Söz vermiştim. Her gün, demiştim. Yazarım. Yazmalıyım. Bir sigara
içimi kadar da olsa zaman ayırırım, zaman yaratırım. Unutmuşum:
Zaman bizi yaratır oysa. Zamanın oyun hamurlarıyız; bizi yoğurur,
şekillendirir, bozar, sonra canı çeker yeniden yapar demek
istemiyorum, kimse böyle anlamasın. Bunu demek istemiş olsaydım,
klişeden yakasını kurtaramayan o söz cambazlarından farkım
kalmazdı. Hoş, bir başka açıdan onlardan farkım olmayabilir. Bu
konuda iddialı değilim. Olmalıyım belki. Onlara benzemediğimi
düşünmek, onları ya da kendimi yeterince tanımamakla da ilgili
olabilir. Ama bu başka bir mesele. Zaman bizi yaratır demiştim ya.
Ne demek istemiştim bunu söylerken?
İz bırakır, izini acımasızca vurur benliklerimize, mi diyorum
acaba? Yok, bu da değil sanki. Sanki, zamanın itmesiyle yol alan
yelkenliyiz de değil demek istediğim. Ne, peki?
Peki ne? Zaman bize sembol, biz ona işlik miyiz? Zaman canı sıkılan
bir çocuk mu, bir büyüğümün dediği gibi, yoksa biz onun düş
kırıklığı mıyız? Zaman, kendi bildiği bir noktada bir biz var
kılıyor ve büyütüyor mu yaşama dediğimiz şeyin içinde yuvarlaya
yuvarlaya, var kıldığını. Önce var’ı, sonra giderek büyüyen
yaraları mıyız onun? Zaman bu dünyanın beşiği mi yoksa, bir o ana
bir diğer yana savurarak avutuyor mu bizi? Soru çok. Henüz bir
yanıtım yok ama. Olacak mı günün birinde, ondan da emin değilim.
Velhasılıkelam, her gün yazamadım verdiğim söze rağmen.
Yazabilirdim de yazmadım değil ama. Yazabilemedim işin doğrusu.
İzleme zorundalığının suçu tümü. O zorundalık hissi nerden gelip
oturdu üzerime, onu da bilmiyorum. Bildiğim tek şey geldi, beni
buldu, yerleşti ve gitmedi. Çok şey oluyordu, bir şeyler
durmaksızın olmaktaydı ve birinin olan biteni izlemesi gerek diye
düşündüm başlangıçta. Sonra yakamı kurtaramadım, zaman bizi nasıl
yaratır sorusuna yanıt bulamadığım gibi o da yapamadıklarım
yığınının tepesi yerleşti.
Sahte veya gerçek. Ayırt edilmesi güçtü; bu, biraz bulandırmıştı
içimi. Gerçeğe dair sorunuz varsa, yüzünüzü ona dönmek zorundasınız
dedim zihnimde kıpraşıp duran sözcüklere. Gerçek orada işte, akışın
içinde. Demez olaydım. Kaç gözü varsa zihnimin akışa yapıştı
tutkuyla. İzlendiğini bilen gerçek akışı haberdar etti. Akış
temaşayı buyur etti hazla ve hızla. Hızlanmıştı, izleyenine gövde
gösterisi olsun diye. Ben de izledim ve izleyiciliğimin ilk anından
itibaren bir ırmağın, içinden kötülük akan bir ırmağın kıyısına
oturup, akışın arasından olur da iyice bir şey yakalasa, iç
rahatlığıyla izlemeyi bırakacak bir görevli gibiydim. Ve hiç şansım
yoktu. Baktığım her yerde ve her şeyde kötüyü görmekten başka
çıkarı olmayandım.
Zaman bir ceset biriktiricisidir belki de.
Kadınlar, çocuklar, hayvanlar ve ağaçlar. Yılgın erkek yüzleri.
Aç, doymayı öğrenmemiş bakışlar. Korkunç ve utanç verici.
Kızları bir binaya kapayıp yaktılar. Çığlıklarını dinledim. Söz o
gün azaldı. Vatansızlar – kadınlar, erkekler ve bebeler – kıyıya
vurdu; kelimelerimi sis bürüdü. Eskimeye tahammülü yok adamların
bıçak tutan elleri kızıla boyadı baktığım suyu da hikâye kendini
gereksiz ilan etti. Göçük altından çıkamadı da ekmeğini taştan
çıkaran bedenler, kalemim taş kesti. Çocukları aç anne, yan odaya
geçip kendini saç kurutma makinesinin kablosuyla astı da,
kifayetsiz neymiş bildim.