ÖYKÜ

Çağrı Dahbest  







OMSK DÜŞÜ RUSYA


Bi’ Gencin Sessizliği

Seslerin yükseldiği ama dillerin uyumaktan başka çaresi kalmadığı bi’ yüzyıldı. Belki de hep var olanların saçma sapan anlayışındaki ahkâmdı. İnsan susmazdı. Uyumaz. Yazamaz. Göremez. Esasen insan, insan olsa da akıl ile kavradığı yaşamı zuhur bulmazdı.

Bi’ gece vakti yaklaştı sokağa. Sokak sessiz, gözlerinin sesi yüksekti ama dediğimiz gibi şu tiksinç yüzyılın dili daima uyumaktaydı. Ivan her gecenin üzerine çöktüğünü, her genç gibi çok iyi biliyordu! 19. yüzyıldan kalma bi’ evin beş adımlık merdivenlerini görünce durup, oturmaya karar verdi. Sokak dar ama gönlü genişti. Eski insanların birbirlerine götürdüğü aşureler, tatlılar... Çocukların bir anda kavga edip ardından birbirlerini kovalarken düşüp diz kapaklarını yarmalarını görüyordu. Aklı hep gözlerinin göremeyeceklerini görüyordu ama akılsız gözleri hep kadınların saçlarını veya bacaklarını görüyordu.

Düşünmeyi kesip sokak arasından gökyüzüne baktı. Yıldızların azaldığını, köpeklerin sessizleştiğini fark etti ama bi’ uğultu vardı. Bursa sokaklarında olan her gencin çok iyi bildiği bi’ şeydi bu; fabrikaların konuştuğu ama insanların hep sustuğu şehir olarak kalacak olması vardı.

Ivan sokak arasında kendi kendisiyle konuşmaya başladı,


- Burada... Tam burada yan yana oturan ve birbirini tanımak isteyen iki kişiyi görünce, başka bir şeyi bilmeye gerek var mı? Veya şuradaki ahşap evin önünde sevişen gençleri görürken başka bi’ şeyi bilmeye gerek var mı? Beni anlıyor musun?

- Emin değilim ama her şey... tecrib edilen veya kaçırılan anları bilmemekten geçtiği zaman an zuhur bulur! Çünkü bilmek, bi’ anlamıyla bilmemenin meşru çocuğudur. Sen de bilmemek yerine, bilmek istiyorsun! Burada veya şurada olanların, bilgiye teğet dahi geçmediğini fark etmek farz gibi geliyor.

- Ben de emin değilim ama hangi sokaktan dönmemiz, hangi sokak lambasının altında durmamız gerekliliği! -Kendine emin bi’ sesle.- Bunları bilmesek de olur gibi ama aklımda hep bir şeyler dönüyor. Her şey birbirine bu kadar bağlıyken, neden her şey bu kadar parçalı? Biliyorsun birçok kez karşılaştık olmayanlarla, yani karşılaşmışızdır. Belki bi’ kitabın içinde, belki de o kitap yazılırken silinen bölümünde. Kim bilir, belki de Ölü Canlar’ın yanan bölümlerinde biz de vardık... En azından biz olmasak dahi bizi anlatan bir şeyler... -Oturduğu yerden kafasını kaldırıp, karşısında sakince duran gözlere baktı.- Gerçekten şu yaşamda hiçbir şey bilmeden ağlamaya devam mı edeceğiz? Ya da öylece yaşamaya mı?

O sıra ikisinin de söylemek ve duymak istediği birçok şey vardı. Şeylerin bilinmez eksikliği var oldukça, şeylerin bilinme isteği, o eksikliğin alışılmış durumuyla kaybolup gidiyordu. Eski bi' sokağın kokusunu bilmeden yan yana oturup “nasılsınlar” ve “iyiyimler” ile devam eden muhabbetler. Ardından parlak telefonlar ve pop kültürü var oldukça, bu iki kişiler azaldığı kadar çoğalacak da.


Bu hislerin ardından ikisinin oradan ayrılma gerekliliği derinden hissediliyordu. Diğer bi’ ara sokağın daha güzel koktuğu, ilerideki ahşap evin önünde sevişen geçleri duyumsamak, bu anın şuradalaşmasında yeşerecek yeni bi’ yaşamın habercisiydi. İvan'ın aklında sorduğu soruların yanıtları da vardı. Yine de herkesin bildiği bi’ durumun içindeydi: Kendinde var olan yanıtların pek makbul olmamasıydı. Esasen bu durum, şu var dediğimiz varlığın, kendi kendine varlığının var olup olmamasını kabul edip etmeme durumundan başka bir şey değildi. Kendi kendisinin varlığını en kolay biçimde kabul edip yok sayan kişinin kendisinden başkası olamayacağı açıktı! Ivan da bu durumun içinde yüzen bi’ gençti. Kendi kendine,
“Yaşayamayacağız... Biraz kendimizden, biraz yaşamımızdan kaybedeceğiz. Birisiyle tanışacak, biraz ondan, biraz yaşamından alacağız." diye sessizce düşünürken, pop kültürünün, parlak ve minik ekranların içinde birbirlerini tüketenlere karşı O, Ivan’a hemen cevap vermeye kalktı. "Sorduğun soru! Yani yaşamda bilip-bilmeden ne yapacağımız! Şu sokaklarda ne yaşamaya ne de gülmeye geldik biz! Sadece ağlamaya devam edeceğiz," dedi. Ivan tekrar kendi kendine, "ki bu da ihtimal. Kendi kendimizi tüketmedikçe," diye devam etti. Ardından öylece susup parmaklarına baktı.

Ivan, kendi parmaklarına bakarken O’nun ilgisini çekmişti,

- Ivan, dedi.

Ivan garipseyerek,

- Adı mı nasıl bildin?

- Bilmem!

- Hayır... Emin değilim adımı söylediğime. Dedi Ivan.

O, Ivan’ı tanırcasına konuşmaya başladı,

- Çok mu seviyorsun parmaklarını!

Ivan durgun ve dolmuş gözleriyle parmaklarına derinden bakarken, parmakları buğulu görünüyordu. Dudaklarının kenarları kıvrılıp, tatlı yüzüne gülümseme saçılmıştı. “Çok,” dedi içten sesiyle.

O, araya girip devam etti,

- İçimizdeki karanlığın yavaş yavaş bizi öldürdüğünü, elini kaldırma arzusunun yok olduğunu biliyorum... Ve yaş ilerledikçe, -birkaç saniye susup kendi kendine “sanki kaç yaşındayız,” dercesine gülmüştü, ardından devam etti konuşmasına,- bunların farkına varıp, "boşa düşünüp durma. Hepsi zırvalık," değimini aklında tekrar ve tekrar kurmasına çıldırıyor. Sanki herkes, her şeyden önce yaşamın bi’ şiir kadar okunaklı... bi’ şarap kadar içilesi olmasını, diliyor. -Ivan sessizce araya girip, “şiir gibi duygusal, şarap kadar tiksinilen,” dedi. Ardından O, kafasını sallayarak devam etti.- Ama bunların ötesinde, tiksindiğin kadar derinden hissedilebilen! Gerçekten, yaşamın ne olduğunu bilmeden, anın bir adım ötesini bilmek isteyenler... Hatta bilmeden yaşamak isteyenler... -O, hiddetle susup yaslandığı duvardan hızla irkilip,- boş ver  Ivan, bu insanlar düşünülmeyi hak etmeyecek kadar adiler, dedi.

Ivan bir şeylerin ters gittiğini anladığında hiç bozmadan ayak uydurdu. Sanki önüne kim gelirse gelsin, topluma, insanlara hatta Tanrıya sövsün, diye bekliyordu. Bu sinirle Ivan,

- İnsanların ne dediği umurumda dahi değil ama... neden bilmek istiyoruz her şeyi? Neden? Kendi kendime verdiğim cevabı soracaksan, şunu demek isterim sana: Tüm mesele yaşamak değil mi? Geceye ait olmak, gecenin bi' şiir olmasını hissetmek! Anlamın anlatmak istediğini kavramak. - Haykırmaya başlamıştı.- Biliyoruz işte, tüm kelimeler ve anlamlar yaşamın orospusu olmuş.

Ivan, saçlarını ne yapacağını bilmez gibi çekerken yatağının yapışık olduğu duvara bakıyordu. Sanki her gecenin sonunda yatağına huzurla yatmak isterken, her yatağına girişinde burnunun dibindeki duvara parmaklarını hafifçe sürtme ihtiyacı, gece vakti çığlık atamayacak olmasındandı. Belki de bu yüzden parmakları ve gözleri feryat ediyordu... Belki de parmaklarını bu yüzden de çok seviyordu!

Yaşam, her gün güneşin doğması ile gerçekleşiyordu. Çünkü geceye ait olmalıydık ki, her gecenin sonunda gecenin, bizi güneşle aldattığını hissediyorduk. Belki de bundandı. Belki de onun için veya bizim için yaşam yoktu. Belki de bir şeye ait olmak dayanılmaz bi’ ağırlıktı...



Tek Başına

Ivan hızlı hızlı nefes alırken uyanmıştı. Her şeyin bi' rüya olduğunu anımsaması onun için yeterli olmamış gibiydi. Yataktan fırlayıp dağınık saçlarını umursamadan bir kez daha dağıtıp, sakalına akmış tükürüklerini elinin tersiyle silip masasına geçmişti. Eline kalemi aldı ve,

Ve biliyor musun şu geceleri, sanki abacıdan çalınmış bi’ bez parçası.
Sanki anıların içinde saklanırken,
Duvarların üzerime geldiğini,
Bilmiyorum, diyorum seni sayıklarken, yaşamın bi şarap kadar içilesi olacağını, bir o kadar da tiksinileceğini...
Ve görebiliyor musun bizi,
Şu sözleri bize yazarken, abacının tekrar istenmeyen bez parçasını geri istemesini...

Devam etti yazmaya,

Bilmiyorum işte… Karşımdaki pencerenin açık camından içeriye dolan rüzgarla perdenin dans edişi canlanıyor gözlerimde. İçeriye dolan minik yağmur taneleri ve senin her bir saç telinin de dans edişleri seyrediyor odanın içine doğru… Biliyorum bunların hepsi piç kelimelerden ibaret ama yine de bilmek istiyorum. Yaşamın nereden, nasıl ve niye geldiğini bilmek! Perdenin sallanışını ve gözlerimizin seviştiğini bilmek! Zaten bilmek önemli değil mi? Yaşadığını bilmek… Gerçekten önemli değil mi!? -Gözleri dolarken son bi’ cümle ekledi.- Gerçekten her kimsen cevap ver! Sadece cevap!

Durgun gözyaşları teker teker önündeki beyaz kâğıda akmaya başlamıştı. Yine de içindeki o ağırlığı bi’ duygu bastırabiliyordu. Bu duygu insanın ne vaziyette olduğunu umursamadan yaşama istenciydi. Ne pahasına olursun olsun, bir dakika... Bir dakika daha yaşamak. Sanki unutulmuş bi’ köy yolunun çatlak bi’ kısmından zorla büyümeye çalışan ot gibiydi. Devam etti yazmaya.

Ve… ben bilmiyorum bu geceleri, sanki anıların içinde kaybolduğumu, duvarların içinden üzerime geldiklerini, gördüğüm her bir dakikanın içimde hapsolduğunu. Söylesene… Her kimsen söylesene, hangi şarkıyla insan unutur? Ya da biz unutmak yerine şöyle desek olmaz mı?! Hangi şarkıyla insan unutamadıklarını boyar? Karnım ağrıyor gerçekten. -Diye yazarken beyaz atletinin içine sol avucunu yapıştırıp karnını ısıtmaya çalıştı. Birkaç saniye sonra devam etti yazmaya.- Odam dağılıyor sanki her gece dağılan hayallerim gibi. Kalemim akıyor kâğıda sanki her gece sevişmek isteyen ruhum gibi. Biliyor musun? Hep piyanodan çıkan notaların verdiği duygusal merasim bunlar… Sence piç kelimelerin ve duyguların anası-babası bi’ tıngırdama olabilir mi? İnsanı yaşatan dört beş dakikalık bi’ tıngırdama olabilir mi? -İvan, önündeki cama bakarken odanın kapısı açıldı. İçeriye Varez girerken Ivan'a yumuşak sesiyle, "Efendim. Rusya’ya olan uçak biletiniz ve istediğiniz JanisJoplin plağını getirdim." dedi. Ivan, ellerini “teşekkür ederim” der gibi sallayıp önündeki açık cama, gözlerine doğru savrulan uzun ağacın rüzgâr dolu dallarına bakmaya devam etti. Varez arkasına yavaşça dönüp kapıyı kapattı ve gitti. Ivan tekrar yazmaya devam etti.- Sanki geceler bitmeyecek gibi. Şu karşımdaki babamdan kalma üzüm tarlasına dalıp, elimdeki sopayla aşağıya doğru sallanan üzümleri teker teker parçalamak istiyor gibiyim. Benim için şu üzümler kadınların meme uçlarını andırıyorlar ve şu aklımın içindeki şehvet olmamalı... Olmamalı, diye düşünüyorum. Kendime yalan söylüyorum, “Ey kendim sana yalan söylüyorum! Düşünmek istemiyorum böyle bi’ ihtimali... Bu şehveti benden alırlarsa, nasıl yaşarım!

Kalemi bırakıp karşısındaki üzüm tarlasına bakmaya başladı. Sesi odanın içinde hafifçe duyulurken bu sefer kâğıt yerine kendiyle konuşmaya başladı,

“Belki de bunu altı yaşındaki halimle düşündüğüm için bu öfke ama şu camdan gökyüzüne bakarken altı yaşına inmiş, hayaller kuruyor ve bu hayallerin içinde boğuluyor gibiyim. Altı yaşıma kadar iniyordum bunlar için! İnsan kendisini alçakça hislerden korumak için altı yaşına indirmesi de alçaklık değil mi? Değil mi?” -Kapı tekrar açılmıştı. Varez içeriye girmeden Ivan'ın nadir duyulan sesi yüksek işitilmişti, “Varez bir şeye ihtiyacım yok,” derken elini de salladı. Kapı tekrar kapanırken bi’ ses Ivan'ın kulağına fısıldıyordu, “biliyorum… Aradığın tüm cevapları bulacağız,” derken Ivan etrafına bakamamıştı korkudan. Parmaklarını saçlarının dibine sokarken saçlarını boğuyordu. Ardından tekrar kalemi eline alıyordu. Arkasına doğru heyecanla döndü. Annesi yavaşça üzerine geliyordu. Ivan’ın aklına, “cennet annelerin ayakları altındadır,” değimi geldi. Ivan ile annesinin gözleri iç içe geçmişti. Annesi üzerine doğru yavaşça geliyor ve gözleri sevişiyordu. Gözleri arasında kalmış her şey teker teker eriyor ve yok oluyordu. Elinde parlayan bi’ kâğıt ve kâğıdın içinde yazan, "Ivan... Ivan... Ivan..." kelimesi. Ve annesi öylece Ivan'nın üzerine gitmeye devam ediyordu. Ivan'ın aklından, "şu tıngırdamayı (piyano tınısı) kapatmam gerekiyor... Bu hayaller çok fazla... bana çok," diye geçirirken, kapatmadı. Ve hayali devam etti. Annesi yanına doğru geldiğinde gözleri yanıyordu. Annesi, Ivan’ın kafasının üzerinde kâğıdı yakarken, çocuk gibi sesi çıkıyor ve ellerini sallıyordu. Sağ elindeki yanan kâğıdı, Ivan’ın kafasının üzerinde sallarken,

– *"Bu kusurlu dünyada her şey kusurluysa, kendi kusursuz kusurluluğu içinde en kusursuz olanıdır aşk", diye söyleniyordu.

Ivan, "yeter," diye bağırırken kendine sıkıca bi' tokat attı. Eline tekrar kalemi alıp kâğıdın içine gömüldü ve yazmaya başladı.

Düşünürken kafam ve karnım ağrıyor. Bu… Aşk acısı değil… Korku veya yaşamı kaçırma hissiyatı… Bu, eminim bi’ yaratıcının şiiridir. Her kimse arşı âlâda ahkâm kesen işte… Ve o orada öylece... İtalyan koltuğa yayılıp, “sana bu... Evet sana da bu kulum! Bu! Bu! Hayır sen piç kal. Sen orospu! - Diye yazarken göz yaşları kâğıda öylesine boşalmıştı. Bir yandan hüngür hüngür ağlıyor, bir yandan da yazdıklarının üzerini delice karalamaya çalışıyordu aklından düşünceler geçmeye devam ederken.- İnsan gerçekten hastalıklı bi’ varlık! Hasta! Öylesine bi’ iştahla var- oluşan, öylesine çabucak ve hızlıca var olan ki! Var oldukça bi’ o kadar da hasta ve tiksinç ki!

Kalemi karşısındaki camdan dışarıya öfkeyle fırlatırken kalem rüzgârın etkisiyle masanın üzerine tekrar düşmüştü. Ivan, "kurtuluş yok işte. Ne annemin evin içinde attığı çığlıklardan ne de geri gelmeyecek babamdan... ne de senden. Ancak... -sol eliyle yüzüne sertçe vurduktan sonra sağ eliyle yazmaya devam etti.- Ancak... "Nasıl... Yazsana oğlum,” dedi annesi, “ÖLÜMLE ANNE! ÖLÜMLE!” Diye haykırıp gözlerinin altındaki yaşları sildi. Aklının erdiğini, gece yatağa yatarken karanlığın içinde öylece duvara sürdüğü parmaklarından başka bir şeyinin olmayışını ilk defa bu denli hissetmişti.

Yalnız ve sessiz haykırışları vardı. Kendi içinde dahi tekrarlayamadı bu sözleri. Sustu. Kendine sarıldı.

Dizlerini karnına doğru çekip, dudaklarıyla diz kapaklarını öpmeye başladı. Büzüşmüş bi’ şekilde bi' çocuğun annesinden duyamayacağı samimi sözleri kendi kendine söyledi,


"Baktığım masa da cam da yüzüme doğru savrulan perdenin içindeki rüzgâr da karşımda yayılan dünya da gerçekti. Çünkü içimde bir şeylerin parçalandığını sezmek, gerçekliğin tâ kendiydi. Çünkü bazıları için yaşam buydu... bazıları için yaşam buydu... Çünkü bazıları için yaşam yoktu... Ve asla olmamalıydı!"
 

dizin    üst    geri    ileri    

 



 40 

 SÜJE  /  otuz sekizinci sayı