ÖYKÜ

Josef H. Kılçıksız  





 

Deniz ve Azra


Bir zamanlar bir gecekonduda gaz lambası ışığında örgütçülük yapan adamlar yaşardı. Dal uçları dağlara bakan bir çınar olurdu bu adamların kalbinde.

Işığı kıt, adımı yavaş bir zamandı yaşanan. Polis baskını gerilimi içinde kağnı gıcırtıları eşliğinde bir kervan gibi akardı.

Bu kervan insanlığın günahlarını yüklenerek geçerdi Anadolu’dan. Çatılarında güvercin gurultuları toprak evler, tanıdık bir yere ait olmanın gönenci gözlerinde, insanlar da katılırdı bu kervana. Çünkü bunlar birbirinin özünü anlayan insanlardı.

Yüz çizgileri kadim bir bilgeliğin tanığı dedeler, elleri muşmula kurusu, duvar diplerinde güneşlenen nineler, kırık kalpli çocuklar ve hırçın ırmakların alıp götürdüğü telli duvaklı gelinler de olurdu bu kervanda. Bu kervanda herkes birbirinin sesine yakındı. Çünkü sesten uzaklık, yaşamaktan ve devrimden de uzak olmak demekti. Çünkü devrim çekiciliğini ışığına ve çağrısına borçluydu.

İsa’nın havarilerini onun ölümünden sonra bir arada tutan şey nasıl ki kıyam fikri ve buluşma umarı idiyse işte bu insanları da aynı soylu çağrılar bir araya getirmişti.

Kırık kalpli çocuklar gün gelip büyüdüler ve âşık oldular. Bazılarının onlarda ürkütücü buldukları ve beni de huzursuz eden şey, bu çocukların sürekli yetişkin haliydi.

Bu örgütçü kulübünün yerleşik yabancıları vardı. Deniz ve Azra bu yerleşik yabancılardandı. Deniz, Azra adlı sevgilisiyle gösterişli küçük burjuva ama kapalı devre bir hayat sürüyordu.

Gece bu bakışla uzlaşmayı başaramadı hiçbir zaman. Karanlık çökünce hatıralar geçmişe yansımakta, Azra o zamanki kendisini yakalamaktaydı. Gece babasını, annesini, kız kardeşini, büyükannesini, okulunu ve bunların etrafına kümelenmiş uzak geçmişin parçalarını bir araya getirirdi. Kendisi hakkında bir film izliyormuşçasına, kendisini kendi geçmiş yaşantısına yerleştiriyordu. Böyle anlarda geçmişi ve çocukluğu kendisinden daha fazlasını kuşatıyordu.

“Babam öldüğünde sekiz yaşındaydım. Ona karşı işlemiş olabileceğim kabahatlerden ötürü beni bırakıp gittiğini düşünürdüm. Bu yüzden ölmüş babamın ayak parmaklarına sımsıkı sarılarak ondan af diledim ağlayarak.”

Teni bozkır kokardı Azra’nın. Geceleri yunuslara yol gösteren yıldızın adıydı Azra. Bakışlarında hayata karşı insanın içini üşüten bir umursamazlık vardı. Kişisel mutluluğa kısa süren bir teslim oluşun ifadesiydi bu.

İnsan sevdikçe hafifler, yerçekimi hükmünü kaybedermiş. Sevdikçe daha çok yaklaşırmış yıldızlara.

Bir insanın en içteki, en kutsal şeyi, aşkın çoğaltıcı gücünü kaybetmiş olmasından daha korkutucu bir şey yoktu onun için.

Birbirilerinin içinde kendilerini kaybetmeye çalıştıkları sevişmeleri, teselli edici fakat umutsuzca bir çaba olarak görürlerdi.

Sevişmeleri bir şeyler arayıp da bulamamayı, eşinmeyi, kendini kaybetmeyi andırırdı Deniz ve Azra’nın. Bazen öfke saçarak, yüzlerini buruşturarak, kafalarını birbirlerinin göğsüne toslayarak aranıp dururlardı. Kucaklaşmaları ve ahenklerini bulan bedenleri kendilerini unutturmuyordu da onlara, sanki arama görevini hatırlatıyordu. Köpeklerin ümitsizce yerde eşinmeleri gibi birbirlerinin bedenlerinde eşiniyorlardı. Çaresiz, hayal kırıklığı içinde, belki son bir ümit kırıntısını almak üzere ara ara dilleri birbirlerinin yüzünü yalıyordu genişçe. Ancak tükenircesine yorulunca sakinleşip birbirlerine şükran duyuyorlardı.

Ülke bir yandan karanlık bir dönemden geçiyordu. Yaklaşan darbe seslerini kastederek, “gidelim buralardan.” demişti de Azra. Deniz, “evimizi, şehrimizi, tanrılarımızı, ölülerimizi terk edip gitmemizi mi öneriyorsun?” diye şiddetle karşı çıkmıştı.

Suç unsuru sayılabilecek kitapları yakmaya karar vermişlerdi. Bahçede yanan ateşin yalımında dalgalanan uzun saçlarını savurarak, üzüntü ve endişe ile ateşin içindeki kitaplarına bakıyordu Azra. Dalgalı saçları gibi kıvrılarak yanan her kitap yaprağı yüreğinden de bir parça koparıyordu.

Deniz ile Azra’nın kaldıkları mahallede taşın ekmeği sert,yoksulluğun irkiltisi çinkoya yakındı.

Darbeci birlikler ev baskınlarıyla şehri önce güneyden başlayarak hallaç pamuğuna çevirdiler. Karışık düzen savaş çığlıkları atarak ilerliyorlardı. Düşmana karşı bir saldırı başlatmışçasına “her şey vatan için” diye bağırıyorlardı. Darbeciler sokaktaki ilk evin kapısını koç başıyla parçaladılar.

Kitaplarla silahları yan yana koyup her gün haber yapıyorlardı. Şehir işkence sahnesi olmanın utancıyla sessizliğe gömülmüştü. İnsanlar avlanıyor, işkence haneler ve cezaevleri büyük acılara boğuluyordu.

İşkence bir bilgi edinme yöntemi olmaktan çok bir şiddet orgisine dönüşmüştü. Kimin, nasıl konuşturulduğunun önemi yoktu. Önemli olan, şahsın konuşup konuşmaması da değildi. İlk etapta çok şiddetli işkence yapılmazdı. Kaba dayak, burnu ya da elmacık kemiği kırılarak başlanırdı. Sonra işkencenin şiddeti artarak devam ederdi. Doz, hastalıklı ruhun kana doyup doymamasına bağlı olarakartar ya da azalırdı.

Sorgunun mekânı bazen bir garaj olurdu, bazense boş bir apartman dairesi. Önemli olan tek şey çığlıkların duyulmaması ve tamamen işin temiz yapılmasıydı.

Barbarın yırtıcı görünüşüyle iyi yürekliliği arasındaki maraz karşıtlığı temsil eden iki polisti Deniz’i sorguya çeken.

Deniz, her işkence seansından sonra kendine geldiğinde ne saati kestirebiliyordu ne günü ne de hangi şehirde olduğunu.

Gözleri canice bakan polis

- Konuş lan, kaç kişisiniz? Örgüt adı ver bana.
- Tek başınayım.
- Komutanım diyeceksin ..ospu çocuğu…

Onlara ad vermemeye kararlıydı Deniz. Belki felsefe bilgisiyle yanıltabilirdi onları.

- Ben ekzistensialist örgütündenim.
- Bu ne la? Araba egzozu mu? Bizimle dalga mı geçiyorsun sen?

Korktuğu şey çekermiş kişiyi. Sorgu ve işkence uzun sürmüştü bu sefer. Gecenin bir vaktinde gelen başka bir timde ‘Sarı’ lakaplı polis şefi mazgalı açarak, “Geçir lan şunu gözlerine” dedi. Ağzı alkol kokuyordu Sarı’nın.

Odaya anlaşılan başka bir görevli daha girmişti.
Sarı, “Hoş geldin reis” dedi. Deniz, Sarı’nın Reis’in sırtını sıvazlamasından anlamıştı sarıldıklarını.

- Hoş bulduk Sarı
- Otur hele otur. Konuşacak çok şey var.
- Kim bu, hangi örgütten?
- Egzos mu, gazoz mu, bilmiyorum, bizimle taşak geçiyor. Ne yapalım reis?
- Açın gözlerini!
- Emin misin reis?

Yüzlerini görmelerine izin verdikleri insanları öldürdüklerini duymuştu Deniz. Kısa bir sessizlik olmuştu. Sadece diş gıcırtısı ve derin soluklanmalar duyuluyordu.

Sarı sert bir hareketle göz bandını çıkarttı Deniz’in. Kafasını hafifçe aşağı yukarı sallayıp, alt dudağını ısırırken duvardaki Türk büyükleriyle Mustafa Kemal fotoğraflarına baktı.

Sarı, iplerinin çekilmesini bekleyen bir kukla gibi karşısında duruyordu. Reis konuşurken, tahtadan görünümüne yaraşır suskunlukla, başını sallıyordu sadece.

Reis, “Gece uzun olacak. Önce kanımızı silelim, sonra öcümüzü alalım.” dedi.

Biraz yaşadıkları olaylardan konuştular,biraz öldürdükleri insanlardan. Çocuklarının gözleri önünde öldürülen babaların acılarından. O çocukların annelerine tecavüz ettikleri zamanlardan. Ortak akılla unutulmuş ve hatırlatılması istenmeyen şeylerden. Elbette bu yapılanlar kötü şeylerdi, fakat devletin bekası her şeyin önünde gelirdi. Mevzu vatansa gerisi teferruattı.

Düşmüş avın etrafında toplanan sırtlan sürülerini andırıyorlardı. Odaya sarkık bıyıklı biri daha girmişti. Odaya yeni giren eğilip Reis’in kulağına Sarı’yı kastederek “Bu kim?” diye sordu. “Onun işi uzuvlar, kan ve eklemler, adını siktir et.” dedi Reis.

Değişik timler Deniz’i cezaevinden alıp alıp yer göstermek için operasyonlara götürüyorlardı. Operasyonlarda bir polis ölse hıncını ondan ve yoldaşlarından çıkarıyorlardı. Bu şekilde iki koğuş arkadaşı demir çubuklarla dövülmüş, gözünün önünde can vermişlerdi.

Bir keresinde Dersim kırsalında bir operasyona götürülmüştü. Militanlar tarafından pusu atıldığı için bir cemseden kendisini uçuruma atmıştı. Ölüm nedeni kayıtlara cezaevinde intihar olarak geçti.

Kimsesizler mezarlığıydı gömüldüğü yer. En azından yakınlarına böyle anlatılmıştı. Herkesin katkısının olduğu ama failinin olmadığı bir cinayete kurban gitmişti.

Yüreği Mevlâna dergâhı gibiydi. “Ne olursan ol gel” diyordu.

Biraz yürüyorsunuz önce Selvileri sonra mermeri görüyorsunuz. Mezar, höyüğünde bir anıt taş olarak, dünyadan biraz daha yüksekte, Deniz’i işte orada yatıyordu Azra’nın.

Deniz’i bir gece yarısı götürürlerken hayata olan güveni, bağlılığı ve sevdasını da birlikte götürmüşlerdi. Onu polisler alırken ona bağışladığı kırgın gülüş, jiletle kazınsa bile yüzüne çıkmayacak bir ifade bırakmıştı Azra’nın. Kimse bilmedi aslında ne çok ağladığını. Evin yolunu bile neden şaşırdığını, kollarına alıp yatağına yatırdığı savunmasızlığını, tatlı meltemiyle örttüğü çıplak kalbini kimse bilmedi Azra’nın.

- Öptün mü Deniz’i?
- Arada mazgallar vardı, öpemedim.

Sadece bir kere dokunmuştu ellerine. Bir gözyaşı damlamıştı parmak uçlarına.

Deniz’in ardından, annesinin de ölümünden sonra bütün düşlerini ardında bırakmış, yeniden başlamak zor gelmişti. Lodosun çalkaladığı denizde bir o tarafa bir bu tarafa savrulan bir şilebi andırıyordu. “Bir kum fırtınası şehri önüne katsa da geldiği çöllere geri götürse” diye düşünürdü.

Deniz’in kısa cezaevi yaşantılarında kendisine yazdığı mektupları yanından ayırmazdı. Nedenini bir tek kendisinin bildiği tepeden bakan yıldızsız göklerin ve bazı gecelerin sadece kibri vardı. O yıldızlara isim verir gibi bakarken gökyüzüne, kurt ve dağ siluetleri ile doluydu Deniz’in mahpus geceleri.

Öldürülen öğretmenleri, sendikacıları, gazetecileri, doktorları, giden babaları ve polisleriyle üstüne saldıran dünya acıttıkça Deniz Azra’ya yazmıştı. Yazmak ve aşk işte böyle bir kuşatmayı yarma girişimiydi onun için.

"Canımın içi. Neyi nereye koysam, nereden başlasam bilemiyorum. Taşa çalınan nar gibi dağılan parçalarımı arayıp duruyorum. Bir yoklar ve yokluklar diyarı taşıyorum içimde. Ve sürgünden dönüyordu içimdeki güzün anadili. Kanını sıçratarak ranzalara buralarda kış bastırdı, biliyorsun.

Hayallerimin kıyıcığında bir uçurum var. Seni her düşündüğümde, sarayları, külleri, aşkları, fiyonkları ve nal sesleri eşliğinde gelinliği yerlerde sürüklenen, rengarenk, ipeksi bir masal dünyasında koluna girmiş olarak görürüm seni. Eskil mutluluklara dair bir zaman tatlı tatlı uğuldar kafamda.

Aşk kayba uğramaktır. Kayba uğramayı göze almaktır. Âşık olmak teslim olmaktır bir tanem. Ruhum sana teslim, onun sana ihtiyacı var.

Yaşamım ve varlığım sensiz çok acziyet ihtiva edecek.

Sensizlik erimiş bazalta ayakları batırmak gibi, sessizlikte sadece taşın tınısının duyulması gibi, kuş yumurtasının çıngıraklı baskında yüksekten düşüp dağılması gibi. Çok yakında senin de beni düşlerime terk edeceğini biliyorum. Hoşça kal bir tanem.”

Oluk oluk üşümeler akarken gecelerin içinden, tazyikli bir vuruş silkelerken zamanı yazmıştı bütün bunları.


Huzur nedir bilmeksizin gezinen, ama bir geçmişten ve gelecekten yoksun ruhlara benziyordu. Tıpkı ölümün daima insanın ikinci evi olarak görülmesi gibi.

Ölüm Deniz’i öte dünyanın sınırında bekletiyordu. Dünyada sadece sonsuz bir yabancı ve eksik biri olarak kalabilirdi, biliyordu bu gerçeği.

Akşamın alacasının sessizliği elle tutulur hale getirdiği bir kış vaktinde yaşamayan biri, şehrin tekinsiz sokaklarında tanımadığı birini, olmayan bir adresi arıyordu. Candan edeni hâlâ seviyor olmanın gururu içinde, kararan akşam göğünde Azra’yı arıyordu.

Bir rüyadaymış gibi, yalancı güneşlerin alacakaranlığında işte zamanın dışına doğru uzanan dere, değirmen ve kışın karanlık ıssızlığı. Zemin don ve karla kaplı. Cansız yaşam, her türlü yeniden doğma umudunu olanaksızlaştıran bir natürmort hüznünde.

Azra’nın mezarının üstüne bıraktığı kurumuş çiçekler manzaranın matem tutan süsleri gibi hâlâ orada duruyorlar.

Hava, insanı derinden titretecek denli soğuk fakat onun üzerinde ince, mavi bir ceket vardı sadece, üstelik ceketinin düğmelerini de iliklememişti. Soğuğa falan aldırdığı yoktu, köşede dönüp duruyordu bir başına.

Gövdesinde açıkta kalan yerleri, elleri ve yüzünü taşlara bastırıyor; herkes üşürken o bu denli yangınlar içinde.

Yüzünde birçok insanın yüzü vardı. İnsanlar yüzüne gözlerine çarparak bir hologram gibi geçiyorlardı içinden.

Dumanının boğumlarını boğumlarına ekleyerek içiyordu sigarasını. Tarifsiz bir önseziyle, elini arka cebine götürdü, adresi kaybetmişti.

“İşte bu delice uzaklık” diye geçirdi içinden.

Kocaman bir sopa vardı elinde. İlerlerken destek almak, bir de gerektiğinde hırsızlardan, uğursuzlardan, köpeklerden korunmak için kullanıyordu onu.

Evet, gece oluyordu ama masumdu Deniz. Fevkalade masumdu. Hiçbir şeyden korkmuyordu. Hayır, korkuyordu ama korkması için bir neden de yoktu. Çünkü ölmüş birine hiçbir şey yapamazlardı ya da çok az şey yapabilirlerdi.

Birbirine ulana ulana akıp giden seslerin ve anlamların içinden sahile doğru yürümeyi sürdürdü.

Sahil boyunca uzanan bu telgraf tellerinin içine sıkıştırılmış ne çok bekleyiş vardı ne çok umut.

Yakamozlar vardı sularda. Kelebeği kendine çeken ışık içre, sessiz bir ateşti yanan.
Mavi uykulara dalmıştı deniz. Bekleyiş ise, en gidilmez limanlara demirleyen bir hayalet gemi olmuştu içinde.

Kafasındaki koyu lacivert düşünceler geceye benziyordu ya da geceyi düşüncelerinden doğuruyordu. Gece özlemini, külliyatını kuşatan ve ısrarcılığı kadar zamansızlığıyla da saldırandı. Melankolisini açığa vuran ölümün korkutucu imgelerini sokuyordu gözüne gözüne.

Bir zaman yaşadığı günlerle Deniz sadece geleceğini değil, geçmişini bile kendisi yaratmak zorundaydı. Doğal olarak herkesin bir geçmişi vardı belki, Deniz onu bile Azra’sız kendi elde etmek zorundaydı. En zor olanı işte buydu.

Deniz’in ya bugün ya hiçbir zaman varmayı umduğu, şimdiden tuhaf bir karanlığa bürünmüş olan Azra’nın evi, tekrar uzaklaştı göğünden. Fakat sanki yine de ona geçici bir veda işareti verircesine bir ışık yanıp söndü oradan. Neşeyle hareketlendiren ortak şarkıları duyuldu. Şarkı en azından bir anlığına kalbini titretti. Adeta belli belirsiz özlemini duyduğu bir şeyin gerçekleşmesinin tehdidini hissediyordu içinde.

“Bu uzak duruşunla bana sorduğun suskun soru ne Azra?”

İnsanlar içinden geçerken işkenceci polisi puslu bir sokağın kuytusunda bekledi. Onu yakalamaya çalıştı. Sorgulamak istedi. Başaramadı. Av ve avcı rol değiştirdi. Polis kaçtı. O kovaladı. Polisi mahallenin çıkışına, şehrin dışına, hatta ülkenin dışına kadar kovaladı.

Bütün bunlar otuz saniyede gerçekleşti. Hayatında geriye doğru tutamaklar araması, ruhunun katmanları arasındaki onlarca karabasanı temizlemesi, özünü yakalayıp hayatının kör noktasında kalan anılarla yüzleşmesi tam otuz saniye sürdü. Hesaplaşma ve arınma otuz saniye sürdü.

Sonunda onu bırakmayan bu sokaktan kopup ayrıldı. Dar bir ara sokak çekti onu. Daha derin bir kara batırdı. Kara dalan ayaklarını geri çıkarmak ağır bir işti. Ter boşandı. Birden duruverdi. Daha fazla ilerleyemiyordu.

Deniz işte tam o sırada kışın çok uzun sürdüğünü, öyle uzun ki belleğinde ilkbahar ve yazın ancak iki üç günlüğüne belirdiğini hatırladı. Üstelik o günlerde bile, en güzel günde bile, arada kar yağdığı olurdu.

Şimdi sonsuzluğun avlusundaydı Deniz. Son bir ölüm daha, sonra Tanrı’yı görebilirdi. Her düşlediğini yapamıyordu insan. Her düş çiçek açmıyordu.



içindekiler    üst    geri    ileri   




 17