Otobüs keskin bir dönemeçten dönerken gözlerimi açtım. Sabaha karşı
dalmışım. Gözlerim kamaştı, pırıl pırıl güneşin ışıkları karlarda ahenkle
dans ediyordu.
‘Az kaldı sayılır,’ dedi yanımdaki kadın. Bir yandan da türbanını
düzeltiyordu. Çok şık giyinmişti. Hali vakti yerinde birine benziyordu.
‘Evet, az kaldı. Sarız’ı geçtik. Üç dört saate varırız.”
Daha fazla dayanamadı.
‘Dikkat ettim, arabaya bindiğimizden beri çok üzgün bir haliniz var.
Hayrola, cenazeye mi gidiyorsunuz?’
Sustum. Başımı hayır diye salladım.
‘İki yıldır gelmiyorum Elbistan’a. Evimizi, bahçemizi çok özledim. İnsanın
toprağı, memleketi başka oluyor öğle değil mi? Nereye gidersen git ille
de vatanın!’
Yutkundum. Gözlerimden akmak isteyen yaşları geri gönderirken
boğuluyordum. Zar zor konuştum.
‘Evet haklısınız. Bizim de evimiz, bağımız, bahçelerimiz vardı. Benim ağaç
ülkelerim vardı. Ben de onları çok özledim. Ama hepsini aldılar. Hiç bir
şeyimiz kalmadı. Dallarımız kırıldı, köklerimiz söküldü. Bütün ağaç
ülkelerim yandı, yıkıldı, bir tane bile kalmadı.’
‘Kim, kimler aldı? Niye aldılar ki? Kim size bunları yaptı? Şimdi
neredeler?’
Yüzüne baktım, göz göze geldik. Sustum. Boğazım düğümlendi. Nefes
alamıyorum. Gözyaşlarım koşmaya başladılar artık; onları zar zor geri
çevirdim.
‘Sakın ha sakın, şimdi olmaz, geri dönün, sonra sonra…’
O gün annem on iki imam oruçları bittiği için aşure kaynatmıştı. Bütün
mahalleye annemin meşhur aşuresini dağıtmıştım. Akşam babam eve
geldiğinde çok durgundu. Bir şeyler olduğunu sezmiştik ama bir anlam
verememiştik Yemekten sonra anlatmıştı. Eve gelirken kirvelerimizin oğlu
Osman, babamın yolunu çevirmiş, ‘Bak Haydar amca, biz sizi severiz;
kimseye zararınız yok ama yine de mahalleden gideceksiniz. Sizin gibilere
burada yer yok. Taşınmazsanız olacaklardan ben sorumlu değilim. Bak
yazık, delikanlı oğulların var. Onların başına bir şey gelmesini ister
misin?’ demiş. O an evde büyük bir sessizlik olmuş, aylardır korktuğumuz
başımıza gelmişti. Kimsenin ağzını bıçak açmadı o gece.
1978 yılıydı, Elbistan. O yıllarda birçok yerde olduğu gibi burada da
kutuplaşmalar başlamıştı. Mahalleler ayrıştırılıyordu. Göçler başlamıştı.
Birçok insan gibi biz de hep diken üstünde yaşıyorduk. Evler
bombalanıyor,birçok aile taşınmaları için tehdit ediliyor, yerlerinden
yurtlarından kovuluyorlardı. Bir gün canım arkadaşım Nesrinlerin evini de
bombaladılar.
‘Nasıl oldu ya! Büyük bir ses duyduk. Çok korktuk.’
‘Bizde anlamadık, mutfakta yemek yiyorduk, birden büyük bir gürültü
koptu, arkasından camlar şangırdadı. Divandaki yastıklar; her şey
paramparça oldu. Çok feciydi Mercan çok; bir görseydin. Hepimiz çok
korktuk. Nehir altına yaptı, bütün gece ağladı, kâbuslar gördü yavrucak.’
Neyse ki ölen yoktu. Oysa kimseye bir zararları yoktu. İyi insanlardı.
Hacı Baba Doğan amcanın tek suçu, Cumhuriyet gazetesi okumasıydı. Apar
topar Adana’ya taşındılar. En sevdiğim arkadaşımdan ayrıldığım için çok
üzüldüm.
Daha sonra birçok aile yerinden yurdundan ayrılıp başka mahallelere,
şehirlere, ülkelere göç ettiler.
Annem,babamın anlattıklarından çok korktu.
‘Gidelim bu mahalleden. Yeter ki çocuklarıma bir şey olmasın,’ dedi,
ağlamaya başladı. Ben ise arkadaşlarımdan ayrılmak istemiyordum.
‘Hayır, anne gitmeyelim.’
Annem gözyaşlarını beyaz tülbendinin ucuyla sildi.
‘Olmaz kızım taşınmamız lazım!’
O gece kimse hiçbir şey konuşmadı, ertesi gün toparlanmaya başladık. Hem
eşyaları topluyor, hem de ağlıyorduk. Hepimiz çok üzülüyorduk. On altı
yıldır yaşadığım bu evi, arkadaşlarımı terk edecektim. Ağaç ülkelerim,
kayısılar, kirazlar; evcilik oynadığım dünyamı bırakıp bilinmeze nasıl
giderdim.
Artık kitap okumak istemiyordum. Çünkü elma ağaçlarının tepesinde kitap
okurdum. Onlar da olmasa ben nerede kitap okuyacaktım. Fransa ağacının
altına gittim, olanları ona anlattım. Ellerimle dallarını okşadım, ipek
gibi yumuşacıktı. Yaprakları sevgiyle yüzümü okşadı. Üzerindeki
uğurböceği de olanları duydu. Hemen elimin üstüne konup kanatlarını
çırptı.
‘Neee nee! Gidiyor musun? Nereye? Biz sensiz ne yaparız? Kiminle
konuşacağız?’
Çok üzüldüler. Kötü günlerin geleceğini anlamışlardı. Rüzgârda yanlarına
geldi, çaresiz bakıştılar. Solukları yüzümü yaladı; bir yaprak düştü;
sevgiyle başımı okşadı. Uğur böceği ağladığını belli etmemek için hızlıca
uzaklaştı. Ama benim gözümden kaçmadı. Çünkü gözyaşları pembe güllerin
üzerine düşmüştü. Bizi seyreden kavak ağaçları da ‘tüh tüh’ diyerek
başlarını sağa sola sallayıp salındılar.
Ah ahh, evimiz; benim ağaç ülkelerim… Onları nasıl bırakırım. Ben
onlarsız nasıl yaşarım.
Muavinin ikram ettiği çayı yudumlarken dışarıyı seyrediyorum. Kadın
uyuyor. Yol tüm hızıyla arkamıza doğru akıyor, zaman gibi.
Sekiz on yaşlarındayım o zamanlar. Güneşli mahallesi, Sekili Sokak…
Mahalledeki çoğu ev iki katlıydı,kocaman elma bahçelerinin içine
yapılmışlardı. Birçoğu da konak şeklindeydi. Elma bahçelerinin içinde
kaybolur masallardaki kahramanlar olurduk. Bizim evimiz ise yine kocaman
bir bahçe içerisinde ama tek katlıydı. Ben o evde doğmuşum. Bahçemizin
etrafında kavak ağaçları, ortasında elma ve diğer meyve ağaçları vardı.
Kirazlar, vişneler, kayısılar. Annemle babam bu bahçeye bin bir emekle
fidan dikmişler, çocukları gibi bakmışlar. Biz çok kardeştik…
Yolun diğer tarafında başka bir elma bahçemiz daha bulunuyordu.
Mahallemizde ağaç denizinde yüzüyorduk.
Çok kalabalık bir dünyaydı mahallemiz; ağaçlar, böcekler, kuşlar bütün
dostlar kardeşçe yaşıyorduk. Hepimiz aynı sofrada neşeyle yemek yiyorduk.
Bir gün uğurböceği çok fazla yaprak biti yemiş; elma ağaçlarını bu
asalaklardan temizleyim demiş. Ama mide fesatı geçirmişti. Ne çok
gülmüştük.
Elma ağaçları…Benim ülkelerim…
Çok kitap okurdum. Seksen günde devriâlem beni o yaşlarda çok
etkilemişti. Bir kuş olup uçmayı, diğer ülkeleri görmeyi isterdim.
Düşümde hep uçar, uçardım.
Her bir ağaca bir ülke ismi takmıştım. Her hikâyeyi bir elma ağacında
okurdum. Böylece hayalimdeki ülkelerde geziyordum. Ama en çok Fransa
ağacını seviyordum.
Ne güzel yıllardı. Her şeyden habersiz mutlu mesut yaşıyorduk.
Evimizi, bahçelerimizi, ineği, danayı, tavukları çok ucuza sattık. Çünkü
taşınmak zorunda olduğumuzu biliyorlardı. Kimse değeri kadar para
vermedi. Aldığımız parayla ne bir ev nede bir bahçe alabildik.
Ceyhan mahallesinde iki katlı bir ev kiraladı babam. Evin alt katı zahire
ambarıydı. Bahçesi olmayan küçücük balkonları ve odaları olan bir evdi.
Bir gün bir kamyon geldi ve her şeyimizi gözyaşları içerisinde yükledik.
Annem ağaçlarıyla, bahçesiyle vedalaşırken çok kötü oldu. Babam onun
ellerini ağaçların dallarından zor ayırdı.
Namazında niyazında bizi çok seven komşumuz Hatice teyze bizi uğurlamaya
geldi. Annem ona sarıldı sarıldı.
Ben bütün ağaç ülkelerimi teker teker dolaşarak gözyaşları içerisinde
vedalaştım. Döndüm Fransa ağacıyla bir kez daha kucaklaştım. İçim bir
tuhaf oldu. Yüreğim acıyordu. Bütün dalları kanatılarak zorla kopartılmış
bir zeytin fidanı gibi ağlıyordum. Her yanım kanıyor, inim inim
inliyordu.
Her şeyimi bütün hayatımı geride bırakıp gidiyordum.
Ablamla kamyonun üstüne eşyaların arasına oturmuştuk. Gözyaşları
içerisinde mahallemizi, arkadaşlarımızı, anılarımızı terk ediyorduk.
Ellerimi bütün gücümle çekiyordum ama ağaçların dallarından
ayıramıyordum. Kamyonun üstünde kolum uzadıkça uzuyordu. İçimde ince bir
sızı bütün bedenimi kaplıyor; kamyon yol aldıkça yaralarıma tuz
basıyordu.
Bir şeyler kopuyordu içimde; asla onarılmayacak. Gözyaşlarım sel olmuş,
evimize, bahçemize doğru akıyordu. Dilsizdik o an; birbirimize bakıp
hıçkırıklarla ağlıyorduk sadece. Çaresizce…
O eve eşyalarımızla birlikte zar zor sığıştık. Annem günlerce ağladı.
Arada sırada gidip uzaktan evimize bahçemize bakıyordu. Yine bir gün
bakmış ki bahçede oynayan çocuklar ağaçların dallarını kırıyorlar;
üzülmüş, kahrolmuş.
Daha sonra bahçedeki tüm ağaçların kesildiğini, apartman inşaatına
başlandığını görünce oracığa yığılıp kalmış kadıncağız. Komşular alıp
yatırmış, kendine gelince eve getirmişlerdi.
Ben hiç gitmedim. Çünkü ağaç ülkelerimin başına gelenleri görmeye
dayanacak gücüm yoktu.
Biz üzülmeyelim diye annem hep balkonda gizli gizli ağlardı. Evinin
ocağının yakılıp yıkılması yüreğine kor düşürmüştü. Yandıkça yanıyor, allı
güllü has bahçesi ve içindeki sarayı için Kürtçe ağıtlar yakıyordu.
Azıcık da olsa nefes aldığı tek yer bu daracık balkondu. Bu kafeste bir
ölüydü artık.
Dört beş yaşlarında bir kız çocuğu sıkışınca bir benzinlikte mola verdik.
‘Onlar tuvaletten gelinceye kadar aşağıda bir sigara içebilir miyim
kaptan?’
Evet, anlamında başını salladı. Beni gören birkaç yolcu daha indi.
Gezinerek sigaramı içiyorum.
Bu göçten sonra elinden bütün oyuncakları zorla alınan bir çocuk
gibiydim. Çok durgunlaşmıştım. Hiç neşem kalmamıştı. Abim halime çok
üzülüyordu.
‘Hadi gel peçiç * oynayalım.’
‘Hayır, abi canım istemiyor.’
‘O zaman gidip kütüphaneden kitap alalım.’
‘Hayır istemiyorum.’
Sonra12 Eylül darbesi oldu. Bizim gibi insanlara artık Elbistan iyice dar
gelmeye başladı. Her gün evler aranıyor, bir şikâyet üzerine insanlar
tutuklanıp mahkemeye çıkmayı bekliyorlardı. Sonunda Mersin’e taşınmaya
karar verdik.
Bu büyük ve sıcak, kültürüne yabancı olduğumuz şehre alışmak çok zor
oldu. Yerinden sökülüp başka yere dikildiğinde yeni yerine tutunamayan
bir ağaç gibi sallanıyorduk. Artık tamamen köklerimizden koparılmıştık.
Her yanımız acıyordu. Hep bir yanımız eksikti. Bahçeli evleri seyrederken
kabuk bağlayan yaralarımız tekrar tekrar kanıyordu.
Evin önünde iki metrekarelik küçücük bir toprak parçası vardı. O kadar
büyük bahçelerden sonra buraya sığışmak çok ağrımıza gidiyordu. Yine de
domates, biber yetiştirmeye çalışıyordu, Annem Babam. Belki kanayan
yaralarına ilaç olur diye. Ama nafile…
Elbistan’a vardık sonunda. Yıllardır gelmiyordum. Her taraf bina dolmuş,
şehir çok büyümüştü. Bazı binaların tabelalarını okuyunca bunların dini
hizmet veren yapılar olduğunu gördüm. Ne çoklardı.
Kadınların büyük çoğunluğu uzun mantolar giyip türban takmışlardı. Ben
çocukken hiç böyle değildi.
Otobüs eski evimizin yakınından geçerken bakındım; bahçelerimize kocaman;
onar katlı apartmanlar yapılmıştı.
Öksüz bir çocuk gibi boynum büküldü. Gözlerimden yaşlar akmaya başladı.
Artık onları geri göndermeye gücüm yetmiyordu. Bütün çocukluğum; ilk
gençlik anılarım hepsi yok olmuş, arkadaşlarımın her biri bir yere
savrulmuştu. Neyim var, neyim yoksa elimden alınmış; öylece çırılçıplak
kalakalmıştım orta yerde.
Asla iyileşmeyen yaralarım, gördüklerimle kanamaya başladılar yeniden.
Göz ucuyla kadına bakındım. Bilezik dolu kolu çantalarını hazırlarken
şıngırdıyordu. Onu son model pahalı bir araba aldı. Arabadan inip onu
karşılayan türbanlı kadının kolu da bilezik doluydu. O da çok şık
giyinmişti.
Beni hamile olan yeğenim karşıladı; sıkıca sarıldık, sarıldık. Ağladığım
kızarmış gözlerimden belli oluyordu. Karnını sıvazladı:
‘Tamam, teyze ağlama artık. Bak yeğenin sana hoş geldin diyor.’
Gülümsedim.
Yakında aramıza yeni bir can katılacaktı. Umarım o ağaç ülkelerini
kaybetmez. Bir gün benim gibi orta yerde çırılçıplak kalmaz.
Uzun yol bu yaşta beni hayli yormuştu.Yarınki mirasla ilgili mahkemeyi
düşündüm ve düşümde yine ağaç ülkelerimde kitap okumayı hayal ederek
uyudum.
________________
* Peçiç
: taşlarla oynanan yöresel bir oyun, bir tür satranç.