ÖYKÜ

Göknur Yumuşak  





 

AĞAÇ ÜLKELERİM


Otobüs keskin bir dönemeçten dönerken gözlerimi açtım. Sabaha karşı dalmışım. Gözlerim kamaştı, pırıl pırıl güneşin ışıkları karlarda ahenkle dans ediyordu.

‘Az kaldı sayılır,’ dedi yanımdaki kadın. Bir yandan da türbanını düzeltiyordu. Çok şık giyinmişti. Hali vakti yerinde birine benziyordu.

‘Evet, az kaldı. Sarız’ı geçtik. Üç dört saate varırız.”

Daha fazla dayanamadı.

‘Dikkat ettim, arabaya bindiğimizden beri çok üzgün bir haliniz var. Hayrola, cenazeye mi gidiyorsunuz?’

Sustum. Başımı hayır diye salladım.

‘İki yıldır gelmiyorum Elbistan’a. Evimizi, bahçemizi çok özledim. İnsanın toprağı, memleketi başka oluyor öğle değil mi? Nereye gidersen git ille de vatanın!’

Yutkundum. Gözlerimden akmak isteyen yaşları geri gönderirken boğuluyordum. Zar zor konuştum.

‘Evet haklısınız. Bizim de evimiz, bağımız, bahçelerimiz vardı. Benim ağaç ülkelerim vardı. Ben de onları çok özledim. Ama hepsini aldılar. Hiç bir şeyimiz kalmadı. Dallarımız kırıldı, köklerimiz söküldü. Bütün ağaç ülkelerim yandı, yıkıldı, bir tane bile kalmadı.’

‘Kim, kimler aldı? Niye aldılar ki? Kim size bunları yaptı? Şimdi neredeler?’

Yüzüne baktım, göz göze geldik. Sustum. Boğazım düğümlendi. Nefes alamıyorum. Gözyaşlarım koşmaya başladılar artık; onları zar zor geri çevirdim.

‘Sakın ha sakın, şimdi olmaz, geri dönün, sonra sonra…’


O gün annem on iki imam oruçları bittiği için aşure kaynatmıştı. Bütün mahalleye annemin meşhur aşuresini dağıtmıştım. Akşam babam eve geldiğinde çok durgundu. Bir şeyler olduğunu sezmiştik ama bir anlam verememiştik Yemekten sonra anlatmıştı. Eve gelirken kirvelerimizin oğlu Osman, babamın yolunu çevirmiş, ‘Bak Haydar amca, biz sizi severiz; kimseye zararınız yok ama yine de mahalleden gideceksiniz. Sizin gibilere burada yer yok. Taşınmazsanız olacaklardan ben sorumlu değilim. Bak yazık, delikanlı oğulların var. Onların başına bir şey gelmesini ister misin?’ demiş. O an evde büyük bir sessizlik olmuş, aylardır korktuğumuz başımıza gelmişti. Kimsenin ağzını bıçak açmadı o gece.

1978 yılıydı, Elbistan. O yıllarda birçok yerde olduğu gibi burada da kutuplaşmalar başlamıştı. Mahalleler ayrıştırılıyordu. Göçler başlamıştı.

Birçok insan gibi biz de hep diken üstünde yaşıyorduk. Evler bombalanıyor,birçok aile taşınmaları için tehdit ediliyor, yerlerinden yurtlarından kovuluyorlardı. Bir gün canım arkadaşım Nesrinlerin evini de bombaladılar.

‘Nasıl oldu ya! Büyük bir ses duyduk. Çok korktuk.’

‘Bizde anlamadık, mutfakta yemek yiyorduk, birden büyük bir gürültü koptu, arkasından camlar şangırdadı. Divandaki yastıklar; her şey paramparça oldu. Çok feciydi Mercan çok; bir görseydin. Hepimiz çok korktuk. Nehir altına yaptı, bütün gece ağladı, kâbuslar gördü yavrucak.’

Neyse ki ölen yoktu. Oysa kimseye bir zararları yoktu. İyi insanlardı. Hacı Baba Doğan amcanın tek suçu, Cumhuriyet gazetesi okumasıydı. Apar topar Adana’ya taşındılar. En sevdiğim arkadaşımdan ayrıldığım için çok üzüldüm.

Daha sonra birçok aile yerinden yurdundan ayrılıp başka mahallelere, şehirlere, ülkelere göç ettiler.

Annem,babamın anlattıklarından çok korktu.

‘Gidelim bu mahalleden. Yeter ki çocuklarıma bir şey olmasın,’ dedi, ağlamaya başladı. Ben ise arkadaşlarımdan ayrılmak istemiyordum.

‘Hayır, anne gitmeyelim.’

Annem gözyaşlarını beyaz tülbendinin ucuyla sildi.

‘Olmaz kızım taşınmamız lazım!’

O gece kimse hiçbir şey konuşmadı, ertesi gün toparlanmaya başladık. Hem eşyaları topluyor, hem de ağlıyorduk. Hepimiz çok üzülüyorduk. On altı yıldır yaşadığım bu evi, arkadaşlarımı terk edecektim. Ağaç ülkelerim, kayısılar, kirazlar; evcilik oynadığım dünyamı bırakıp bilinmeze nasıl giderdim.

Artık kitap okumak istemiyordum. Çünkü elma ağaçlarının tepesinde kitap okurdum. Onlar da olmasa ben nerede kitap okuyacaktım. Fransa ağacının altına gittim, olanları ona anlattım. Ellerimle dallarını okşadım, ipek gibi yumuşacıktı. Yaprakları sevgiyle yüzümü okşadı. Üzerindeki uğurböceği de olanları duydu. Hemen elimin üstüne konup kanatlarını çırptı.

‘Neee nee! Gidiyor musun? Nereye? Biz sensiz ne yaparız? Kiminle konuşacağız?’

Çok üzüldüler. Kötü günlerin geleceğini anlamışlardı. Rüzgârda yanlarına geldi, çaresiz bakıştılar. Solukları yüzümü yaladı; bir yaprak düştü; sevgiyle başımı okşadı. Uğur böceği ağladığını belli etmemek için hızlıca uzaklaştı. Ama benim gözümden kaçmadı. Çünkü gözyaşları pembe güllerin üzerine düşmüştü. Bizi seyreden kavak ağaçları da ‘tüh tüh’ diyerek başlarını sağa sola sallayıp salındılar.

Ah ahh, evimiz; benim ağaç ülkelerim… Onları nasıl bırakırım. Ben onlarsız nasıl yaşarım.


Muavinin ikram ettiği çayı yudumlarken dışarıyı seyrediyorum. Kadın uyuyor. Yol tüm hızıyla arkamıza doğru akıyor, zaman gibi.


Sekiz on yaşlarındayım o zamanlar. Güneşli mahallesi, Sekili Sokak…

Mahalledeki çoğu ev iki katlıydı,kocaman elma bahçelerinin içine yapılmışlardı. Birçoğu da konak şeklindeydi. Elma bahçelerinin içinde kaybolur masallardaki kahramanlar olurduk. Bizim evimiz ise yine kocaman bir bahçe içerisinde ama tek katlıydı. Ben o evde doğmuşum. Bahçemizin etrafında kavak ağaçları, ortasında elma ve diğer meyve ağaçları vardı. Kirazlar, vişneler, kayısılar. Annemle babam bu bahçeye bin bir emekle fidan dikmişler, çocukları gibi bakmışlar. Biz çok kardeştik…

Yolun diğer tarafında başka bir elma bahçemiz daha bulunuyordu. Mahallemizde ağaç denizinde yüzüyorduk.

Çok kalabalık bir dünyaydı mahallemiz; ağaçlar, böcekler, kuşlar bütün dostlar kardeşçe yaşıyorduk. Hepimiz aynı sofrada neşeyle yemek yiyorduk. Bir gün uğurböceği çok fazla yaprak biti yemiş; elma ağaçlarını bu asalaklardan temizleyim demiş. Ama mide fesatı geçirmişti. Ne çok gülmüştük.


Elma ağaçları…Benim ülkelerim…

Çok kitap okurdum. Seksen günde devriâlem beni o yaşlarda çok etkilemişti. Bir kuş olup uçmayı, diğer ülkeleri görmeyi isterdim. Düşümde hep uçar, uçardım.

Her bir ağaca bir ülke ismi takmıştım. Her hikâyeyi bir elma ağacında okurdum. Böylece hayalimdeki ülkelerde geziyordum. Ama en çok Fransa ağacını seviyordum.


Ne güzel yıllardı. Her şeyden habersiz mutlu mesut yaşıyorduk.


Evimizi, bahçelerimizi, ineği, danayı, tavukları çok ucuza sattık. Çünkü taşınmak zorunda olduğumuzu biliyorlardı. Kimse değeri kadar para vermedi. Aldığımız parayla ne bir ev nede bir bahçe alabildik.

Ceyhan mahallesinde iki katlı bir ev kiraladı babam. Evin alt katı zahire ambarıydı. Bahçesi olmayan küçücük balkonları ve odaları olan bir evdi.

Bir gün bir kamyon geldi ve her şeyimizi gözyaşları içerisinde yükledik. Annem ağaçlarıyla, bahçesiyle vedalaşırken çok kötü oldu. Babam onun ellerini ağaçların dallarından zor ayırdı.

Namazında niyazında bizi çok seven komşumuz Hatice teyze bizi uğurlamaya geldi. Annem ona sarıldı sarıldı.

Ben bütün ağaç ülkelerimi teker teker dolaşarak gözyaşları içerisinde vedalaştım. Döndüm Fransa ağacıyla bir kez daha kucaklaştım. İçim bir tuhaf oldu. Yüreğim acıyordu. Bütün dalları kanatılarak zorla kopartılmış bir zeytin fidanı gibi ağlıyordum. Her yanım kanıyor, inim inim inliyordu.

Her şeyimi bütün hayatımı geride bırakıp gidiyordum.

Ablamla kamyonun üstüne eşyaların arasına oturmuştuk. Gözyaşları içerisinde mahallemizi, arkadaşlarımızı, anılarımızı terk ediyorduk.

Ellerimi bütün gücümle çekiyordum ama ağaçların dallarından ayıramıyordum. Kamyonun üstünde kolum uzadıkça uzuyordu. İçimde ince bir sızı bütün bedenimi kaplıyor; kamyon yol aldıkça yaralarıma tuz basıyordu.

Bir şeyler kopuyordu içimde; asla onarılmayacak. Gözyaşlarım sel olmuş, evimize, bahçemize doğru akıyordu. Dilsizdik o an; birbirimize bakıp hıçkırıklarla ağlıyorduk sadece. Çaresizce…

O eve eşyalarımızla birlikte zar zor sığıştık. Annem günlerce ağladı. Arada sırada gidip uzaktan evimize bahçemize bakıyordu. Yine bir gün bakmış ki bahçede oynayan çocuklar ağaçların dallarını kırıyorlar; üzülmüş, kahrolmuş.

Daha sonra bahçedeki tüm ağaçların kesildiğini, apartman inşaatına başlandığını görünce oracığa yığılıp kalmış kadıncağız. Komşular alıp yatırmış, kendine gelince eve getirmişlerdi.

Ben hiç gitmedim. Çünkü ağaç ülkelerimin başına gelenleri görmeye dayanacak gücüm yoktu.

Biz üzülmeyelim diye annem hep balkonda gizli gizli ağlardı. Evinin ocağının yakılıp yıkılması yüreğine kor düşürmüştü. Yandıkça yanıyor, allı güllü has bahçesi ve içindeki sarayı için Kürtçe ağıtlar yakıyordu.

Azıcık da olsa nefes aldığı tek yer bu daracık balkondu. Bu kafeste bir ölüydü artık.


Dört beş yaşlarında bir kız çocuğu sıkışınca bir benzinlikte mola verdik.

‘Onlar tuvaletten gelinceye kadar aşağıda bir sigara içebilir miyim kaptan?’

Evet, anlamında başını salladı. Beni gören birkaç yolcu daha indi. Gezinerek sigaramı içiyorum.


Bu göçten sonra elinden bütün oyuncakları zorla alınan bir çocuk gibiydim. Çok durgunlaşmıştım. Hiç neşem kalmamıştı. Abim halime çok üzülüyordu.

‘Hadi gel peçiç * oynayalım.’

‘Hayır, abi canım istemiyor.’

‘O zaman gidip kütüphaneden kitap alalım.’

‘Hayır istemiyorum.’

Sonra12 Eylül darbesi oldu. Bizim gibi insanlara artık Elbistan iyice dar gelmeye başladı. Her gün evler aranıyor, bir şikâyet üzerine insanlar tutuklanıp mahkemeye çıkmayı bekliyorlardı. Sonunda Mersin’e taşınmaya karar verdik.

Bu büyük ve sıcak, kültürüne yabancı olduğumuz şehre alışmak çok zor oldu. Yerinden sökülüp başka yere dikildiğinde yeni yerine tutunamayan bir ağaç gibi sallanıyorduk. Artık tamamen köklerimizden koparılmıştık. Her yanımız acıyordu. Hep bir yanımız eksikti. Bahçeli evleri seyrederken kabuk bağlayan yaralarımız tekrar tekrar kanıyordu.

Evin önünde iki metrekarelik küçücük bir toprak parçası vardı. O kadar büyük bahçelerden sonra buraya sığışmak çok ağrımıza gidiyordu. Yine de domates, biber yetiştirmeye çalışıyordu, Annem Babam. Belki kanayan yaralarına ilaç olur diye. Ama nafile…


Elbistan’a vardık sonunda. Yıllardır gelmiyordum. Her taraf bina dolmuş, şehir çok büyümüştü. Bazı binaların tabelalarını okuyunca bunların dini hizmet veren yapılar olduğunu gördüm. Ne çoklardı.

Kadınların büyük çoğunluğu uzun mantolar giyip türban takmışlardı. Ben çocukken hiç böyle değildi.

Otobüs eski evimizin yakınından geçerken bakındım; bahçelerimize kocaman; onar katlı apartmanlar yapılmıştı.

Öksüz bir çocuk gibi boynum büküldü. Gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Artık onları geri göndermeye gücüm yetmiyordu. Bütün çocukluğum; ilk gençlik anılarım hepsi yok olmuş, arkadaşlarımın her biri bir yere savrulmuştu. Neyim var, neyim yoksa elimden alınmış; öylece çırılçıplak kalakalmıştım orta yerde.

Asla iyileşmeyen yaralarım, gördüklerimle kanamaya başladılar yeniden.

Göz ucuyla kadına bakındım. Bilezik dolu kolu çantalarını hazırlarken şıngırdıyordu. Onu son model pahalı bir araba aldı. Arabadan inip onu karşılayan türbanlı kadının kolu da bilezik doluydu. O da çok şık giyinmişti.

Beni hamile olan yeğenim karşıladı; sıkıca sarıldık, sarıldık. Ağladığım kızarmış gözlerimden belli oluyordu. Karnını sıvazladı:

‘Tamam, teyze ağlama artık. Bak yeğenin sana hoş geldin diyor.’

Gülümsedim.

Yakında aramıza yeni bir can katılacaktı. Umarım o ağaç ülkelerini kaybetmez. Bir gün benim gibi orta yerde çırılçıplak kalmaz.

Uzun yol bu yaşta beni hayli yormuştu.Yarınki mirasla ilgili mahkemeyi düşündüm ve düşümde yine ağaç ülkelerimde kitap okumayı hayal ederek uyudum.

________________

* Peçiç : taşlarla oynanan yöresel bir oyun, bir tür satranç.


dizin    üst    geri    ileri  

 



 14 

 SÜJE  /  otuz beşinci sayı