ÖYKÜ

Güven Tunç  







GÜZEL ABLALAR ÜLKESİ


Gülcan sabah erkenden kalkmış mutfağa dalmıştı. Ev ahalisi ayaklanmadan, yemeklerin bir kaçını ocağa koymuş olmayı istiyordu. Yoksa yetiştiremezdi. Göz açıp kapayıncaya kadar öğlen oluyordu. Üstüne üstlük bir de bugün Seher Anne’nin banyo günüydü. Ve en önemlisi Yurdagül ile Şefik Almanya’dan geliyordu.

Buzluktan çıkarıp erisin diye dolabın içine aldığı kemikli eti defalarca yıkadı, önce onu koydu bol suyla kaynasın diye. Biraz tuz biraz karabiber biraz pul biber, inmeye yakın da biraz tereyağı biraz zeytinyağı… Üç saatte ancak olurdu. Sevmiyordu düdüklüyü… Böyle ağır ağır daha lezzetli oluyordu. Ocağın bir gözüne de çay suyunu oturtu. Sonra sıra geldi akşamdan ayıklayıp balkonun serinine koyduğu yeşil fasulyeye. Tencerenin altına bol soğan ile bol domatesi döşedi, üzerine bol suyla yıkadığı fasulyeleri bastıra bastıra sonra azıcık toz şeker azıcık tuz, bir de bolcana zeytinyağı… Onun da kapağını kapattı… Bir çalım kabakları yıkıyordu ki küçük kız girdi mutfağa.

-Anne biz çıkıyoruz.
-Sana da günaydın Elif Hanım.
-Özür dilerim anneciğim, babam yine benimle geliyor, gerginim biraz. Gel seni bir öpeyim Gülcan Sultan.
-Haklısın be çocuğum. Gel ben de seni öpeyim. Ama biraz idare et işte.

Anne kız sarılıp öpüştüler. Gülcan gülerek,

-Nerede seninki?
-Giyiniyor.
-Oturun, bir şeyler yiyin de öyle gidin. Babanın şekeri düşer yollarda.
-Yok yok! Hem sana ayak bağı olmayalım hem de Jale’yi de alıp gideceğiz, o bir şeyler hazırlamıştır.
-Öğlene eve yetişin ama. Darılır bak halan.
-Ben bugünlerde çok izin aldım, verirler mi bilmem? Ama akşama kesin buradayım.
-Babanı tembihle sen, babanı. Kaptırıp gitmesin öyle. Hava da sıcak zaten.
-Kimmiş benden söz eden bakayım?

Gülcan endişeyle,

-Gözünü seveyim Faruk öğlene evde ol. Yurdagül neyse de enişteye ayıp olur.
-Tamam Gülcan ya! Sen de telaşlı bir kadın oldun çıktın başımıza.
-Öyle mi Faruk Efendi?
-Öyle Gülcan Hanım, öyle.
-Aldın mı her şeyi Faruk Efendi?
-Aldım aldım.
-Ağır taşıma, yorulunca ver, Elif taşısın.
-Kaç kızım kaç, bu kadın beni kundaklara saracak neredeyse.

Baba kız gülerek çıkıyorlardı ki, Gülcan arkalarından seslendi.

-Elif, babana sahip çık kızım.

Kocasının kızına,

-Aşk olsun, bu da bana yapılır mı yani?

Diye şikayetlendiğini duyamadan, şerit şerit soyduğu kabakları çay kaşığı ile oymaya koyuldu.


Gülcan kabak dolmasını da ocağa koyduktan sonra mutfağı topladı, tıkırtılarını duyduğu Seher Anne’ye bakmaya gitti. Yaşlı kadın uyanmış, her zamanki gibi abdest almış, odasındaki aynanın önünde takma dişini yapıştırıyordu.

-Anne günaydın.
-Günaydın.
-Banyonu kahvaltıdan önce yapmak ister misin?
-Bilmem ki? Hâlim pek yok gibi.
-Tamam, kahvaltıdan sonra yaparız o zaman.
-Bakarız.
-Ama bugün yapmamız şart. Bir hafta oldu. Hem bugün Yurdagül’le eniştem geliyor… Aslında sen de haklısın. İnsanın gözü kesmeyince zor…
-İnan gözüm kesmiyor bazen.
-Ama girip çıkınca da ne kadar rahatlıyorsun. Ferahlıyorsun… Hadi! Gözünü karart da on dakikada girip çıkalım, misler gibi.
-Tamam. Kahvaltıdan sonra söz.
-Söz mü?
-Söz Vallahi.
-Peki, o zaman gel kahvaltımızı edelim.

Kaynana gelin, balkonda sakin sakin kahvaltılarını ettiler. Gülcan sık sık ama telaşsızca gidip yemeklere bakıp geldi. Yemekleri ocağa koyunca rahatlamıştı. Diğer hazırlıklar çok da önemli değildi. Kahvaltı bitip sofrayı toplayınca, Gülcan kayınvalidesini balkonda kendi haline bırakıp yine mutfağa gitti. Salata yapacağı malzemeleri çıkarıp yıkadı, süzülsün diye bıraktı. Karpuz kesip soğusun diye dolaba koydu. Şefik Enişte seviyor diye bir gün önceden pişirip dolaba koyduğu sütlacı çıkardı. Pişmiş olan zeytinyağlı fasulyeyi tenceresinden boşalttı. Salondaki büfeden, keten masa örtüsünü, yemek tabaklarını, bardakları, çatal kaşığı çıkardı ama tozlanmasın diye sofrayı kurmadı.

Gülcan’ın yanına gelip başucunda durduğunu fark eden Seher Anne tespihini masanın üzerine usulca bıraktı.

-Vakti geldi mi?
-Sana bağlı, kendini iyi hissediyorsan yediklerini sindirdiysen girelim.
-Tamam kızım, girelim de çıkalım.
-Sen biraz daha otur ben havlularınla çamaşırlarını çıkarayım, suyunu doldurayım.
-İyi o zaman.
Seher Hanım banyosunu yaptı. Üstünü giyindi, saçlarını taradı. Yeniden balkona oturdu. Banyo iyi gelmişti. Sabaha göre daha neşeliydi. Kızı ile damadının geliyor olmasının daha farkınaydı ve bundan dolayı da daha memnun görünüyordu.

Gülcan balkona güzel bir sofra kurdu, salatayı yaptı, kabak dolması için yoğurda sarımsak kattı. Tam ekmeği dilimliyordu ki kapı çaldı. Koşarak gidip açtı. Yurdagül ve Şefik Enişte karşısındaydı. Yurdagül daha kapıdan adımını atmadan, endişeyle,

-Ağabeyim nerede?
-Korkma korkma! Buralarda. Gelir şimdi.

Yurdagül ile Şefik, ellerini yüzlerini yıkayıp öyle vardılar Seher Anne’nin yanına. Balkona ilk çıkan Şefik, yaşlı kadından önce sofrayı gördü, gayri ihtiyari bir ıslık, fırlayıp gitti ağzından.

-Şunlara bak şunlara Yurdagül, of of offff!

Karısının sert bakışı karşısında toparlandı. Kaynanasının elini öptü. Hatır gönül, şuradan buradan derken vakit geçti. Gülcan’ın ısrarıyla Faruk’u beklemeyip sofraya oturdular. Yurdagül;

-Bak doğruyu söyle Gülcan, ağabeyim gözaltında falan değil, değil mi? Bak onsuz boğazımdan geçmez.
-Yok yok! Merak etme.
-Ben ediyorum yine. Sen bize bir şey demiyorsun. Saklıyorsun hep.
-Dur arayalım da konuş, için rahatlasın.

Telefonla aradılar. Faruk telaşla ve bin bir özürle geleceğini söyleyerek hemen kapattı.

Yurdagül rahatlamıştı,

-Ay her duyduğumda deli oluyordum kız Gülcan. İkide bir giriyor. İkide bir giriyor… Her duyduğumda tansiyonum fırlıyor. Kaç kere hastaneye götürüp serum bağlattılar.

-Sen gel bir de bana sor. Sabahlara kadar parmak kadar kızla oralarda merakla, endişeyle bekle... Kimse bir bilgi de vermez. Avukat arkadaşlarımız bir şey yapamaz. Öyle öyle günler geçer… Sonra bir çıkar, aç bilaç, perişan… Öyle her şeyi yemez içmez, bilirsin, saçı sakalı birbirine karışmış, üstü başı dökülmüş, zayıflamış, tükenmiş çıkar gelir.
-Derdi ne bu ağabeyimin?
-Derdi ne olacak? Derdi sosyal medya. Emekli olduktan sonra bir sardı feyse, tivite… Elif de kendi arkadaşları da kaç kez uyardı, ‘Yapma, etme’ diye. Sabahtan akşama, akşamdan sabaha o bilgisayarın başında, öylece ona buna yazdı durdu.

Şefik,

-Yazınca ne oluyor sanki? Yazmayla bir şey olsa biz de yazalım… Bak ne oldu sonuçta hepimiz çok üzüldük. Ne hakkı var sizleri bu kadar üzmeye?
-Ne yapsın enişte? Gücü yetmiyor bir şeye, o da onlara sardı işte.
-Onlara niye sarıyor kızım? Saracak şey mi yok? Kaç yıldır çağırıyoruz, ‘Gelin, buraları gezin görün’ diye… Offfff! Gülcan ya, bu haşlamaya ne koyuyorsun da bu kadar lezzetli oluyor.

Yurdagül kocasına sitemle;

-Çeneni sil, çeneni…

Sonra Senem Hanım’a duyurmamaya çalışarak Gülcan’a,

-Ne yaptınız peki?
-Biz bir şey yapmadık kendisi yaptı.
-En sonunda kendisi akıllandı da duruldu herhalde.
-Pek öyle olmadı Yurdagül.
-Nasıl yani, vazgeçmedi mi huyundan?
-Korkma korkma, vazgeçti.
-Ay çok şükür… Kız bu annem neden böyle dalgın dalgın oturuyor?
-Hem kulakları duymuyor hem demans başlangıcıymış, artık böyle… Sabah iyi kahvaltı etti. O artık ikiden üçten önce yemez. Yemese de Faruk’la oturur genelde sofraya. Şimdi siz varsınız diye oturdu ama dikkatini odaklayamıyor artık.
-Vah anacığım vay. Yanıma alıp götüreyim desem.
-Yok yok, oralarda yapamaz. Burada iyi. Onun burada bir düzeni var.
-Yük olmuyor sana değil mi?
-Yok yok, kendisi yapıyor her işini. Yapmaya gayret ediyor. Buna da şükrediyor kadıncağız.

Şefik,

-Ne diyorsun be kızım şükredilmez mi? Hey koca Seher Hanım az çektirmemişti bana kız isterken.
-Ya öyle enişte… Biraz daha dolma alır mısın? Sen de alsana Yurdagül, bak dereotunu az koydum sevmezsin diye.

Yurdagül sabırsızlıkla;

-Nerede kaldı bu ağabeyim?
-Sabah da tembihledim ‘öğlene dön’ diye.
-Başına bir şey gelmesin kız yine?
-Yok yok, gelmez, bugün bir şey yok.
-Nasıl yani? Yine hangi işlere bulaşıyor bu çocuk?

Şefik çatalı bırakmış, ağzına bir kaşık dolusu zeytinyağlı fasulye atarken,

-Merak ettim ne yapıyor bu bizim kayınço?
-Aslında şöyle oldu. Çocukları kaçırıyorlar ya…
-Eeeee
-İnanılmaz sayılarda çocuk kaçırılıyor, istismar, çocuk gelinler. Yani sıkıntı çok… Küçücük yavrular neler yaşıyorlar.
-Bunun ağabeyimle ne ilgisi var anlamadım.
-Anlatıyorum… Bir akşam, çocuklarla ilgili kadın yürüyüşü oldu. Ben de o yürüyüşe giderken o da bilgisayarın başından kalksın diye onu da götürdüm. Elif kendisi gelmedi, babaannesini bekledi, tek babası bilgisayarda bir şey yapmasın diye…

Şefik;

-Sonra… Çok heyecanlandım çabuk anlat.
-Biz alana gittik, bizimki, o kalabalığı, o meşaleleri o yürüyüş ruhunu görünce baktı baktı, sonra herkesin arasında bir ağlama tutturdu ki görmeyin gitsin. Zor susturdum.
-Gerçekten mi?
-Gerçekten. Ama ona söylerseniz beni öldürür.
-Hâlâ anlamadım ne olduğunu.
-Neyse işte biz o akşam yürüdük, derdimizi ifade ettik, çocuklarımızın korunması gerektiğini haykırdık, çocuk haklarını hatırlattık, protestomuzu yaptık… Yürüyüş bitti biz de geldik… Geldik ama bizim Faruk sus pus. Üç gün ne internete girdi ne evden dışarı çıktı ne bizimle konuştu.
-Sonra…
-Ya bir kesme, anlatıyor işte kız… Anlat sen, anlat.
-Konuştu en sonunda, hem de asabiyeti gitmiş, yumuşamış, ipek gibi olmuş bir halde konuştu. ‘Burası güzel ablalar ülkesiymiş Gülcan, biz kadrini, kıymetini bilememişiz… Ne varsa bu güzel ablalarda varmış. Dünya değişecekse, daha iyi bir dünya olacaksa sadece ve sadece bu güzel ablalar sayesinde olacak.’ dedi… Elif’e de bana da ‘Nereye giderseniz beni de götürün n’olur’ diye tembih etti. ‘Artık internetten kimseye laf söylemeyeceğim yeter ki siz, beni yanınıza alın’ diye söz verdi. Başta söylediklerinden bir şey anlamadım. Sonra… Sonra düşününce anladım ki, Farukçuğum, kendini yenilemeyen, ütopya geliştiremeyen, insanların derdini anlamayan adamlardan kopmuş ama bu sefer de kendini çok yalnız ve çaresiz hissetmiş. Bizi öyle görünce de yalnız olmadığını anlamış.
-Şimdi ne yapıyor peki?
-Şimdi komşularda ne kadar yoğurt kabı varsa topluyor, şehrin her yanı inşaat, gelirken görmüşsünüzdür, oralardan da toprak alıyor. Nereden buluyorsa organik nohut fasulye bulmuş, onlardan üçer üçer ayırıp bir güzel ekiyor.
-Ay ne yapıyor onları, kız Gülçin?
-Ne yapacak? Elif’in ne kadar tanıdığı ‘Güzel abla’ varsa, onların kapısına bırakıyor.

Yurdagül mutlu,

-Ağabeyimin ne yaptığını anlamadım ama içim, öyle bir ferahladı öyle bir ferahladı ki anlatamam. O mutlu olsun bize yeter.

Gülçin sütlaçları servis ederken,

-Bu Faruk da böyle bir insan işte… Başka insanların karnı toksa doyuyor, başka insanlar iyiyse iyi, mutluysa mutlu, esense esen oluyor.

Yurdagül,

-Öyledir benim ağabeyim.

Şefik,

-O ablalar o yoğurt kaplarını alınca ne diyormuş?
-Kalp kalbi anlıyor enişte... Yaşlı genç, okumuş okumamış, kalp kalbi anlıyor.
-Gerçekten güzel ablalar ülkesi olmuş burası yav… Güzel ablalar ülkesi…

Gülcan boşalmış tabakları toplarken,

-Faruk çok haklı… O güzel ablalar, çocuklar için daha iyi bir dünya yaratacağımızın umudunu veriyor hepimize. Daha güzeli var mı şu dünyada.


dizin    üst    geri    ileri  


 



 20 

 SÜJE  /  Güven Tunç  /  otuz temmuz iki bin on sekiz  / 29