Daha önce gittiği parkı çok kalabalık bulduğundan, kendisine her zaman
uğurlu geldiğini saydığı o sessiz mekana geçti. Börekçi kafe. Rüzgarın
inadıyla saçları kadayıf teli gibi dağılmış, beyni radyo frekansı gibi
cızırtılı bir halde kafeteryada tek başına oturuyordu.
Pek çok kelime kafasında uğuldayıp duruyordu.
“Eğrelti otları, camide yuva yapan fare, Leylak sokak, Armağan sokak…”
Berrak, aynı gün camide hiç gelmeyecek bir cenazeyi bekleyip durmuştu. O
gün atölyede arkadaşa gelen telefondan ne duyduysa o bilgi kırıntılarıyla
yola çıkmıştı. Camiye koşmuştu. Son anda, ölen arkadaşın vasiyeti
üzerine, cenaze namazı kılınmaması kararı alınmış ve Berrak bundan
habersiz camide bir saate kadar beklemişti. Aklında kısa film yapmak
düşüncesi, gözlerinin önünde cami ağaçlarının arasında kıpırdayıp duran
bir fare; öylece bakıp kalmıştı. Demek radyocu çocuk! Berrak gibi, bu
zamansız ölümü duyan bir iki arkadaş da camiye gelmiş, telefon
trafiğinden sonra çocuğun namazsız gömüleceğini öğrenmişlerdi. Berrak,
cenazenin çocuğun evine götürüleceğini düşünerek yukarı yöne doğru yola
koyulmuştu. Bu arada kendine hayıflanıyordu. Çünkü evi de bulamadı.
Rüzgar aniden toz duman kaldırarak Berrak’ın gözlerine doldu. Felek sokak
mıydı? Leylak mı? İyi de hangi apartman? Okulun arkasında, ama hangisi?
Radyocu yaşadığı zamanlarda değişik adresler vermişti. Hiç birini tam
hatırlamıyordu ki.
Hatırladığı bütün bilgi kırıntılarını kullandı. Yoktu. Büyük caddede, ara
sokaklarda herhangi bir cenaze arabası da görünmüyordu. Telefonla
arkadaşlarına ulaşmayı denedi. Sonunda hastaneden direkt mezarlığa
götürülen bir cenazeyi beklediğini anladı. Mevta eve bile uğramayacakmış.
Bu saçmalık! Berrak o gün atölyede bir köprü resmi yapıyordu. Haberi
almadan ve yollara düşmeden önce, eğrelti otları bilinçsizce büyümüş,
köprüyü kaplamaya başlamıştı. Koyu gölgeli yerlerde maviye ve derin bir
yeşile dönüyordu. Berrak elinin yeşille olan derin dansına dalıp
gitmişti.
Ve o telefon. Radyocu! Hani şu Yunanca halk şarkılarını ezbere bilen
çocuk. Hani şu düzgün diksiyonuyla çevresini etkisi altına sokan çocuk.
Şiire devrilen bakışlarıyla uzakların sarkan ellerine sonunda tutunan ve
zahire karışan çocuk…
Şimdi frekans dalga boylarını ve şiddetini büyütüyordu. Kasaba sokakları,
zahire kaçan tüm çocukları aramanın vaktinde takılıp kaldı… Gözlerinin
önünde çizim eskizleri, espaslar, katmerli güllerde yeşil bitler
görünüyor; zihni sokak adlarını tekrar edip duruyordu.
“Felek, sima, menekşe, leylak …” Küçük yaşamların kadranındaki
yumaklardan iplik iplik isimler sökülüp geliyordu. Berrak, radyocunun
yüzünü anımsayamadı. Aslında hepsinden kaçıyordu. İnsanlara belli bir
uzaklıktan bakmaktı tercihi. Kendi varlığını daha az duyumsatmak gibi bir
tercihti bu. Kendini işe yarar bulmadığından mı? Yoksa yaşamda insanlar
için bir engel teşkil ettiğini düşündüğünden mi? Belki de sokağın zahire
kaçan diğer çocuklardan biri de kendisiydi.
Hasan vardı. Kaptan. Gemide zehirlenmişti ve oracıkta ölmüştü. Öldüğünü
yıllar sonra öğrendi Berrak. Fatih kan kanserinden. Radyocu bir başka
kanser hikayesinin elinden almıştı zahirin sonsuzluk beyazını.
Berrak elindeki resimlerin kirli beyazlarla lekelendiğini düşündü.
Kasabada ölüler ve diriler arasında yarı zahir bir yolun yolcusu saydı
kendini. Emine, Rahmi, Gani zahire bulandıkça aklına gelen yitiklerden.
Gani’yi vurdular. Yeni baba olmuştu. Emine bir de Meral evet erken
evlenen Meral, gelinliği kiralık kirli beyaz bir Meral.
Berrak kasaba sokaklarında kendini tekrar tekrar yokladı. Kendinden
kaçtığı duyguyu sonunda yakaladı. Hayır on beş yıllık arkadaşının evini
bilmiyor olmaktan dolayı artık hayıflanmıyordu. Kendini acımasızca her
şeyden soyutlanmış duyduğunun farkına vardı. Bir an eğrelti otların
düşündü yine. Köprü resmini yaparken aklında bir piknik görüntüsü
olduğunu anımsadı. Dere kenarında rakı içen radyocu çocuğun sesi çok
derinden, bilinmez bir diyardan kulağına çalınır gibiydi. Arnavutça bir
halk ezgisi. O an telefon geldi. Ellerine zuhur eden eğrelti otları neden
bu kadar derinin yeşiliydi ki?