu içimdeki güzün
anadili. Kanını sıçratarak ranzalara buralarda kış bastırdı, biliyorsun.
Hayallerimin kıyıcığında bir uçurum var. Seni her düşündüğümde,
sarayları, külleri, aşkları, fiyonkları ve nal sesleri eşliğinde
gelinliği yerlerde sürüklenen, rengarenk, ipeksi bir masal dünyasında
koluna girmiş olarak görürüm seni. Eskil mutluluklara dair bir zaman
tatlı tatlı uğuldar kafamda.
Aşk kayba uğramaktır. Kayba uğramayı göze almaktır. Âşık olmak teslim
olmaktır bir tanem. Ruhum sana teslim, onun sana ihtiyacı var.
Yaşamım ve varlığım sensiz çok acziyet ihtiva edecek.
Sensizlik erimiş bazalta ayakları batırmak gibi, sessizlikte sadece taşın
tınısının duyulması gibi, kuş yumurtasının çıngıraklı baskında yüksekten
düşüp dağılması gibi. Çok yakında senin de beni düşlerime terk edeceğini
biliyorum. Hoşça kal bir tanem.”
Oluk oluk üşümeler akarken gecelerin içinden, tazyikli bir vuruş
silkelerken zamanı yazmıştı bütün bunları.
Huzur nedir bilmeksizin gezinen, ama bir geçmişten ve gelecekten yoksun
ruhlara benziyordu. Tıpkı ölümün daima insanın ikinci evi olarak
görülmesi gibi.
Ölüm Deniz’i öte dünyanın sınırında bekletiyordu. Dünyada sadece sonsuz
bir yabancı ve eksik biri olarak kalabilirdi, biliyordu bu gerçeği.
Akşamın alacasının sessizliği elle tutulur hale getirdiği bir kış
vaktinde yaşamayan biri, şehrin tekinsiz sokaklarında tanımadığı birini,
olmayan bir adresi arıyordu. Candan edeni hâlâ seviyor olmanın gururu
içinde, kararan akşam göğünde Azra’yı arıyordu.
Bir rüyadaymış gibi, yalancı güneşlerin alacakaranlığında işte zamanın
dışına doğru uzanan dere, değirmen ve kışın karanlık ıssızlığı. Zemin don
ve karla kaplı. Cansız yaşam, her türlü yeniden doğma umudunu
olanaksızlaştıran bir natürmort hüznünde.
Azra’nın mezarının üstüne bıraktığı kurumuş çiçekler manzaranın matem
tutan süsleri gibi hâlâ orada duruyorlar.
Hava, insanı derinden titretecek denli soğuk fakat onun üzerinde ince,
mavi bir ceket vardı sadece, üstelik ceketinin düğmelerini de
iliklememişti. Soğuğa falan aldırdığı yoktu, köşede dönüp duruyordu bir
başına.
Gövdesinde açıkta kalan yerleri, elleri ve yüzünü taşlara bastırıyor;
herkes üşürken o bu denli yangınlar içinde.
Yüzünde birçok insanın yüzü vardı. İnsanlar yüzüne gözlerine çarparak bir
hologram gibi geçiyorlardı içinden.
Dumanının boğumlarını boğumlarına ekleyerek içiyordu sigarasını. Tarifsiz
bir önseziyle, elini arka cebine götürdü, adresi kaybetmişti.
“İşte bu delice uzaklık” diye geçirdi içinden.
Kocaman bir sopa vardı elinde. İlerlerken destek almak, bir de
gerektiğinde hırsızlardan, uğursuzlardan, köpeklerden korunmak için
kullanıyordu onu.
Evet, gece oluyordu ama masumdu Deniz. Fevkalade masumdu. Hiçbir şeyden
korkmuyordu. Hayır, korkuyordu ama korkması için bir neden de yoktu.
Çünkü ölmüş birine hiçbir şey yapamazlardı ya da çok az şey
yapabilirlerdi.
Birbirine ulana ulana akıp giden seslerin ve anlamların içinden sahile
doğru yürümeyi sürdürdü.
Sahil boyunca uzanan bu telgraf tellerinin içine sıkıştırılmış ne çok
bekleyiş vardı ne çok umut.
Yakamozlar vardı sularda. Kelebeği kendine çeken ışık içre, sessiz bir
ateşti yanan.
Mavi uykulara dalmıştı deniz. Bekleyiş ise, en gidilmez limanlara
demirleyen bir hayalet gemi olmuştu içinde.
Kafasındaki koyu lacivert düşünceler geceye benziyordu ya da geceyi
düşüncelerinden doğuruyordu. Gece özlemini, külliyatını kuşatan ve
ısrarcılığı kadar zamansızlığıyla da saldırandı. Melankolisini açığa
vuran ölümün korkutucu imgelerini sokuyordu gözüne gözüne.
Bir zaman yaşadığı günlerle Deniz sadece geleceğini değil, geçmişini bile
kendisi yaratmak zorundaydı. Doğal olarak herkesin bir geçmişi vardı
belki, Deniz onu bile Azra’sız kendi elde etmek zorundaydı. En zor olanı
işte buydu.
Deniz’in ya bugün ya hiçbir zaman varmayı umduğu, şimdiden tuhaf bir
karanlığa bürünmüş olan Azra’nın evi, tekrar uzaklaştı göğünden. Fakat
sanki yine de ona geçici bir veda işareti verircesine bir ışık yanıp
söndü oradan. Neşeyle hareketlendiren ortak şarkıları duyuldu. Şarkı en
azından bir anlığına kalbini titretti. Adeta belli belirsiz özlemini
duyduğu bir şeyin gerçekleşmesinin tehdidini hissediyordu içinde.
“Bu uzak duruşunla bana sorduğun suskun soru ne Azra?”
İnsanlar içinden geçerken işkenceci polisi puslu bir sokağın kuytusunda
bekledi. Onu yakalamaya çalıştı. Sorgulamak istedi. Başaramadı. Av ve
avcı rol değiştirdi. Polis kaçtı. O kovaladı. Polisi mahallenin çıkışına,
şehrin dışına, hatta ülkenin dışına kadar kovaladı.
Bütün bunlar otuz saniyede gerçekleşti. Hayatında geriye doğru tutamaklar
araması, ruhunun katmanları arasındaki onlarca karabasanı temizlemesi,
özünü yakalayıp hayatının kör noktasında kalan anılarla yüzleşmesi tam
otuz saniye sürdü. Hesaplaşma ve arınma otuz saniye sürdü.
Sonunda onu bırakmayan bu sokaktan kopup ayrıldı. Dar bir ara sokak çekti
onu. Daha derin bir kara batırdı. Kara dalan ayaklarını geri çıkarmak
ağır bir işti. Ter boşandı. Birden duruverdi. Daha fazla ilerleyemiyordu.
Deniz işte tam o sırada kışın çok uzun sürdüğünü, öyle uzun ki belleğinde
ilkbahar ve yazın ancak iki üç günlüğüne belirdiğini hatırladı. Üstelik o
günlerde bile, en güzel günde bile, arada kar yağdığı olurdu.
Şimdi sonsuzluğun avlusundaydı Deniz. Son bir ölüm daha, sonra Tanrı’yı
görebilirdi. Her düşlediğini yapamıyordu insan. Her düş çiçek açmıyordu.