Önce Platon’un Devlet adlı kitabından Mağara Söylencesi olarak ünlenen bölümü
okuyalım:
‘’Yeraltında mağaramsı bir yer, içinde insanlar. Önde boydan boya ışığa açılan
bir giriş... İnsanlar çocukluklarından beri ayaklarından, boyunlarından zincire
vurulmuş, bu mağarada yaşıyorlar. Ne kımıldayabiliyorlar, ne de burunlarının
ucundan başka bir yer görebiliyorlar. Öyle sıkı sıkıya bağlanmışlar ki,
kafalarını bile oynatamıyorlar. Yüksek bir yerde yakılmış bir ateş parıldıyor
arkalarında. Mahpuslarla ateş arasında dimdik bir yol var. Bu yol boyunca alçak
bir duvar, hani şu kukla oynatanların izleyicilerle kendi arasına koydukları ve
üstünde yeteneklerini gösterdikleri bölme var ya, onun gibi bir duvar.
Bu alçak duvar arkasında insanlar düşün. Ellerinde türlü türlü araçlar, taştan,
tahtadan yapılmış, insana, hayvana ve daha başka şeylere benzer kuklalar
taşıyorlar. Bu taşıdıkları şeyler, bölmenin üstünde görülüyor. Gelip geçen
insanların kimi konuşuyor, kimi susuyor.
Ama tıpkı bizler gibi... Bu durumdaki insanlar kendilerini ve yanlarındakileri
nasıl görürler? Ancak arkalarındaki ateşin aydınlığıyla mağarada karşılarına
vuran gölgeleri görebilirler değil mi?
Bölmenin üstünden gelip geçen bütün nesneleri de öyle görürler.
Şimdi bu adamlar aralarında konuşacak olurlarsa, gölgelere verdikleri adlarla
gerçek nesneleri anlattıklarını sanırlar değil mi?
Bu zindanın içinde bir de yankı düşün. Geçenlerden biri her konuştukça,
mahpuslar bu sesi karşılarındaki gölgenin sesi sanmazlar mı?
Bu adamların gözünde gerçek, yapma nesnelerin gölgelerinden başka bir şey
olamaz ister istemez, değil mi?
Şimdi düşün: Bu adamların zincirlerini çözer, bilgisizliklerine son verirsen,
her şeyi olduğu gibi görürlerse, ne yaparlar? Mahpuslardan birini kurtaralım;
başını çevirelim, yürütelim onu; gözlerini ışığa kaldırsın. Bütün bu hareketler
ona acı verecek. Gölgelerini gördüğü nesnelere gözü kamaşarak bakacak. Ona
demin gördüğün şeyler sadece boş gölgelerdi, şimdiyse gerçeğe daha yakınsın,
gerçek nesnelere daha çevriksin, daha doğru görüyorsun, dersek; önünden geçen
her şeyi birer birer ona gösterir, bunların ne olduğunu sorarsak ne der? Şaşırakalmaz
mı? Demin gördüğü şeyler, ona şimdikilerden daha gerçek gibi gelmez mi?
Ya onu aydınlığın ta kendisine bakmaya zorlarsak? Gözlerine ağrı girmez
mi? Boyuna başını bakabildiği şeylere çevirmez mi? Kendi gördüğü şeyleri, sizin
gösterdiklerinizden daha açık, daha seçik bulmaz mı?
Onu zorla alıp götürsek, dik ve sarp yokuştan çıkarıp, dışarıya, gün ışığına
sürüklesek, canı yanmaz, karşı koymaz mı bize? Gün ışığında gözleri kamaşıp
bizim şimdi gerçek dediğimiz nesnelerin hiçbirini göremeyecek duruma gelmez
mi?’’
Sindrella Kompleksi
Artık, Collette Dowling’in Michigan Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmasını
okuyup yorumlayacak duruma geldiniz Mağara Söylencesi’ni okumakla.
Kadının kimliğinin ataerkil toplum yapılanmasıyla elinden alınıp deyim
yerindeyse budanması, onu bağımsızlıktan korkar duruma getirmiştir. Kimi,
kendisine dayatılan kimliği doğal sandığı için karşı çıkmayı aklının ucundan
bile geçirmeden benimsemiş, kimi bunu yazgı saydığı için boyun eğmiş, kimiyse
ekonomik bağımsızlığı olmadığı için hiç de kanıksamadığı bu zoraki kimliği
kişiliğini bastırarak kabullenme yoluna gitmiştir. Sonuçta hiç olup giden,
erkeğe adanan yaşamlarla bu tür ilişkilerin her birinde adı konmamış birer
insanlık suçu işlenmiş, kadının bedeni bu suçun nesnesi olmuştur.
Collette Dowling, Sindrella Kompleksi / Çağdaş Kadının Bağımsızlık Korkusu
adını verdiği yapıtında, kadının bağımsızlık sorununu yaşanmış örneklerle
oldukça çarpıcı notlar düşerek anlatmıştı: “Kadınların yeteneklerini
kullanmakta neden bu kadar ketlendiklerine ilişkin bir açıklama, 1960’ın
sonunda, Michigan’dan geldi. Ruhbilimde doktora yaparken uzun ve sıkıntılı bir
dönemde yaşadığı paniğe dikkatini yönelten Matina Horner, başarının (başarı
düşüncesinin) kadın için erkek için olandan oldukça farklı bir anlama
geldiğinden kuşkulanmaya başlar. Kadınlar, erkekler gibi başarının peşinden
koşuyor gibi gözükmez. İki ata birden oynarlar. İşler yolunda gittiği zaman da
aynı biçimde kaygı duyarlar. Bir konuda gerçekten iyi olmak, başarmak,
yaşamlarının akışında elle tutulur bir şey üretmeyi arzulayan çok sayıda kadını
ölesiye korkutur.
Horner, bunun araştırılmaya değer bir olgu olduğuna karar verir. Sonunda
kendini yeni bir alana (kadın ruhbilimine) çeken araştırmalara girer, Michigan
Üniversitesi’nde 90 kadın ve 80 erkeğe test uygulayarak işe koyulur. Sonunda o
güne kadar hiç düşünülmeyen bir şeyi (başarma olasılığının bile başarı
iradesini ezip geçecek kadar kilitlenip kalmasına neden olmasını) ortaya
çıkarır. Bu olguya başarı korkusu adını verir.
Veriler gelmeye başlayınca, bu korkudan etkilenen kadınların yüzdesinin
yüksekliği dikkati çeker; bu oran erkeklere kıyasla kadınlarda öylesine
yüksektir ki, bazı açılardan sorun kadın ruhuna özgü olarak
değerlendirilebilir. Bu, başarının gerektirdiği şeye sahip olup olmamak gibi
basit bir sorun da değildir. Kadının verebileceği şey ne kadar çoksa, kaygısı
da o kadar derin oluyor. ‘Başarmayı en çok isteyen ve başaracak yeteneğe en çok
sahip olan kadınlar,’ diyor Horner, ‘başarı korkusundan en çok etkilenen
kadınlardır.’’
Horner, öğrenciler dikkate değer akademik bir başarıdan sonra olumsuz (negatif)
sonular beklediklerini gösteren anlatımlar kullandıkları zaman bunu bir başarı
korkusu belirtisi olarak değerlendirir. Olumsuz sonuçlar arasında, başarı
nedeniyle toplumsal olarak reddedilme ya da flört veya evlilik eşi olarak
değerini yitirme korkusu, yalıtılmış, yalnız ve mutsuz olma korkusu
sayılabilir.
Horner’in üzerinde çalıştığı konu bir üniversiteden ötekine kıvılcım gibi
yayılıyordu. Kadının ve erkeğin başarı beklentisine yönelik tepkilerinde çok
büyük farklar olduğunu ortaya çıkarmıştı. Erkek öğrenciler, parlak kariyerler
geliştirme olasılığı konusunda hevesliydi; ama böyle bir beklenti kadınları
kaygıya boğuyordu. Horner’in test verdiği erkeklerin yüzde 90’ı, iş yaşamındaki
başarıda kendilerini rahat duyumsayacaklarını düşünmekle kalmayıp, bunun
kadınlarla olan ilişkilerinde kendilerine artı puan kazandıracağını da
düşünüyordu. Test verilen kadınların yüzde 65’i ise başarıyı rahatsız edici
veya ürkütücü buluyordu. Horner’e göre temel neden şuydu: Kadınlar, meslek
yaşamında başarılı olmanın, erkeklerle olan ilişkilerini felç edeceğini
düşünüyordu. Bu kadar basitti. Erkek arkadaşı olan kadınlar yitirmekten,
olmayanlar ise hiçbir zaman bir erkek arkadaş bulamamaktan korkuyordu. Erkekler
gergicidir. Tanrı vergisi yeteneklerinin ötesinde ince buz üzerinde kayarak
kendi kaygılarını yaratabilirler, ama en azından gölün ortasına ulaşırlar.
Kadınlar ise büzgücüdürler. Kendi doğal başarı düzeylerinin altını
hedefleyerek, kendi olasılıklarının gerisinde kalırlar.
Sonuçta çoğu gölün kıyısından hiç ayrılmaz.
1970’te Horner şöyle yazıyor: ‘Araştırmaya katılan beyaz kadınların dile
getirdiği olumsuz tutumlar, 1964 araştırmasında bulunan yüzde 65’ten şimdilerde
yüzde 88.2’ye yükselmiştir.’
Rekabet isteyen şeylerden kaçan bazıları kendi geleceklerinin tümünü sabote
etmektedirler. En kötüsü de, yaşamlarına cinsel kimlik paniğinin yön verdiği
konusunda hiçbir düşüncelerinin olmamasıdır.”
Amerika gibi bireysel özgürlüklerin alabildiğine geliştiği bir ülkede durum bu
kadar çarpıcı bir kişilik köreltilmesini, bilinç karartılmasını resmediyorken,
Doğu toplumlarında durum nedir diye sormaya gerek var mıdır? Hindistan’da, ev
işlerine giden kadınlar, evin bekâr gençlerinin cinsel gereksinmelerini de
karşılamak zorundalar. Bu bir gelenek olarak geniş kabul görmüştür. Sözde İslam
toplumlarında ise durum daha da acıklıdır. Peçenin altına gizlenmiş yaşamlar
trajik ve gizli öyküler barındırır ama kimseye anlatıl(a)maz. Yaşamlar hiç olup
gider, adı konmamış bu insanlık suçu için etkili bir tek ses duyulmaz.
İnsanlık böyle böyle dibe vurmuştur. Ayağa kalkması için toplumlardaki bütün
sömürü çarklarının kırılması, ezilen her bireyin örgütlü bir dayanışmayla ayağa
kalkması gerekir. Bana sorarsanız, bunun öncüsü de kadınlar olmalıdır. Aksi
durumda umut sürekli ertelenerek ütopya uzaklıklarında ancak barınabilecektir.
Göz kamaşmasına razı olup ‘mağaradan’ çıkma zamanıdır.