ÖYKÜ

Raşel Meseri  







Müsilaj


Güneş yorgun ve bitkin. Işınları yeryüzüne dermansız ulaşıyor. Yarı yolda soluğu kesilmiş gibi. Oysa cemreler çoktan düşmüş; görevlerini yerine getirememenin mahcubiyetiyle yazın gelmesini bekleyen insanlar gibi küskün bekleyişe geçmişlerdi. Nasıl bir yazdı ki bu az önce sağanakla başlayan yağmur, çakıl taşı büyüklüğünde yağan buz parçalarına bırakmıştı yerini. Hava katman katman duman renkli bulutlarla kaplıydı. Henüz ayaklardan botlar, sırttan hırkalar atılmamıştı. Deniz ise yazın insan sıcaklığına duyduğu hasretini henüz tek tük gelen sınır ve pandemi tanımayan turistlerle gideriyordu.

Izgarada pişen balıkların kokusuna sinmiş hafif bir anason aroması, akan trafiğin egzoz ifrazatına karışıyor, niyet taşımayanların aklını çeliyor, restoranın geniş park yerine direksiyon kırdırıyordu. Denize dikilmiş kalın kazıklar üstüne kurulu tik ağacından dev iskele gelenlere imtiyaz sunuyordu. İtinalı bir simetriyle yerleştirilmiş masalarda beyaz örtüler parıldıyordu. Garsonlar iki dirhem bir çekirdekti. Gömlekleri, martıların fosforlu beyazını kıskandıracak parlaklıktaydı. Üstlerine giydikleri fevkalade lacivert yelekler ise denize eski günlerini anımsatıyordu.

Yağmur başladığında iskelenin otomatik çatısı, teknolojinin maharetini gözlere sokmak istercesine gıcırtılar eşliğinde kapatılmış, masalar az biraz kenarlardan içeri çekilmişti.

Garsonlar afili kıyafetleriyle masaları değerli müşterilerinin ıslanmayacağı şekilde taşırken gösterdikleri hürmet göz yaşartıcıydı. Aynı anda üstü ağdalı bir kirlilikte beyaz köpüklerle kaplı hafif çalkantılı denizin minik dalgaları iskelenin kazıklarına tosladıkça canı çekilir gibi iç çekip mırıldanıyordu.

“Tamam evladım, biz iyiyiz. Artık ara sıcaklarımızı yavaştan getir, yanına da yaş üzümden bir 35’lik kap!”

“Tabii ki efendim.”

Garson henüz uzaklaşmadan Nike şapkasını yandan çarklı takmış çocuk sızlandı.

“Ben balık istemiyorum. Köfte ve patates yiyeceğim.”

Anne bir sarkaç gibi sallanan damla pırlanta küpelerini sağa sola çalkalandırdı. Yapılı saçları beslendiği köpükten güç alarak kılını kımıldatmadı.

“Aaa olur mu çocuğum, tabi ki balık yiyeceksin! Senin herkesten çok fosfora ihtiyacın var. Büyürken yeterli vitamin almazsan boy atamazsın.”

Baba göbeğini zorlukla kapatan gömleğinin düğmelerinin sabrını zorlayan bir kahkaha attı.

“Annen haklı aslanım! Sonra boyun kısa kalır, pipin de büyümez, ona göre!”

Kadın hışımla kocasına baktı. Gözlerini açarak ona ihtar vermeye çalıştıysa da yüzünün tefe benzer gerginliğinden, kaslarının en fazla dört ay sürecek felcinden dolayı yapamadı bunu. Bu kez gözlerindeki kaz çizgilerine, alın bölgesindeki izlerine, dudak üstü ve kenarlarındaki gülme mimiklerine fazlaca abandığını ve yaptırdığı işlemi biraz abartmış olduğunu sabah yüzüne buhar tutarken düşünmüştü.

“Baban öyle demek istemedi yavrum. Sen koç gibisin! Büyüyünce kim bilir ne çok kızın kalbini kıracaksın. Bütün kızlar arkandan koşacak, nerde bulacaklar senin gibi yakışıklısını, dimi babası?”

Baba aşağı bakan bıyıklarını yerlerine mıhladı.

“Tabi ki oğlum koç gibi. Babası gibi!”

Son cümlesi oğlundan ziyade karısına söylenmiş gibiydi. Kadın bunu anladığını belli edercesine yüzünde olması gereken mahcup gülümsemeye eşlik eden bir saçını düzeltme hareketi yaptı.

“Bana ne ya! Ben köfte patates istiyorum işte!”

Kadın oğlunun ortalığı inleten uluması karşısında etrafına bakındı.

“Aaa deli misin oğlum ne bağırıyorsun? Bizi el aleme rezil mi edeceksin? Tamam ne yiyeceksen ye. Boyun kısa kaldığında sonra bize ağlayarak gelme!”

Babası ekledi.

“Şeyi de!”

Az sonra denizin birçok sakini o masadaki tabakların içindeydi. Yeme, önce lezzeti hissederek başladı, ardından zevkin doruklarında kalma isteği hâkim oldu, en sonunda ise yabana gitmesin zorlamasıyla noktalandı. Erkeğin gömlek düğmelerinden birkaçı basınca daha fazla dayanamadığından kendilerini iskelenin kertiklerinden denize attılar kendilerini. Kadının az biraz fazlalıklarını örtmek gayretiyle kuşandığı pushup taytı, mide ve bağırsaklarına inen fazlalıkları daha fazla baskılayamadı, göbeği neyse o olarak meydana çıktı. Çocuk ise yediği porsiyonlarca köfte ve patatesi bastırmak üzere içtiği kolaların etkisiyle ya geğirdi ya osurdu.

Gitme vakti gelmişti. Ödedikleri faturanın kabarıklığı ve bir dahaki sefere geldiklerinde özel muamele görme isteğiyle saçtıkları bahşişin gururuyla otoparkta bekleyen dört çeker Mercedes’lerinin yanına gittiler. Şoför arabadan saygıyla fırladı, binmeleri için kapıları açtı.

Erkek, hay allah bu garibe git sen de yemek ye demeyi unutmuşum, diye aklından geçirdi. Yeni arabanın mis gibi deri kokusu şoföre duyduğu cılız sızıyı unutturdu.

Güneş açmıştı. Aile, yedikleri onlara yaramış ve güç kazandırmış gibi parlıyordu. Arabada klimalar açıldı, terler silindi, rujlar tazelendi, osuruklar salındı.

Çocuk babaannesine bırakılacak, karı koca felekten bir gece geçireceklerdi. Ne var ki gelen telefon erkeğin canını sıktı.

“Si.tiğimin doğa manyağı deyyusları! Arıtma çalışmıyor diye bizi ihbar etmişler. Onların herbirinin a.ına koyacam!”

“A, çocuğun yanında küfretmesene, nasıl olsa halledersin canım. Verirsin birkaç kuruş kapatırsın yine ağızlarını. Ama siz de artık yaptırsanıza bu arıtma mı neyse, onu!”

“Açtırma ağzımı şimdi! Onu yaptırmak kaç milyon biliyor musun sen? Ayrıca erkek adam küfretmeyi bilmeli, küfürsüz yiğit mi olur, değil mi aslanım?”

Çocuk elinde kumandası koltuğun arkasına gömülü mini televizyonda birbirlerine ateş ederek ölüm saçan bir oyunu oynuyordu. Hiç düşünmeden cevapladı.

“Hı hı!”

Arabanın filtreli camından ilgisizce dışarıyı seyrettiler. Sanal bir oyunun içindeymişler gibi geçtikleri yerlerden binalar yükseldi.

Sabah hizmetçi kadın kapıyı açtı. Zihninde çekingen bir melodi. Ayakkabılarını çıkardı. Terliklerini giydi. Etrafına bakındı, ev dağınık değildi. İyi, diye düşündü. Bugün işim erken biter. Pencereleri açtı. Kendisine kahve makinesinde bir kapuçino hazırladı. Oh ne müthiş bir kahve. Kahvesini bitirdiğinde üst kata çıktı. Aklında dönüp duran melodi diline indi. Nasıl olsa evde kimse yok, diye düşündü. Söyleyebilirim.

Çocuğun odasına gitti. Babaannesinde olacağını biliyordu. Pencereleri açtı. Yolunun üstündeki banyoya girdi. Bütün havluları kirliye attı. Ebeveyn odasına geçerken telefonu çaldı. Kızının, anne gelirken bana pet alır mısın lütfen, diyen sesine, tabii ki kızım, diye karşılık verdi şefkatle. Telefonu kapattı.

Kendi evleri büyüklüğündeki yatak odasının kapısının altın kaplama tokmağına uzandı. Bu odadan nefret ederdi. Gözünde dünyadaki bütün çirkinliklerin toplandığı yerdi burası. Kapıyı açtı. Elli metrekarelik oda, gün ışığı altında parıldıyordu. Aydınlığa alışması için gözlerini kıstı. İlk gördüğü iki kişilik yatağın pespembe, örümcek ağı inceliğinde bir şeyle kaplı olduğuydu. Önce onu yeni bir tür cibinlik sandı. Zenginler paralarını nereye harcayacaklarını bilemiyorlar, para çok ya, diye geçti aklından. Yatağa yaklaştı. Gördüğünü önce anlamlandıramadı sonra da dehşetle geri sıçradı.

Karı koca hâlâ yataktaydılar. Bir gün önce minik dalgaların iskelenin kazıklarına tosladıkça cansız mırıldanmalarına benzer nefes almaya çalışıyorlardı. Etraflarında yedikleri balıklar, kalamarlar, midyeler, ahtapotlar vardı. Karaya vurmuş gibi yatağa saçılmışlardı. Üstlerini örten pembe cibinlik sandığı şeyin ise ağızlarından sızdığı anlaşılıyordu. Yer yer kararmaya başlayan bir tür salyaya benziyordu.

Hizmetkar korkudan yere yuvarlandı. Dilindeki melodi sustu. İmdat diye haykırdı.



içindekiler    üst    geri    ileri   





 52