Sanki bu yoldan ilk defa geçiyor gibi bir his kapladı içini. Oysa şu
ağacın büyüyüşüne şahitti, şu köşedeki direği diktikleri günü bile
biliyordu. Ayakları hiç olmadığı kadar acemi bugün. Tutuk, beceriksiz,
adım atmayı yeni öğreniyor sanki. Kendine olmayan güvenini katlayıp iç
cebine sokuşturmuş öyle geçiyor yoldan.
“Bu kadar olmasa iyiydi. Hiç değilse daha az acısaydı içim. Ne bileyim?
Üzülmenin tarafı olmasam mesela? Olmaz mı?”
Olmazdı, kendi de biliyordu ki olmazdı. İlla o acı çekilecek, illa o dert
edinilecekti. Jiletin keskin tarafında yürümek yetmezdi hiç zaten. O
jilet ille ağza sakız edilecekti.
İçinde o eski kuytu acı, eski kelimeler, etki alanı daraltılmış
gelecekler, parça tesirli geceler. Dostlarla edilecek iki lakırdıya
ayrılmış cümleler, gülücükler, acil durumda açılması için paketlenmiş
duruyor bir yanda.
El alışkanlığı cebindeki sigara paketine uzanıyor, çıkarıyor bir sigara
el alışkanlığı, yakıyor. Son içtiği sigarayı daha iki adım önce attığının
farkında değil. Aklında bir tahterevalli var şimdi. Bir yanında sevinç,
umut, mutluluk, bir yanında acı, yalnızlık, mutsuzluk olan. Bu
tahterevalli bir şekilde dengede duruyor işte başka insanların
hayatlarında. Kendi neden hiç dengede tutamadı? Ya umuttan, mutluluktan
yana ağır bastı hep ya da acıdan yana. Oysa ikisinden de lazım bir ömre.
Sevdiği kadınları düşündü. Onları mutlu etmenin kendini mutlu etmek
olduğunu düşündü daha çok. Neden bilemedi ama sanki kadınları onu mutlu
etmek adına hiçbir şey yapmamış gibi geldi bir an. Sanki sadece onları
mutlu ettiği için mutlu oldu hep. Gittiklerinde de geriye mutlu edecek
kimse kalmadığı için mutsuz olup acı çekti.
İşte yine o eski tanıdığı sokağa döndü yolu. Acı başa çıkılamaz haldeyse,
yalnızlık demir attıysa gece yarısına, bu sokağa mutlak uğrardı. Ankara
en güzel buradan görünürdü kendine göre. Şuraya biraz deniz çizselerdi
diye düşündü. Şu pusun bir nedeni olurdu o zaman. Deniz fenerinin en çok
Hıdırlık'ın tepesine yakışacağını düşündü sonra. Tepedeki işaretler iş
görmez ama illa ki büyük bir deniz feneri. Hani o uçak lokanta yapacağız
dedikleri yer var ya, hah, ora işte. Kendi kendini ikna etmeye çalıştı
yine. En çok sessizce kendi ile tartıştığı aklına geldiğinde hep yaptığı
gibi şimdi de deniz fenerinin neden orada olması gerektiğini anlattı
kendine uzun uzun. İkna oldu bir yanı, diğer yanı hâlâ inatçı orada
olmaması konusunda. Sıkıldı bu tartışmadan kaçmak için bir şeyler aradı
çevresinde. “Şurada eskiden kim oturuyordu hatırlıyor musun?", dedi,
kendine, sokağın altındaki kırmızı boyalı, iki katlı, eskimiş ahşap
merdivenlerinin yer çekimine nasıl karşı koyduğunu çocukluğundan beri
anlamadığı ahşap evi gözüne kestirip… Sanki hiç yüzünden ölen bir çocuktu
ya da öyle hatırlamak istiyordu. Bilmem, dedi, en az ev kadar yaşlı ve
kimsesiz bir kadındı galiba.
Geçmişi kınalı dünyada neden hiç gülmez ki yüzümüz cümlesi yine düştü
aklına. Dünyaya sövmek kolay da içinden, sıkıyorsa sesli söylesene bunu,
dedi, yine içinden. Tanrıların unuttuğu bir coğrafyadan sağ salim bir
hayat çıkaracağız üstelik kırpıp acılarından. Eski bir tanıdık gibi bu
kent. Çok eski, çok anlayışlı bir tanıdık gibi. Duvarlarına, yollarına,
kaldırımlarına yazılar yazalım. Yazmalıyız zaten. Yoksa, yoksa bu kent
terk edilmiş sayacak kendini. Oysa içinde, orta yerindeyiz işte. Terk
edilen biziz aslında. Terk edilmiş, çıkmaz sokaklarında. Mecburiyet
caddemiz de olmadı ki hiç küçük bir kent gibi. Her yokluk yalnızlığa
çıkar bu kentte.
Noktalama işaretleri, imleçleri, ayraçları yoktu yine. Ülkede askere
giden herkes ilk küfrünü ikinci gün eder nasıl olsa diye ülkede zorunlu
tutmuşlardı askerliği. O da o günlerden, unutulmuş mahallesinden,
herkesin gözü önündeki kimsenin görmediği çocuklardan öğrendiği küfürleri
sıralıyordu art arda.
Paradan başladı küfretmeye, terk edilmiş aşklara, yok sayılmış çocukların
varlığına, politikaya, öldürülmüş çocuklara, terk edilmiş yalnızlıklara,
sonra yürümek zorunda kalınmış yokuşlara. Mühendislik madem o kadar iyi
bir şeydi niye hala yokuşlar vardı ki? Mühendislik denen kavrama da
küfretti. Sırf yokuşları yok edemedikleri için. Tesla'yı ayırdı
içlerinden. Onu mühendis bile saymadı. Edison küfrü hak eden biriydi ama
bu kesindi. Yoo hiç de karışık değildi ki kafası. Düşünceleri çok sabit
bir düzlemde hareket ediyordu ama işte düzlem demek ki sabit değildi.
Ondan oluyor bunlar hep dedi. Derken aklına bir bilgisayar oyunu geldi.
Onu bulursam ne güzel oynarım, kafam dağılır dedi. Bulsa bile oynayacağı
kurulumundan kaldırılmasına 48 saat sürmeyecek bir oyunu istedi yine
Saçma bir ünlemden geçti. Polis sirenleri, kırmızı mavi flaşörler,
çakarlar, korumaları. Eli istemsiz gitti sigaraya. Alışkanlığı bozsam
aslında sigara bırakmak kolay, dedi, kendine. Bırakamayacağını bile bile
etti bu lafı yine. Kimseye yalan söylenmez de kendine söyler. Bunun
günahı yok. Güldü aklından geçenlere.
En yalancı peygamber ilan edileli çok olmuştu insan ömrü üzerinde,
galaktik düzlemde birkaç saniye. Buraya biraz alkol serpiştirmek şart
dedi kendine, onayladı kendisi. Giden, gelmeyen, gelmeyeceği bile bile
beklenen ama hiç vazgeçilmeyen bir kadının gölgesi düştü aklının orta
yerine. Gelseydi böyle olmazdı, dedi, kendine, onayladı kendisini.
Gelseydi ne olacaktı ki? Bilemedi. Aynı galaktik düzlem içerisinde, aynı
tekdüzelikte, aynı yalnızlıkta olmayacak mıydı? Yani bir insanı var eden
her şey aslında yaşadıkları değil miydi? Öyle tabi ki, şimdiki zaman
içinde şimdiki varlığı ile verdiği şeref, gelmeyen kadına adanmalıydı.
“Gelse ben bu olmazdım” dedi, “bu sokaktan bu an içinde geçmezdim”.
Sigara dumanına çivi gibi düşüncelerini çaktığı bir gece geldi aklına
(bir de bıçakla kesilecekmiş gibi katı bir sisin içinden geçmişti. öyle
bir gece) O gece içtiği rakının tadı dolaştı genzinde. Anasonun kokusunu
duydu. Sonra aklına duyduğu en saçma cümle geldi; “hayatımda tanıdığım en
iyi adamsın”. “Bu cümlenin saçmalığı üzerine sosyologlar çalışmalı
mutlaka”. Bugün içinde kurduğu en anlamlı cümle oldu bu. Bir de “Rakı
içmeli bugün. Bugünü ıskalarsak en geç yarın” tabi ki.
Günün kaçıncı sigarasındaydı bilmiyordu. Bıçak gibi keskin bir ayazda
havanın teninde kendini sınamasını anlamıyordu bir türlü. Hiç havasında
değildi üstelik vicdanını rahatlatmanın. Şimdi tek derdi bir sigara daha
yakmaktı ve rüzgâr bu işi hiç kolaylaştırmıyordu. Hayat hiçbir şeyi
kolaylaştırmıyordu gerçi ama olsun şimdi tek derdi sigara içmeyi
kolaylaştıracak bir ateş sağlamaktı ve ateşi tekrar bulması da
gerekmiyordu üstelik. Çok eski ve tüm insanlık ile akraba olmasını
sağlayan ataları sağ olsun bu işi halledeli on bin yıl kadar olmuştu.
Altı üstü çakmağı avuçları içine alacak, sırtını rüzgara verecek ve hava
akımının olmadığı bir dulda yaratıp sigarasını tutuşturacak. Bunu bile
beceremeyecek kadar beceriksiz hissetti kendini.
Her şeyden çok imlasızlığın başkenti burası. Noktadan sonra gelen küçük
harflerin faşizmi bu. Silin lan tüm duvar yazılarını. Yeni bir imla
yaratacağız, yeni bir alfabe, yeni bir hayat. Şehri yürüyerek tüketmeye
çalışan biri için saçmalık gerçi bu tanım. “Ziyan edilmiş aşklar
atlasında, çivit maviye boyanmış bir okyanusta verdik son nefesimizi.
Şimdi hangi kıtanın kıta sahanlığına güvenle sarılabiliriz? Bizi saracak,
kurtaracak biri olmalı. Yanlış anlamalarımızı, yanılgılarımızı, yangında
kurtarılması imkansız anılarımızı, ne bileyim en sevdiğimiz kitabı,
yazarı, şiiri, ilk öpüşümüzü, bir başka tende ilk kez aldığımız soluğu,
ilk kavganın heyecanını, ilk aşkın tadını kurtaracak, iyi ki geldin,
diyeceğimiz biri vardır değil mi? Vardır elbet!” Yine kendi cevapladı
kendi sorusunu.
İçinden tren geçen kentleri seviyorum bir de diye geçti boş tren
raylarından ilerlerken kent. “Ay da tam gününde” dedi. Ay kızıl ve her
zamankinden büyük şehrin ufkunda yükselirken. Ay hep bu kadar kırmızı
mıydı? Değildi elbet. Bu kadar büyük de değildi. Sanki biri gökyüzünü
olay yeri olarak kullanıyordu. Neden kırmızı ay ile Plüton’un ölümünü
ilişkilendirdi belli değildi. Gezegenlikten cüce gezegenliğe
itelenivermişti aslınsa sadece. Yoksa olduğu yerde duruyordu işte. İlk
durakta ne kadarsa, son durakta da o kadardı aralarındaki mesafe.
Bir uçurum olsa şurada diye iç çekti. Uçurumdan düşerken Süpermen taklidi
yapmak kolaydı çünkü. Tamam hepimiz biliyoruz, her şey yere varana kadar.
Uçurumun dibine kadar yolumuz var bu taklitte. İçimizdeki her şey
tükenmeden taklit etmeyi öğrenmeli, Kendini ikna çabası bu. Yine de bu
geçmiş korkusu sakınarak, tutunarak yürütüyor insanı hayatta. Tarih
tekerrürden ibarettir diye kim demiş ki? Aslında bir ömür rayları oval
dizilmiş, gidecek başka bir yeri olmayan, başka hiçbir yere gidemeyen,
rayları kadar özgür olan oyuncak bir tren değil mi? Hiçbir yere giden
trenlerde yolcu olmayan, aynı duraktan, aynı yoldan, aynı acıdan, aynı
ağaca selam verip her defasında, trenle yarış eden direkleri saymaya
çabalayarak, aynı yolu aşarak, bilinen ama nedense ya bu sefer farklı
olursa denilen sona gitmiyor muyuz? Başladığımız noktada bitmiyor mu
yolumuz? Kim demiş tarih tekerrürden ibarettir diye? Tarih oyuncak
trenlerin raylarından ibarettir.
Açın perdelerinizi, camlarınızı, kapılarınızı açın. En eski ahitten çıkıp
gelen konuk olacak evinize. En uygarlaşmış, en medenileşmiş hali bu
beklenenin. Kandan kına yakar oldu insanlar, acılarından dilek tutanlar
oldu. Peki ya ben? Öldüm de gülenim mi yok? Ardımdan şenlik kuranım mı?
Eski şarkılardan beri bilinen bir hikâye oysa bu. Başı sonu nereye
varacağı hep bilinir aslında. Ömrümüzden tüm şatafatıyla geçen şahı,
sultanı hikâyede anlatmıştı kulağımıza rüzgâr, kendi dilince bin
fısıltıyla. Toparlanmayan bir sürü cümle, bir sürü düşünce, bir sürü
insan, bir sürü yer, mekân, tarih. Hikâyeleri karışıyor birbirine. Hepsi
rüzgârın anlattığı o eski hikâyeden, dedi. Suçu ona atmak rahatlattı
içini.
Nereye gittiğinin bir önemi kalmayalı çok olmuştu. Sadece içindeki gitme,
uzaklaşma dürtüsü geçsin istiyordu. Bunun için de yürüyordu. Kolay
gelmişti gece gece. Bir şehir yürüyerek öğrenilir diyen kimdi kulağına?
Belki de sadece bir sohbetten, hatta içinde bile bulunmadığı bir
sohbetten aşırmıştı belki de utanmadan bu cümleyi. Aklındaki düşüncelerle
vardı bir yol ayrımına. Rakı içmeli, dedi, kendine yine. Eski bir dostun
sesini özlediğini fark etti anason kokusu geçerken içinden. Arkadaşın
kapısına en uzak yoldan varmayı istediği için yolu uzattı. O kapıya
varmadan düşünülmesi gereken daha çok şey vardı.
Bir uzak kent geldi aklına. Nedense uzun yolculuklarının bitişi ya
şafakla ya şafağa ramak kala bitirmişti çoğu zaman. Bu da bir tercih
tabi, dedi, kendine. Güneş gibi doğdum kentinize, kıymetimi bilmediniz.
Güldü aklından geçenlere. Uzun yollar dinlendirir, hele de arabayı kendin
kullanıyorsan. Hele de güzel bir müzik eşlik ediyorsa yola. Uykun yoksa,
yorgun değilsen. Yağ gibi akar gider yol lastiklerin altında. Hatta ahmak
ıslatan bir yağmur da varsa dışarda. Arabanın silecekleri arada bir
uzanıp siliyorsa gözyaşlarını.
Bitmeyen cümleler kurmayı terk edilmiş aşklardan öğrendiğini düşündü. Bir
gün bir yer, bir iş kurarsa kendine, adını çıkmaz sokak koyacağı da bu
sırada düştü aklına. Hiç hayra yoran da olmaz nasılsa bu manyaklığa,
dedi, kendine.
Bu sokak hep bu kadar dar mıydı? Değildi, demek ki geçmeyeli çok uzun
zaman olmuş. Demek ki ruhumuz küçük kalsa da büyümüş bedenimiz.
Bazı şeyleri hep cebinde taşıyası, bir yerlerde saklayası vardı. Bir
misket mesela, eski bir sevgiliden kalmış bir anahtarlık. Bir fotoğraf
çocukluğu ile dolu. Nerede çekildiğini, ne zaman çekildiğini zerre
hatırlamasa da o fotoğraftaki herkesin çok mutlu olduğu gibi bir imge
kalmıştı aklında. O bile yeterli bir sebepti aslında başlı başına. Bir
taş, bir yaprak, bir yağmur damlası, bir kar tanesi. Bazı şeyleri
hatırlamak bile sıkıntı, dedi, kendine, onayladı kendi. Kış gelse kar
yağsa dedi, aklında karlı bir gün bir şehirlerarası otobüsün camından buz
tutmuş yolu izleyerek gittiği şehir geldi aklına. Tarifine imkan aradığı
bir acı kalmıştı o şehirden geriye. Şehrin de acının da tarifinde
imkansız boşluklar vardı, belediye moloz dökmek konusunda çok ısrarcıydı
üstelik bu boşluklara.
Sulu sepken bir sorumluluk yağıyor, 'ahmak ıslatan' bir hayâl yol kesiyordu
tenha bir mahallede. Ama saçma bir yanı var yine de, hani ben takım
elbise giyince nasıl oluyorsam öyle bir hâl. Onayladı kendisini. Seninle
konuşmak çok sıkıcı dedi, her şeyi onaylıyorsun. Hiç de bile, dedi,
kendine. Onaylamadığı şeyleri anlattı uzun uzun. İkna edemedi kendini.
Bir kadının dudaklarına uzanıp, lütfen gitme demesi gerektiği geldi
aklına. Kadın daha gelmemişti, gitmek zamanı da. Niye geldi bu fikir
aklına bilmiyordu. Olmayan kadının gitmemesi gerekliliği niye bu kadar iç
acıtıyordu onu da bilmiyordu. Kadının sırtı güzeldi. Sarılınca uykudan
önce öptüğü ensesi de. Kime niye âşık olurdu insan? Sadece sesinden
tanıdığı bir kadına mesela? Sadece yazdıklarından tanıdığı bir adama.
Söyleyecek bir şey arayıp bulunmadığı saçma zamanlar olur hani. Ne
diyeceğinizi ne yapacağınız bilmediğiniz zamanlar. Hiçbir şeyin yerine
tutunamadığı zamanlar. Adedi yeksan, yekûnünde bin yaşa, bin atlı, bin
sözcük, bin sevda. Yerin dibine batasıca bir filin hatıratıyız işte.
Öldük de dirilttiler mi bizi daha önce? Bir bilene sormak gerek yine de.
Bu saatte uyuyanlar var, dedi, kendine. Hiç uyanmayanlar var. Bu kent
burada bitiyor. Bir klarnet taksimi eşliğinde tüketiyoruz kenti.
Nihaventten girdi hicazdan çıkar taksim. Adıma yazılmış bir pulsuz
dilekçe ile yolun en uzak ihtimalini tüketmeye çıkacaktım yola, kalmadı
mecalim. Sigara içmeyi bilmeyen birinin elindeki acemi tutulmuş sigara
gibi benim de hayata tutunduğum, teyellendiğim, oyulduğum yerler.
Yolun neden bu kadar uzadığını düşündü yorulduğunu hissettiği bir yerde.
Kendisinin uzattığını hatırladı sonra. Cehennemin dibindeki o yeri
düşündü, öfke nöbeti geçiren herkesin bir şekilde gitmesi için dualar
ettiği.
Biliyorum oysa, dedi, dün aşırı bir vazgeçişim ben, bir uçurumun dibi.
Bilmiyorlar oysa ben ne kadar mutluyum bu hiçliğimde. Bu kendime
izdüşümümde. Bir soluk yanık tütün biraz ben biraz da kucakladığım kadar
var mısın? Vardın elbet. Kendi iç sesi ile konuşmanın sıkıcılığından
sonra iyi geliyordu bu monolog. Hiç değilse, dedi, saçmalayan biri yok
karşımda.
Fotoğraf çekilirken arkadan kulak yapan ve bununla mutlu olan insanlar
var hâlâ değil mi? Hani sana Ceren’in selamı var deyip hangi Ceren
sorusuna tenceren cevabı veren ve bununla çok mutlu olan insanlar var. Es
kaza tutmasam düşüyordun diye arkamızdan itilmiş de tutan olmamış gibi
bir düşme hissi, biraz daha uzansam dudaklarına yapışacağım sanki
sokağın. Şakayı yapan mutlu, görmedi o yere ulaşmaya ramak kalmış o hali.
Saçma sapan gülüyoruz karşılığında. Sokağın dudakları ne kadar çekici.
Bir yol ayrımına vardı. Aslında biliyordu burayı ama aklındaki onca
şeyden bir anda sıyrılamadı. baktı tam karşıdaki eve. Sen bana çok
tanıdık geliyorsun, nereden, ne zamandan hatırlamıyorum ama tanıyorum
seni. İki yolun da nereye çıkacağını biliyordu ama tarif edemedi kendine,
ne taraf işine gelir çözemedi. böyle zamanlarda hep yaptığı gibi alakasız
birinden gideceği sokağın tarifini almak geçti içinden. Onla uğraşılmaz
şimdi, dedi, kendine. Sadece sağ taraftaki bir iki bina hoşuna gittiği
için orada yürümeye devam etti. Nerede başladığını fark etmediği bir
Ahmet Kaya şarkısına vokal yapıyordu en bet sesiyle.
Aklından geçenlerin başkalarının duyduğu geldi aklına. Bu kadar kolay mı
okunuyordu, bilemedi. İçinden geçen fırtınanın şiddetini nasıl kestirirdi
bir başkası? Nasıl bilirdi ki şöyle ağız dolusu ettiği bir küfrün ne
kadar rahatlattığını bir başkası? Bir ayna çatladı hep ondan, dedi,
kendine. İçimde bir yerde kendime baktığı ayna çatladı. O çatlayınca ben
kendime bakmak yerine başkalarına baktım, anlamadım da bu hali. Hep ondan
oluyor, dedi, kendine. İnanıp inanmamak sana kalmış, dedi, kendine. Senin
bir başka tezin yoksa bu konuda kendi kırık aynamızdan güzel bir kadını
sevmeye devam edelim.
Bir tekel bayiinin önünden geçerken durdu. Telefonu çıkardı, arkadaşını
aradı. Nasılsın kardeşim? Eyvallah. Sana geliyorum, ne içersin? Ben rakı
içeceğim ona göre alıyorum o zaman. Kapadı telefonu. İçeri girdi. Zaman
yoktu. Bilmem kaç yıldan beri sadece tekel bayileri için yapılan siyah
poşetlerinden biri içinde bir şişe rakı ile düştü yola yeniden.
Siyah poşetlerin saçmalığı hakkında düşündü bir süre. Madem kimse
bilmesin isteniyor neden sadece tekel bayileri için satılan siyah poşete
konulur ki içki? Sadece bu iş için kullanılıyor değil mi sonuçta? Sadece
tekel bayileri için üretilmiş bir plastik parçasını taşıyan biri ne
taşıyor olabilir ki başka? milyon dolarlık bir cip mi mesela? Yalnızsa,
kafasını dağıtmak istiyorsa mesela, iki bira mesela… Ortamına göre bir
rakı, ya da ne bileyim işte parası azsa bir köpek öldüren mesela.
Ömrüne yapışan, bulaşan bu yalnızlık hissinden kurtulamadığı geldi
aklına. Bir şehrin en kalabalık yerinde de olsan, bir dost meclisinde de,
o içine dönüp, kendinle sohbet ettiğin o yer var ya. O herkesten çok seni
anlayan. Zaman zaman düşüncelerini onaylayan ama büyük çoğunlukla da
senin saçma sapan biri olduğunu yüzüne vuran. Hani artık o yüzüne
vurdukları yüzünden senin de kabullendiklerin mesela.
"Seher yeli nazlı yare" dolanıp duruyor aklının orta yerinde. Her adımda
bir kez daha aynı dizeyi seslendiriyorsun kendine. Bu bitince de Ahmet
Kaya’ya devam edilecek her hâlükârda. "Kaldır beni, beni kaldır, beni
dost" bu yüzden özlenmiyor mu biraz da dostlar? Bir deyişe nakarat olsun
diye değil elbet, elimizden tutup düştüğümüz o karanlık çamurdan
sıyrılalım diye. Bir dostun en çok bundan özlenir sohbeti. Bir bu, bir de
seni anlayan insanlara yüreğindeki o yarayı gösterebilmekten kaçınmadığın
hâl.
Bir süredir iç sesinin bile cevap vermediği, saçma bir monologda kendi
kendine konuştuğunu fark etti. Niyesini bilmiyordu bu monologun. Belki de
sadece bir ön hazırlıktı. Dost dediğin senden iyi bilirdi seni ve o bu
monologlara inanmaz, gerçeği utanmadan anlattırırdı sana. Sen kendini
kandırmakla onu kandırmanın aynı olmayacağının da ayırdındasın aslında.
Sen kendini kandırıp asıl konuya gelmeyecek bir akıl yoklaması istiyordun
sadece bu seferlik. Anlatırsam canım yanar geldi aklına. Peki ya
anlatmazsam? Bir yankı bu aslında. Ben buradan bağırınca aynını
yansıtmıyor sadece. Cevap vermeye tenezzül eden bir uyumsuz. Tam dayaklık
bir yalnızlık bu.
"Kendine iyi bak, beni düşünme" ile at başı gidiyor "göğü kucaklayıp
getirdim sana". Şiir okumak için alttan bir şarkı bekleyen adamlar vardır
ya hani? Hani o istediği şarkı olmazsa sesinin tonundan anlarsın ki o
şiiri de sevmiyor aslında. Sadece sesine yakışacağını düşünmüş o yüzden
okuyor o şiiri de. Pazarlamacılık hali vardır ya şiire dair o işte. Hani
utanmak gibi ne de bileyim işte. Hah ne diyordum? “Kendine iyi bak” altta
çalsın enstrümantal yavaş yavaş. Biri de üstüne "Sevdadır” okusun, parası
neyse veririz artık. Yapacak bir şey yok.
Yol azaldı gibi biraz. Birazdan bir kardeş selamı. Bir dostun özlenen
sesi. Kendini kandırdığın onca cümleye rağmen kendini anlatabilmenin
özgürlüğü. Sabırsızlık elbet de var da bu biraz farklı bir hava. Sen onu
bilirsin avucunun içi gibi, o seni. Ama mevzu konuşmak aslında. Beni
anlama dersin bir yerde. Bırak anlatayım. Anlar derdini orada zaten. Sen
konuşursun o sadece dinler. Anlıyor musun demezsin. Demeye gerek de
duymazsın. Anladığını bilirsin zaten.
Bir kelime söylesene bana, dedi, kendine, saçmaladığının farkına son anda
vardı ama bunu da düşünmüş oldu bir kere. Kendini temize çekmeye çalıştı
sonra da. Bana bir kelime söyle deseler, lacivert derdim. Ruh halim bu
çünkü. Ne neşeli bir mavi, ne tamamen karamsar bir siyah. Biraz yitirmiş
umudunu ama o kadar işte. Fırtınalı bir denizdeki bir saçma kayığın
içindeymiş de yerle gök kucaklaşmış gibi birbiriyle. Odak noktasını
tutturamadığın bir rotada sersem bir dümenci.
Bir ağacı düşündü, büyümesini, kök salmasını bildiği bir ağacı. Ağaca
tırmanmayı da o ağaçta öğrenmişti. Ne ağacı olduğunu hatırlamıyordu ama o
ağaçla beraber büyüdüğünü hatırlıyordu. küçükken tırmanmak kolaydı da
büyüdükçe sarpa sarmıştı. Şimdi istiyordu ki bir oğlu olsun, onunla
büyüyen bir ağacı olsun. Ya kızı olursa? O zaman iki ağaç şart, dedi,
kendine.
Yol az kalmıştı. Artık düşüncelerinin tekdüzeleştiğinden de fark
edebiliyordu bunu. Artık ne konuşacağını kurmaya başlamıştı aklında. Ne
diyeceğini, ne gizleyeceğini. Gizlemek de işte öyle yani. Anlaşılancıya
kadar geçen süre sadece.
İnsanlar dedi. Ne de kalabalıklar. Ne de çoklar. Neden bu kadar çoklar?
Niçin çoğalmak zorundalar? Doymadıkları, açlıktan öldükleri bir dünyada
yaşayıp da ölen kaç kişi "insan" sayar ki kendini? İnsanlık önemliydi.
Bir karanfili, bir gelinciği büyürken, açarken düşünmek. Mesela gelinciği
koparınca bir anlamının kalmadığının, parçalanıp gittiğinin o güzelim
çiçeğin.
Az kaldı, dedi, kendine. Birazdan tüm dertler ayan beyan ortaya
dökülecek. Birazdan seni senden iyi bilen biri sadece nasılsın diyecek
sana. Sen geri kalanı anlatacaksın zaten o dolduğunda taşması için bir
damla su isteyen bardak gibi.
Son köşeyi döndü. İkinci bina dedi kendine. sokağa girdi, ikinci binanın
önünde durdu. Kapadı gözlerini ve derin bir soluk aldı. Cesaret hiç
olmadığı kadar lâzımdı. Hesap zamanı gelmişti işte. Kendi ile
karşılaşacak ve hesap verecekti kendine.
Dünyanın en usul ve çekinik adımları ile girdi binaya. Evin olduğu kata
çıktı. Çıkana kadar da aydınlatmaları kim ayarladıysa ona küfretti
karanlıkta attığı her adımda. Zili çaldı. Dünyanın en dost sesi açtı
kapıyı. Şimdi tek dert kalmıştı. Aklından geçen her şeyi, yüzündeki
maskenin varlığına aldırmadan içini kemiren o acıyı doğru kelimeler ile
anlatmak.