"Yarışmanın birincisi, İngilizce konuşan ülkeler dünyasında en kötü roman
başlangıcını yazabilen kişidir. (…) Edward Bulwer-Lytton, on dokuzuncu
yüzyıl yazarlarından biri. "Karanlık ve fırtınalı bir geceydi…" diye çok
beylik bir cümleyle başlayan ‘Paul Clifford’ adlı romanı Amerikan
okullarının İngilizce derslerinde hala kötü edebiyat örneği olarak
okutulurmuş. San Jose Üniversitesi’nin profesörlerinden Scott Rice, o
romanın ‘ünlü’ başlangıcını anımsayarak uluslararası bir yarışma
düzenlemiş: ‘Düşünebilecek en kötü roman için en kötü başlangıç cümlesini
kim yazacak? ‘ Yarışmaya, her yıl, Amerika, İngiltere, Kanada ve
Avustralya’dan binlerce kişi katılıyor. …."
Bizim Mümtaz hoca, Mümtaz Soysal, 4 Kasım 1983 tarihli Milliyet’teki
köşesinde bu sözlerle duyuruyor bu ilginç yarışmayı. Bu arada bu
yarışmanın her yıl ve hala sürdüğünü de belirteyim.
Bak şimdi aklıma takıldı, bu yarışmanın benzeri bizde açılsa ne olur?
Nolacak tabi ki katılım rekoru olur. Roman neyse de hele bir de ‘kötü
şiir’ yarışması açılsa, tüm zamanların rekoru kesin kırılır. Ve hiç
kuşkun olmasın, böyle bir yarışma sonucu en geç açıklanan yarışma
rekorunu da kırar. E kolay mı jürinin milyonlarca ‘şiiri’ tek tek
değerlendirmesi?
Adının da ‘kötü şiir’ olması hiç fark etmez, bizim toplumda ortalarda
gözükme, ‘ün yapma’ hastalığı var..hem böyle bir yarışma açılırsa ayrıca
‘yeni ürün’ beklemenin gereği de yok. Şu ana dek ortaya dökülenlerle
böyle bir yarışma pekâla yapılabilir. Hem hiç kuşkun olmasın, böyle bir
yarışmada tüm ‘yeni usta’lar da sırım sırım boy gösterir, hem de
kendilerine sonucu yontarak. Bilerek kötü şiir yazmak da ustalık ister,
işte biz bunu becerdik diye böbürlenecekleri kesin.
Aslında dijital ortam başlayıp ‘sanal medya’ ortaya çıktığından bu yana,
bu yönde de ilginç değişikler yaşanıyor. Öncelikle tüm ‘yazar ve şair’
arkadaşlar okurlarıyla birebir ilişki içindeler. Üstelik birçok
‘önyargı’yı da yıkan bir ilişki bu. Eskiden sık sık gerek dergi ve yayın
dünyasında gerekse ve özellikle ödüllendirmelerde sık sık kayırma ve
‘gruplaşma’ eleştirileri gündeme gelirdi. Dijital ortamın bu anlayışı çok
büyük oranda yıkmış olması gerekir çünkü artık okura doğrudan ulaşmak
mümkün. Ancak ilginçtir hâlâ bu ortamda yazılı bir kitap ya da basılı bir
dergide bir şiirini yayınlama peşinde koşan üstelik bunun için avuç
dolusu para döken çok sayıda saftirik arkadaş var. E böyle bir ortamda da
otuz kırk yıl öncesinin dolandırıcılarının ortaya çıkmaması olanaksız.
Eskiden bilirsiniz, bazı uyanıklar çıkardı. Herhangi bir derginin ya da
gazetenin küçük bir köşesine bir küçük ilanla yarışma açtıklarını,
yarışma sonucu ‘beğenilen’lerin bir kitapta toplanacağı duyurulurdu. Çok
sayıda enayi de bulurdu bu duyurular. Ve o enayilerin gönderdikleri
saçmasapan ‘şiirlerle’, hiçbir yerde piyasaya verilmeyen, gönderenlerin
sayısıyla sınırlı basılan kitaplar çıkardı ortaya. Ve sonra da bu
kitaplar fahiş fiyatlarla beşer onar katılanlara kakalanırdı.
Yayıncılık dünyasında şimdi de benzer bir durum yaşanıyor. Ben dahil çok
sayıda yazar, şair arkadaş yıllarca yayın piyasasındaki yüzde onluk
telifin sömürü olduğunu, arttırılması gerektiğini bas bas bağırırken; bu
‘ünlü olma’ sevdasındaki vatandaşlar sayesinde önce yüzde onluk telif
hepten gitti, şimdi de üstüne para isteyen dolandırıcılar çıktı ortaya.
Hayır, gerçekten anlamıyorum. Avuç dolusu para verdiğin ‘yayıncıların’
zaten ciddiye alınacak bir dağıtım ağı yok. Çoğu senin çevrene elden
satış yaparak sürdürüyorlar ‘yayıncılıklarını’..iyi de bunu sen de
yapabilirsin, bi de ne de olsa parayı bastıran sensiz, eline de
tutuşturuyorlar 40-50 kitap. Al bunları da ister sat ister dağıt..e
kardeşim ben satacak olduktan sonra ne diye sana bastırıyorum, diyen
yok..
Artık söylemekten bıktım; gerek kitap basmak gerekse dergi çıkarmak öyle
onların şişirdikleri gibi astronomik bütçe falan gerektirmiyorlar.
Onların yaptığı gibi yüz, yüz elli kitabı siz de çok düşük paralara
bastırabilirsiniz. Yalvar yakar yüz, yüz elli kişiye kitapları dağıtmakla
elinize ne geçecek o da ayrı bir konu. Oysa ki dijital ortamda
yazdıklarınız binlerce, on binlerce kişiye ulaşabilir. Tabi tek sorun
yazdıklarınızın seçkin, belirli bir düzeyin üzerinde olması…Aradaki en
önemli fark; dijital ortam her önüne geleni kaldırmıyor, kalite arıyor.
Aslında bu durumlara gelmemizin nedeni 70’li yıllarda atıldı denebilir. O
yıllarda başlayan Türkiye’nin siyasal yaşamındaki buhranlı ve baskıcı
yönetimler doğal olarak tepkiyi ve alternatif devrimci ideolojilerin
yeşermesini getirdi. Bu kuşkusuz olumlu, olması gereken bir durum. Ancak
bu ideolojik başkaldırı kendi kültürünü, kendi sanatını doğuramadı;
kültür ve sanat alanında yönlendirici müdahalelerde bulunmakla yetindi.
Çeşitli yazılarımda o dönemlerin ‘toplumcu gerçekçilik’ anlayışına karşı
çıkmamın nedeni de bu. ‘Toplumcu’ olmanız yaşadığınız siyasal ortam
içinde çok doğal, eyvallah..da bir şablon olarak bunu sanat ve kültür
alanına taşımaya kalkarsanız, ideolojinize koşut bir sanat kültür
oluşturamaz, bu alanı tümüyle yok edersiniz. İşin sanat estetiğini yok
sayarsanız, bunu doğuramazsanız yaptığınız iş kültür adına sadece koskoca
bir fiyaskodur. Toplumcu gerçekçi şiir yazdığını öne süren arkadaşlarca
Nazım büyük bir şairdir. Sadece onlar için değil tümümüz için geçerli bir
gerçektir bu. Ancak onlar aslında Nazım’ı bir şair olarak değil,
ideolojik olarak öne çıkarırlar ki yanlış da burada başlar. Ki o Nazım
sanat estetiğini kendine ilke edinmiş bir kişidir. Ki o Nazım Orhan
Kemal’in ‘şiirlerinde’, şiir estetiği bulamadığı için ‘sen şiiri bırak,
öyküye başla’ demiş bir kişidir.
Sonuçta; Nazım’ın bir büyük şair olması ve TKP’li olması nedeniyle ondan
sonra gelen ‘şairler’ de böyle ilginç bir yol izlemişler ve sonuçta önce
TKP sonra diğer siyasi hareketler birer reklam ajansına
dönüştürülmüşlerdir.
70 sonrasındaki bu yanlış ivme sonucu kültürel yapımız çok daha gerilere
gitmiştir. Çünkü; önce cumhuriyetin ilk yıllarında Kültür Bakanlığı
Tercüme Bürosunun öncülüğüyle sonra Varlık dergisinin çabalarıyla, çok
sayıda dünya klasiği Türkçeye kazandırılmış; kültür ve sanat alanında
Varoluşculuktan Yapısalcılığa, Sürrealizmden Dadacılığa kadar çok sayıda
sanat ve düşün alanıyla ilgili yayın yine Türkçeleştirilmiş, bu bilinç
kanalı açılmıştır. Ancak 70’lerdeki bu olumsuz rüzgar, bunları da
‘burjuva’ düşünceler saydığı için, tümüyle yok saymış, düşünsel gelişim
ciddi boyutlarda engellenmiştir. Oysa o yayınları okuduğunuzda ‘o’
olunmuyor, sadece ‘onları’ bilmiş oluyorsunuz. Bu kimsenin aklına
gelmedi… ( O yıllarda A dergisi vardı örneğin, Cep Dergisi vardı..şimdi o
düzeyde dergilerimiz yok.) Artık sadece farklı düşünceleri bilmeyen
değil, Dünya Klasiklerini de okumayan bir kuşağımız var.
Şimdi önümüzde çok daha büyük ve çok daha ciddi bir sorun var. Yazının
başlarında da belirttiğim gibi önümüzde yepyeni bir yaşam alanı var;
dijital ortam ve onun uzantısı sanal medya. Sorun bu ortamın olması değil
zaten bunu durdurmanın olanağı da yok. İsteseniz de istemeseniz de artık
dünya bu alan üzerinde gelişiyor ve gelişecek. Sorun bu alanı da
kullanamayışımız ya da çok yetersiz kalmamız.
Ve bu sorun tüm sanat dallarından başlayarak genelde tüm kültürel yapıyı,
onun da ötesinde insanın varoluş yapısını kökünden değiştirecek düzeyde.
Çünkü çağımızda dijitalleşme sadece teknolojik yenilik değil..tüm
buluşları, tüm bilimsel gelişmeleri hatta uzay çağının başlamasını
teknolojik yenilik, teknolojik gelişme olarak değerlendirebilirsiniz.
Ancak dijital dünya, bir teknolojik gelişmenin çok ötesinde tıpkı 18.
Yüzyılda yaşanılan endüstri devrimi gibi teknolojik bir devrimdir. Çünkü
var olan yaşam ve kültürü kökünden yok ediyor ve kendi yaşam biçimini,
kendi kültürünü ortaya çıkarıyor.
Artık klasik yayıncılık öldü. Bunun nedeni sadece sanal yayıncılığın öne
çıkması değil, okur profili de değişti/değişiyor. Örneğin, uzun soluklu
yazı ve yapıtların yerini aforizmaların ve vurucu imgeleri ağır basan
kısa şiir ve yazıların alması; mizah alanında her gün çıtanın inanılmaz
boyutlara çıkabilmesi…
Tiyatro uzun süre sorunlarla boğuşurken, tek tük ayakta kalabilenler
gülmece tiyatrolarıydı. Ancak sanal dünyada mizahın çıtası böylesine
yükselirken onların da bu düzeyi yakalayıp ayakta kalabilmeleri artık
olanaksız. Sinema profili tümden yok oldu. Çok az sayıda film iş
yapabiliyor, çok az sayıda izleyici bu filmlere gidiyor ama onlar da
bildiğimiz sinema izleyicisi değil, dizi film izleyicisi. ‘İş yapan’
filmlerin neredeyse tamamı dizi filmlerin sinema versiyonu yani sinemaya
aktarılmış diziler aslında. Bundan sonra sinema ayakta kalacaksa, sanal
dünyanın sinemaya uyarlanmış versiyonlarıyla ayakta kalabilir. Bu dediğim
tiyatro için de geçerli. Resim, karikatür..tüm sanatlar bu yeni
teknolojik devrim karşısında eski yapılarıyla ayakta kalamazlar. Bu
konuda acilen bir çözüm bulmak zorundalar. Çünkü bu teknolojik devrimin
kültürel altyapısı bir karşıdevrime dönüşebilir. Dahası yok olabilir.
Çünkü sadece sinema, edebiyat, tiyatro….profili değişmedi. İnsanı
‘kültürel yapısı olan bir canlı’ olarak tanımlarsak, insan profili
değişti. Artık günümüz insanı için sanat ve kültür ürünlerinin herhangi
bir AVM’den aldığı herhangi bir tüketim ürününden farkı yok. Çünkü artık
insan profilinin tanımı, karşılığı değişti. Çünkü artık insan; tıpkı
AVM’lerden aldığı o ürünler üzerinde gördüğümüz barkotlardaki gibi sadece
birer sayısal değer.
Dijital ortamla sanat ortamı arasında olumlu bir bağ acilen kurulmalı.
Dijital devrimin kültürel insancıl devrime dönüştürülmesi süreci acilen
başlatılmalı ve hızlandırılmalı.
Yoksa insan klonlamaya, yapay zekalar geliştirmeye gerek de kalmayacak;
bu gidişle insan tüketim toplumunun tepeden tırnağa programlanmış yapay
bir dişlisi olacak.