Saat 19.00 olduğunda tarihi Wiener Staatsoper binası neredeyse ağzına
kadar dolmuştu. Bu gece dünyaca ünlü bu opera binasının konukları
Viyanalılar dışında dünyanın farklı ülkelerinden gelen sanatseverlerdi.
İnsanların bu gün burada olmasının nedeni son zamanlarda ulusal ve
uluslarası basın ve sanat camiasında Oktay Lehmann adının sıkça geçiyor
olmasıydı. Bu kadar kibar ve şık insanın arasında onur konuğu olarak yer
alıyordum. Erkekler siyah takımlarıyla sanki bir ustanın tezgahından
çıkmış gibiydiler. Onları birbirinden ayırt etmek neredeyse olanaksız
gibi duruyordu. Kadınlar ise rengârenk elbiseleri ve pahalı mücevherleri
ile diğerlerini gölgede bırakmak için gökyüzüne doğru yarışan ağaçlar
gibi dik ve gururlu gözüküyorlardı. Ben ise siyah elbisemin gölgesinde
büyük bir şaşkınlıkla olup bitenleri izliyordum. Derinden gelen gonk sesi
diğerleri gibi beni de kendime getirdi. Yavaş yavaş kararan salona bir
anda ani bir sessizlik hakim oldu. Sahnenin ortasındaki piyano dışında
her yer kapkaranlıktı. Opera binasının duvarlarına çarpıp kulaklarımıza
kadar ulaşan ve orta yaşlı balıketli bir kadına yakıştırdığım bir ses:
“Karşınızda ünlü piyanist Oktay Lehmann”
Kendinden emin adımlarla yüzünde büyük bir gülümsemeyle sahneye çıkan
Oktay zayıflamış görünüyordu. İçine giydiği beyaz gömleği ve üstündeki
siyah frakı dolduramamıştı. Bunlar kendisinden daha iri birinin
kıyafetleri gibiydi sanki. Piyanon başına geçip oturdu. Herkes onun
çalmaya başlamasını beklerken o kafasını piyanodan kaldırıp salonun sağ
köşesine doğru baktı. Benim olduğum tarafa. Sonrasında çalmaya başladı.
1973 senesinin aralık ayı. O yıl kış yüzünü Almanya’da erken göstermişti.
Henüz görünürde kar yoktu ama kuru ayaz insanı kalın kürklü giysilere
rağmen üşütüyordu. Ailece pazar kahvaltısı için özenle giyinmiş sabahın
erken saatlerinde yola düşmüştük. Evimize çok uzak olmayan bir mesafede
adını ahşap tabelanın üzerindeki büyük puntolardan okuduğum Bonanza Coffe
Roasters kafeye gelmiştik. Dışarısının ne kadar soğuk olduğunu kafenin
kapısından girerken yüzümüze vuran sıcak havayla bir kez daha fark etmiş
olduk. Böyle bir sıcaklığın verdiği memnuniyetle içeri girerken
geldiğimizi haber veren küçük bir çan sesi bizleri karşıladı. Yerleri
ahşap parkelerle kaplı olan bu kafenin duvarları içerisinin daha da
karanlık olmasına sebebiyet verecek şekilde yeşilin koyu bir tonuyla
boyanmıştı. Giriş kapısının sağında ve solunda yer alan ahşap doğramadan
yapılmış Fransız pencereler siyah renkte altı adet yuvarlak Ferforje masa
ve sandalyeleri yeterince aydınlatamıyordu. Bu yüzden çok erken bir saat
olmasına rağmen işletmeci ışıkları yakmak zorunda kalmıştı. Annem
üstümüzdekileri çıkarmamıza yardım edip paltolarımızı masamızın yanındaki
portmantoya astı. Babam ise bizimle ilgilenen garsonlara kahvaltımızın
siparişini vermekle meşguldü. Annem kardeşim Oktay’ı sandalyesine
oturtmak istedi. Benden iki yaş küçük olan kardeşim Oktay o yıl sekiz
yaşına yeni girmişti. Diğer birçok şeyde olduğu gibi bunu da kendisi
yapmak istedi. Sandalyeye zorda olsa kendi başına oturduğunda ayakları
yere değmiyordu. Ama o bunu sorun etmiyordu. Aşı derece hareketli ve
meraklı bir çocuktu. Salonda çalan müziği o kadar gürültünün arasından
ayırt edip bilen de yine o olmuştu.
“Anne bu çalan Nocturne Op.9 No.1 değil mi?”
Annem kendisine seslenildiğinde çantasından bir şeyler arıyordu. Başını
kaldırıp Oktay'a baktı. Oktay, çalan bir şeye eşlik ediyor gibiydi.
Kafedeki gürültüden çalan şeyin ne olduğunu bilmek zor gibi görünüyordu.
Yine de hepimiz şansımızı deneyerek kaşık çatal sesinden, insanların
kahkahalarından kurtulup bize kadar ulaşan notalara kulak verdik.
“Tebrik ederim oğlum. Aferin doğru bildin.”
Oktay, bilmiş olmanın haklı gururuyla ayaklarını sandalyede bir öne bir
arkaya sallıyordu. Hepimiz onun oturduğu sandalyeden yere değmeyen
ayaklarıyla bu gururlu haline gülümsüyorduk.
“Alle Türken sinddumm!”
Kahkaha ve çatal kaşık sesinin arasından sıyrılan bu kelime
mutluluğumuzun, pazar kahvaltımızın ortasına pimi çekilmiş bir bomba gibi
düştü. Oktay’ın kulaklarını kapatmak için acele ettiysem de geç
kalmıştım. Yan masada iki aile çocuklarıyla birlikte bizim gibi
kahvaltıya gelmişlerdi. Bir yandan yemek atıştırıyorlar bir yandan da
çevredeki masalara aldırış etmeden sohbet ediyorlardı. Annem duyduğu bu
söz üzerine gülümsemeyi bırakarak kafasını yan masaya çevirdi ve
sonrasında hiçbir şey yokmuş gibi önündeki yiyeceklerle ilgileniyormuş
gibi yaptı. Masamıza derin bir sessizlik hâkim olmuştu. Hepimiz annemle
göz teması kurmak için çatal bıçağı bırakıp ona bakıyorduk. Üzgün olduğu
her halinden belli oluyordu. Oturduğu sandalyeden yere atlayan Oktay,
kafedeki tüm gürültüyü avazı çıktığı kadar bağırarak susturdu.
“ Benim annem aptal değil! Aptal olan sensin! Senin gibi düşünenler…”
Oktay’ın bu ani çıkışına kafedeki tüm insanlar gibi biz de şaşırmıştık.
Sandalyeye oturduğunda ayakları yere değmeyen bu erkek çocuğu tüm kafenin
dikkatini çekmişti. Sessizlik hakim olmuş ve herkes en son yaptığı
hareketle dona kalmıştı. Oktay göğsünü kabartıp yumruklarını sıktı.
Arkası bize dönük olduğu halde masamızın iki adım ötesindeydi. Annem, onu
sakinleştirmek için yerinden kalkmak istedi. Babam annemin elini tutarak
ona engel oldu. Yan masadaki adamın Oktay’a vereceği cevabı herkes gibi
biz de merakla bekliyorduk. Annem, babamı ne kadar yalvaran gözlerle
vazgeçirmek istediyse de babam oralı değildi. Oktay ve babam kavga için
hazırdı.
“Şu an burada çalan müziğin ne olduğunu biliyor musun?”
Oktay’ın bu sözleri karşısında hepimiz çok şaşırmıştık. Bizim gibi
diğerleri de Oktay’ın nereye varacağını merak ediyordu. Adam her zaman
söylediği bu söze bu yaşta bir çocuğun karşı çıkacağını hiç düşünmemiş
olacak ki ne yapacağını ne söyleyeceğini bilemez bir haldeydi.
“Hayır bilmiyorum! Neden sordun? “
Çocuksu yüzüne birkaç beden büyük gelecek alaycı bir ifadeyle kahkaha
atan Oktay:
“Bu duyduğunuz müzik Nocturne Op.9 No.1’dir. Eserin sahibi de Polonyalı
sanatçı Frederic Chopin’dir. Benim annem bir Türk'tür ve sizin adını dahi
bilmediğiniz bu eseri en az Frederic Chopin kadar iyi çalıyor.”
Oktay’ın nereye varmak istediğini hepimiz çok iyi anlamıştık. Dağınık
uzun sarı saçlarının altındaki tombul beyaz yüzü kızardığında adamın da
anlamış olduğunu gördük. Ailesinin önünde küçük bir çocuğun bu şekilde
alaycı konuşması gururunu incitmiş olacak ki bir hışımla masadan kalktı.
Onun o heybetli vücuduna rağmen Oktay korkup bir adım dahi geri atmadı.
Adamla birlikte babamda masadan kalktı. Karşısında bir Alman beklemeyen
adam, babamı görünce ne yapması gerektiği konusunda karar veremedi.
İşletmeci ve garsonlar araya girdi. Adam ve ailesi kafeden çıkartıldı ve
onlar adına bizden özür dilendi. Babam annemin yalvaran bakışları ve
Oktay’ın mücadelesine gölge düşürmemek adına olayı daha fazla üstelemedi.
Ortalık sakinleşip masaya tekrar oturduğumuzda annem Oktay’ın elinden
tutup:
“Bunu sizden duymayı hiç beklemiyordum küçük bey. Demek Frederic Chopin
kadar iyi çalıyorum! Teşekkür ederim.”
Bu o yıllarda duyduğumuz sözlerin belki ilkiydi ama sonuncusu
olmayacaktı. Almanya’da zaman zaman 1940’lı yılların Nazi ruhu hortluyor
Türklere ve diğer milletlere karabasan gibi çöküyordu. İnsanlar sözel ve
fiziksel saldırılara uğruyor, Almanya’yı terk etmeleri konusunda baskı
görüyorlardı. Kış, yabancılar için erken gelmişti ve mevsimler boyunca da
varlığını hissettirerek devam edecekti.
Salonda büyük bir alkış koptu. İnsanlar çılgınca Oktay’ı alkışlıyorlardı.
Dakikalarca süren bu alkışın arasında Oktay birkaç kere belden eğilerek
salondakileri selamladı. Ben de diğerleriyle birlikte dakikalarca küçük
kardeşimi alkışladım. İnsanların yüzünde bıraktığı hayranlıktan sanat
camiasında uzun süre daha konuşulacak gibiydi. Sahne sonrasında onu
gördüğümde gülerek bana doğru iki elini uzattı:
"Nocturne hatırladın mı? Gecenin müziği..." Gülerek karşılık verdim:
"Hatırladım. Hiç hatırlamaz olur muyum küçük bey! Adını söylediğiniz bu
eseri en az annem kadar iyi çalıyorsunuz…”