ÖYKÜ

Havva Ağral   





 

ZUHUR


Daha önce gittiği parkı çok kalabalık bulduğundan, kendisine her zaman uğurlu geldiğini saydığı o sessiz mekana geçti. Börekçi kafe. Rüzgarın inadıyla saçları kadayıf teli gibi dağılmış, beyni radyo frekansı gibi cızırtılı bir halde kafeteryada tek başına oturuyordu.

Pek çok kelime kafasında uğuldayıp duruyordu.

“Eğrelti otları, camide yuva yapan fare, Leylak sokak, Armağan sokak…”

Berrak, aynı gün camide hiç gelmeyecek bir cenazeyi bekleyip durmuştu. O gün atölyede arkadaşa gelen telefondan ne duyduysa o bilgi kırıntılarıyla yola çıkmıştı. Camiye koşmuştu. Son anda, ölen arkadaşın vasiyeti üzerine, cenaze namazı kılınmaması kararı alınmış ve Berrak bundan habersiz camide bir saate kadar beklemişti. Aklında kısa film yapmak düşüncesi, gözlerinin önünde cami ağaçlarının arasında kıpırdayıp duran bir fare; öylece bakıp kalmıştı. Demek radyocu çocuk! Berrak gibi, bu zamansız ölümü duyan bir iki arkadaş da camiye gelmiş, telefon trafiğinden sonra çocuğun namazsız gömüleceğini öğrenmişlerdi. Berrak, cenazenin çocuğun evine götürüleceğini düşünerek yukarı yöne doğru yola koyulmuştu. Bu arada kendine hayıflanıyordu. Çünkü evi de bulamadı. Rüzgar aniden toz duman kaldırarak Berrak’ın gözlerine doldu. Felek sokak mıydı? Leylak mı? İyi de hangi apartman? Okulun arkasında, ama hangisi?

Radyocu yaşadığı zamanlarda değişik adresler vermişti. Hiç birini tam hatırlamıyordu ki.

Hatırladığı bütün bilgi kırıntılarını kullandı. Yoktu. Büyük caddede, ara sokaklarda herhangi bir cenaze arabası da görünmüyordu. Telefonla arkadaşlarına ulaşmayı denedi. Sonunda hastaneden direkt mezarlığa götürülen bir cenazeyi beklediğini anladı. Mevta eve bile uğramayacakmış. Bu saçmalık! Berrak o gün atölyede bir köprü resmi yapıyordu. Haberi almadan ve yollara düşmeden önce, eğrelti otları bilinçsizce büyümüş, köprüyü kaplamaya başlamıştı. Koyu gölgeli yerlerde maviye ve derin bir yeşile dönüyordu. Berrak elinin yeşille olan derin dansına dalıp gitmişti.

Ve o telefon. Radyocu! Hani şu Yunanca halk şarkılarını ezbere bilen çocuk. Hani şu düzgün diksiyonuyla çevresini etkisi altına sokan çocuk. Şiire devrilen bakışlarıyla uzakların sarkan ellerine sonunda tutunan ve zahire karışan çocuk…

Şimdi frekans dalga boylarını ve şiddetini büyütüyordu. Kasaba sokakları, zahire kaçan tüm çocukları aramanın vaktinde takılıp kaldı… Gözlerinin önünde çizim eskizleri, espaslar, katmerli güllerde yeşil bitler görünüyor; zihni sokak adlarını tekrar edip duruyordu.

“Felek, sima, menekşe, leylak …” Küçük yaşamların kadranındaki yumaklardan iplik iplik isimler sökülüp geliyordu. Berrak, radyocunun yüzünü anımsayamadı. Aslında hepsinden kaçıyordu. İnsanlara belli bir uzaklıktan bakmaktı tercihi. Kendi varlığını daha az duyumsatmak gibi bir tercihti bu. Kendini işe yarar bulmadığından mı? Yoksa yaşamda insanlar için bir engel teşkil ettiğini düşündüğünden mi? Belki de sokağın zahire kaçan diğer çocuklardan biri de kendisiydi.

Hasan vardı. Kaptan. Gemide zehirlenmişti ve oracıkta ölmüştü. Öldüğünü yıllar sonra öğrendi Berrak. Fatih kan kanserinden. Radyocu bir başka kanser hikayesinin elinden almıştı zahirin sonsuzluk beyazını.

Berrak elindeki resimlerin kirli beyazlarla lekelendiğini düşündü. Kasabada ölüler ve diriler arasında yarı zahir bir yolun yolcusu saydı kendini. Emine, Rahmi, Gani zahire bulandıkça aklına gelen yitiklerden. Gani’yi vurdular. Yeni baba olmuştu. Emine bir de Meral evet erken evlenen Meral, gelinliği kiralık kirli beyaz bir Meral.

Berrak kasaba sokaklarında kendini tekrar tekrar yokladı. Kendinden kaçtığı duyguyu sonunda yakaladı. Hayır on beş yıllık arkadaşının evini bilmiyor olmaktan dolayı artık hayıflanmıyordu. Kendini acımasızca her şeyden soyutlanmış duyduğunun farkına vardı. Bir an eğrelti otların düşündü yine. Köprü resmini yaparken aklında bir piknik görüntüsü olduğunu anımsadı. Dere kenarında rakı içen radyocu çocuğun sesi çok derinden, bilinmez bir diyardan kulağına çalınır gibiydi. Arnavutça bir halk ezgisi. O an telefon geldi. Ellerine zuhur eden eğrelti otları neden bu kadar derinin yeşiliydi ki?


dizin    üst    geri    ileri  

 



 30 

 SÜJE  /  Havva Ağral  /  otuz temmuz iki bin on sekiz   / 29