Seslerin yükseldiği ama dillerin uyumaktan başka çaresi kalmadığı bi’
yüzyıldı. Belki de hep var olanların saçma sapan anlayışındaki ahkâmdı.
İnsan susmazdı. Uyumaz. Yazamaz. Göremez. Esasen insan, insan olsa da
akıl ile kavradığı yaşamı zuhur bulmazdı.
Bi’ gece vakti yaklaştı sokağa. Sokak sessiz, gözlerinin sesi yüksekti
ama dediğimiz gibi şu tiksinç yüzyılın dili daima uyumaktaydı. Ivan her
gecenin üzerine çöktüğünü, her genç gibi çok iyi biliyordu! 19. yüzyıldan
kalma bi’ evin beş adımlık merdivenlerini görünce durup, oturmaya karar
verdi. Sokak dar ama gönlü genişti. Eski insanların birbirlerine
götürdüğü aşureler, tatlılar... Çocukların bir anda kavga edip ardından
birbirlerini kovalarken düşüp diz kapaklarını yarmalarını görüyordu. Aklı
hep gözlerinin göremeyeceklerini görüyordu ama akılsız gözleri hep
kadınların saçlarını veya bacaklarını görüyordu.
Düşünmeyi kesip sokak arasından gökyüzüne baktı. Yıldızların azaldığını,
köpeklerin sessizleştiğini fark etti ama bi’ uğultu vardı. Bursa
sokaklarında olan her gencin çok iyi bildiği bi’ şeydi bu; fabrikaların
konuştuğu ama insanların hep sustuğu şehir olarak kalacak olması vardı.
Ivan sokak arasında kendi kendisiyle konuşmaya başladı,
- Burada... Tam burada yan yana oturan ve birbirini tanımak isteyen iki
kişiyi görünce, başka bir şeyi bilmeye gerek var mı? Veya şuradaki ahşap
evin önünde sevişen gençleri görürken başka bi’ şeyi bilmeye gerek var
mı? Beni anlıyor musun?
- Emin değilim ama her şey... tecrib edilen veya kaçırılan anları
bilmemekten geçtiği zaman an zuhur bulur! Çünkü bilmek, bi’ anlamıyla
bilmemenin meşru çocuğudur. Sen de bilmemek yerine, bilmek istiyorsun!
Burada veya şurada olanların, bilgiye teğet dahi geçmediğini fark etmek
farz gibi geliyor.
- Ben de emin değilim ama hangi sokaktan dönmemiz, hangi sokak lambasının
altında durmamız gerekliliği! -Kendine emin bi’ sesle.- Bunları bilmesek
de olur gibi ama aklımda hep bir şeyler dönüyor. Her şey birbirine bu
kadar bağlıyken, neden her şey bu kadar parçalı? Biliyorsun birçok kez
karşılaştık olmayanlarla, yani karşılaşmışızdır. Belki bi’ kitabın
içinde, belki de o kitap yazılırken silinen bölümünde. Kim bilir, belki
de Ölü Canlar’ın yanan bölümlerinde biz de vardık... En azından biz
olmasak dahi bizi anlatan bir şeyler... -Oturduğu yerden kafasını
kaldırıp, karşısında sakince duran gözlere baktı.- Gerçekten şu yaşamda
hiçbir şey bilmeden ağlamaya devam mı edeceğiz? Ya da öylece yaşamaya mı?
O sıra ikisinin de söylemek ve duymak istediği birçok şey vardı. Şeylerin
bilinmez eksikliği var oldukça, şeylerin bilinme isteği, o eksikliğin
alışılmış durumuyla kaybolup gidiyordu. Eski bi' sokağın kokusunu
bilmeden yan yana oturup “nasılsınlar” ve “iyiyimler” ile devam eden
muhabbetler. Ardından parlak telefonlar ve pop kültürü var oldukça, bu
iki kişiler azaldığı kadar çoğalacak da.
Bu hislerin ardından ikisinin oradan ayrılma gerekliliği derinden
hissediliyordu. Diğer bi’ ara sokağın daha güzel koktuğu, ilerideki ahşap
evin önünde sevişen geçleri duyumsamak, bu anın şuradalaşmasında
yeşerecek yeni bi’ yaşamın habercisiydi. İvan'ın aklında sorduğu
soruların yanıtları da vardı. Yine de herkesin bildiği bi’ durumun
içindeydi: Kendinde var olan yanıtların pek makbul olmamasıydı. Esasen bu
durum, şu var dediğimiz varlığın, kendi kendine varlığının var olup
olmamasını kabul edip etmeme durumundan başka bir şey değildi. Kendi
kendisinin varlığını en kolay biçimde kabul edip yok sayan kişinin
kendisinden başkası olamayacağı açıktı! Ivan da bu durumun içinde yüzen
bi’ gençti. Kendi kendine, “Yaşayamayacağız... Biraz kendimizden, biraz
yaşamımızdan kaybedeceğiz. Birisiyle tanışacak, biraz ondan, biraz
yaşamından alacağız." diye sessizce düşünürken, pop kültürünün, parlak ve
minik ekranların içinde birbirlerini tüketenlere karşı O, Ivan’a hemen
cevap vermeye kalktı. "Sorduğun soru! Yani yaşamda bilip-bilmeden ne
yapacağımız! Şu sokaklarda ne yaşamaya ne de gülmeye geldik biz! Sadece
ağlamaya devam edeceğiz," dedi. Ivan tekrar kendi kendine, "ki bu da
ihtimal. Kendi kendimizi tüketmedikçe," diye devam etti. Ardından öylece
susup parmaklarına baktı.
Ivan, kendi parmaklarına bakarken O’nun ilgisini çekmişti,
Ivan durgun ve dolmuş gözleriyle parmaklarına derinden bakarken,
parmakları buğulu görünüyordu. Dudaklarının kenarları kıvrılıp, tatlı
yüzüne gülümseme saçılmıştı. “Çok,” dedi içten sesiyle.
O, araya girip devam etti,
- İçimizdeki karanlığın yavaş yavaş bizi öldürdüğünü, elini kaldırma
arzusunun yok olduğunu biliyorum... Ve yaş ilerledikçe, -birkaç saniye
susup kendi kendine “sanki kaç yaşındayız,” dercesine gülmüştü, ardından
devam etti konuşmasına,- bunların farkına varıp, "boşa düşünüp durma.
Hepsi zırvalık," değimini aklında tekrar ve tekrar kurmasına çıldırıyor.
Sanki herkes, her şeyden önce yaşamın bi’ şiir kadar okunaklı... bi’
şarap kadar içilesi olmasını, diliyor. -Ivan sessizce araya girip, “şiir
gibi duygusal, şarap kadar tiksinilen,” dedi.Ardından O, kafasını
sallayarak devam etti.- Ama bunların ötesinde, tiksindiğin kadar derinden
hissedilebilen! Gerçekten, yaşamın ne olduğunu bilmeden, anın bir adım
ötesini bilmek isteyenler... Hatta bilmeden yaşamak isteyenler... -O,
hiddetle susup yaslandığı duvardan hızla irkilip,- boş ver Ivan, bu
insanlar düşünülmeyi hak etmeyecek kadar adiler, dedi.
Ivan bir şeylerin ters gittiğini anladığında hiç bozmadan ayak uydurdu.
Sanki önüne kim gelirse gelsin, topluma, insanlara hatta Tanrıya sövsün,
diye bekliyordu. Bu sinirle Ivan,
- İnsanların ne dediği umurumda dahi değil ama... neden bilmek istiyoruz
her şeyi? Neden? Kendi kendime verdiğim cevabı soracaksan, şunu demek
isterim sana: Tüm mesele yaşamak değil mi? Geceye ait olmak, gecenin bi'
şiir olmasını hissetmek! Anlamın anlatmak istediğini kavramak. -
Haykırmaya başlamıştı.- Biliyoruz işte, tüm kelimeler ve anlamlar yaşamın
orospusu olmuş.
Ivan, saçlarını ne yapacağını bilmez gibi çekerken yatağının yapışık
olduğu duvara bakıyordu. Sanki her gecenin sonunda yatağına huzurla
yatmak isterken, her yatağına girişinde burnunun dibindeki duvara
parmaklarını hafifçe sürtme ihtiyacı, gece vakti çığlık atamayacak
olmasındandı. Belki de bu yüzden parmakları ve gözleri feryat ediyordu...
Belki de parmaklarını bu yüzden de çok seviyordu!
Yaşam, her gün güneşin doğması ile gerçekleşiyordu. Çünkü geceye ait
olmalıydık ki, her gecenin sonunda gecenin, bizi güneşle aldattığını
hissediyorduk. Belki de bundandı. Belki de onun için veya bizim için
yaşam yoktu. Belki de bir şeye ait olmak dayanılmaz bi’ ağırlıktı...
Tek Başına
Ivan hızlı hızlı nefes alırken uyanmıştı. Her şeyin bi' rüya olduğunu
anımsaması onun için yeterli olmamış gibiydi. Yataktan fırlayıp dağınık
saçlarını umursamadan bir kez daha dağıtıp, sakalına akmış tükürüklerini
elinin tersiyle silip masasına geçmişti. Eline kalemi aldı ve,
Ve biliyor musun şu geceleri, sanki abacıdan çalınmış bi’ bez parçası.
Sanki anıların içinde saklanırken,
Duvarların üzerime geldiğini,
Bilmiyorum, diyorum seni sayıklarken, yaşamın bi şarap kadar içilesi
olacağını, bir o kadar da tiksinileceğini...
Ve görebiliyor musun bizi,
Şu sözleri bize yazarken, abacının tekrar istenmeyen bez parçasını geri
istemesini...
Devam etti yazmaya,
Bilmiyorum işte… Karşımdaki pencerenin açık camından içeriye dolan
rüzgarla perdenin dans edişi canlanıyor gözlerimde. İçeriye dolan minik
yağmur taneleri ve senin her bir saç telinin de dans edişleri seyrediyor
odanın içine doğru… Biliyorum bunların hepsi piç kelimelerden ibaret ama
yine de bilmek istiyorum. Yaşamın nereden, nasıl ve niye geldiğini
bilmek! Perdenin sallanışını ve gözlerimizin seviştiğini bilmek! Zaten
bilmek önemli değil mi? Yaşadığını bilmek… Gerçekten önemli değil mi!?
-Gözleri dolarken son bi’ cümle ekledi.- Gerçekten her kimsen cevap ver!
Sadece cevap!
Durgun gözyaşları teker teker önündeki beyaz kâğıda akmaya başlamıştı.
Yine de içindeki o ağırlığı bi’ duygu bastırabiliyordu. Bu duygu insanın
ne vaziyette olduğunu umursamadan yaşama istenciydi. Ne pahasına olursun
olsun, bir dakika... Bir dakika daha yaşamak. Sanki unutulmuş bi’ köy
yolunun çatlak bi’ kısmından zorla büyümeye çalışan ot gibiydi. Devam
etti yazmaya.
Ve… ben bilmiyorum bu geceleri, sanki anıların içinde kaybolduğumu,
duvarların içinden üzerime geldiklerini, gördüğüm her bir dakikanın
içimde hapsolduğunu. Söylesene… Her kimsen söylesene, hangi şarkıyla
insan unutur? Ya da biz unutmak yerine şöyle desek olmaz mı?! Hangi
şarkıyla insan unutamadıklarını boyar? Karnım ağrıyor gerçekten. -Diye
yazarken beyaz atletinin içine sol avucunu yapıştırıp karnını ısıtmaya
çalıştı. Birkaç saniye sonra devam etti yazmaya.- Odam dağılıyor sanki
her gece dağılan hayallerim gibi. Kalemim akıyor kâğıda sanki her gece
sevişmek isteyen ruhum gibi. Biliyor musun? Hep piyanodan çıkan notaların
verdiği duygusal merasim bunlar… Sence piç kelimelerin ve duyguların
anası-babası bi’ tıngırdama olabilir mi? İnsanı yaşatan dört beş
dakikalık bi’ tıngırdama olabilir mi? -İvan, önündeki cama bakarken
odanın kapısı açıldı. İçeriye Varez girerken Ivan'a yumuşak sesiyle,
"Efendim. Rusya’ya olan uçak biletiniz ve istediğiniz JanisJoplin plağını
getirdim." dedi. Ivan, ellerini “teşekkür ederim” der gibi sallayıp
önündeki açık cama, gözlerine doğru savrulan uzun ağacın rüzgâr dolu
dallarına bakmaya devam etti. Varez arkasına yavaşça dönüp kapıyı kapattı
ve gitti. Ivan tekrar yazmaya devam etti.- Sanki geceler bitmeyecek gibi.
Şu karşımdaki babamdan kalma üzüm tarlasına dalıp, elimdeki sopayla
aşağıya doğru sallanan üzümleri teker teker parçalamak istiyor gibiyim.
Benim için şu üzümler kadınların meme uçlarını andırıyorlar ve şu aklımın
içindeki şehvet olmamalı... Olmamalı, diye düşünüyorum. Kendime yalan
söylüyorum, “Ey kendim sana yalan söylüyorum! Düşünmek istemiyorum böyle bi’ ihtimali... Bu şehveti benden alırlarsa, nasıl yaşarım!
Kalemi bırakıp karşısındaki üzüm tarlasına bakmaya başladı. Sesi odanın
içinde hafifçe duyulurken bu sefer kâğıt yerine kendiyle konuşmaya
başladı,
“Belki de bunu altı yaşındaki halimle düşündüğüm için bu öfke ama şu
camdan gökyüzüne bakarken altı yaşına inmiş, hayaller kuruyor ve bu
hayallerin içinde boğuluyor gibiyim. Altı yaşıma kadar iniyordum bunlar
için! İnsan kendisini alçakça hislerden korumak için altı yaşına
indirmesi de alçaklık değil mi? Değil mi?” -Kapı tekrar açılmıştı. Varez
içeriye girmeden Ivan'ın nadir duyulan sesi yüksek işitilmişti, “Varez
bir şeye ihtiyacım yok,” derken elini de salladı. Kapı tekrar kapanırken
bi’ ses Ivan'ın kulağına fısıldıyordu, “biliyorum… Aradığın tüm cevapları
bulacağız,” derken Ivan etrafına bakamamıştı korkudan. Parmaklarını
saçlarının dibine sokarken saçlarını boğuyordu. Ardından tekrar kalemi
eline alıyordu. Arkasına doğru heyecanla döndü. Annesi yavaşça üzerine
geliyordu. Ivan’ın aklına, “cennet annelerin ayakları altındadır,” değimi
geldi. Ivan ile annesinin gözleri iç içe geçmişti. Annesi üzerine doğru
yavaşça geliyor ve gözleri sevişiyordu. Gözleri arasında kalmış her şey
teker teker eriyor ve yok oluyordu. Elinde parlayan bi’ kâğıt ve kâğıdın
içinde yazan, "Ivan... Ivan... Ivan..." kelimesi. Ve annesi öylece
Ivan'nın üzerine gitmeye devam ediyordu. Ivan'ın aklından, "şu
tıngırdamayı (piyano tınısı) kapatmam gerekiyor... Bu hayaller çok
fazla...bana çok," diye geçirirken, kapatmadı. Ve hayali devam etti.
Annesi yanına doğru geldiğinde gözleri yanıyordu. Annesi, Ivan’ın
kafasının üzerinde kâğıdı yakarken, çocuk gibi sesi çıkıyor ve ellerini
sallıyordu. Sağ elindeki yanan kâğıdı, Ivan’ın kafasının üzerinde
sallarken,
– *"Bu kusurlu dünyada her şey kusurluysa, kendi kusursuz kusurluluğu
içinde en kusursuz olanıdır aşk", diye söyleniyordu.
Ivan, "yeter," diye bağırırken kendine sıkıca bi' tokat attı. Eline
tekrar kalemi alıp kâğıdın içine gömüldü ve yazmaya başladı.
Düşünürken kafam ve karnım ağrıyor. Bu… Aşk acısı değil… Korku veya
yaşamı kaçırma hissiyatı… Bu, eminim bi’ yaratıcının şiiridir. Her kimse
arşı âlâda ahkâm kesen işte… Ve o orada öylece... İtalyan koltuğa yayılıp, “sana
bu... Evet sana da bu kulum! Bu! Bu! Hayır sen piç kal. Sen orospu! -
Diye yazarken göz yaşları kâğıda öylesine boşalmıştı. Bir yandan hüngür
hüngür ağlıyor, bir yandan da yazdıklarının üzerini delice karalamaya
çalışıyordu aklından düşünceler geçmeye devam ederken.- İnsan gerçekten
hastalıklı bi’ varlık! Hasta! Öylesine bi’ iştahla var- oluşan, öylesine
çabucak ve hızlıca var olan ki! Var oldukça bi’ o kadar da hasta ve
tiksinç ki!
Kalemi karşısındaki camdan dışarıya öfkeyle fırlatırken kalem rüzgârın
etkisiyle masanın üzerine tekrar düşmüştü. Ivan, "kurtuluş yok işte. Ne
annemin evin içinde attığı çığlıklardan ne de geri gelmeyecek babamdan...
ne de senden. Ancak... -sol eliyle yüzüne sertçe vurduktan sonra sağ
eliyle yazmaya devam etti.- Ancak... "Nasıl... Yazsana oğlum,” dedi
annesi, “ÖLÜMLE ANNE! ÖLÜMLE!” Diye haykırıp gözlerinin altındaki yaşları
sildi. Aklının erdiğini, gece yatağa yatarken karanlığın içinde öylece
duvara sürdüğü parmaklarından başka bir şeyinin olmayışını ilk defa bu
denli hissetmişti.
Yalnız ve sessiz haykırışları vardı. Kendi içinde dahi tekrarlayamadı bu
sözleri. Sustu. Kendine sarıldı.
Dizlerini karnına doğru çekip, dudaklarıyla diz kapaklarını öpmeye
başladı. Büzüşmüş bi’ şekilde bi' çocuğun annesinden duyamayacağı samimi
sözleri kendi kendine söyledi,
"Baktığım masa da cam da yüzüme doğru savrulan perdenin içindeki rüzgâr
da karşımda yayılan dünya da gerçekti. Çünkü içimde bir şeylerin
parçalandığını sezmek, gerçekliğin tâ kendiydi. Çünkü bazıları için yaşam
buydu... bazıları için yaşam buydu... Çünkü bazıları için yaşam yoktu...
Ve asla olmamalıydı!"