Mihriban, akşam kızıllığında, uyuşuk bir düşten uyanır gibi sarsıldı.
Alman malı bir cipin içinde tren raylarının üstünden geçiyorlardı. Cip
çok eski bir yarış aracıydı. Çıkartmaları yıpranmış, boyası dökülmüş, yol
aldıkça zangırdayan, her tarafı şangır şungur bir araca dönüşmüştü. Üstü
açık bu cip, motokros yarışlarına merak salmış Erdinç’ten kalmaydı.
Erdinç iş adamlığına heves etti. Gitti buralardan.
Bir de motor vardı. Fikret’in heveslenip, gerisini Mehmet’in getirdiği
tuhaf bir hikayenin sonu gibi. Sağdan soldan toplama motor ile de Kara
Ağaca gitmişlerdi.
Mehmet, gittiği her yere imzasını atabilen, özel bir ruha sahipti.
Fikret’in yıllarca başaramadığı motorculuk hevesini tamamlayan da Mehmet
amcaydı. Irmaklar boyunca yollarda o dev gürültüyü koparan motoru tamir
eden de yine Mehmet amcaydı.
Mihriban’ın iki amcası vardı. Kimse kalmamıştı kasabada. Fikret, Erdinç
ve babası Yağız. Hepsinin kendine has özel ruhları, kalem ve kelam
oynatışları oldu. İnkar edilemez ruhlar ve özentiler... Ama gerisini
getirmediler. Hepsinden ayrı bir uzaklık alıp, kendi yoluna yürüdü
Mihriban. Herkesten bir şeyler aldı. Mihriban’ın babası Yağız da çekip
gitti en son. Mihriban hezeyan ve panik atakları yüzünden kasabada
kalmış, yalnızlığı pek kaldıramıyordu. Bir Mehmet amca işte. Her yerde
eli ekmek tutacak bir insan, ama bu kızı yalnız bırakmak istemiyordu.
Çünkü evin yaşlıları Mihriban’ın canına okuyorlardı. Dışarıdan arada
gelen telefonlar olmasa Mihriban unutulduğunu düşünecekti. “Dayan”
diyordu amcaları. “Bir isteğin olursa söyle.” Ne istesin Mihriban, sadece
yaşadığının farkına varmak... Bir gün cipi alıp Mehmet amcasını bile
beklemeden gitmişti Kara Ağacın altına. Saatlerce altında ağlayıp,
sarılıp kalmıştı öyle. Köy yolundan gelen geçenler bir tuhaf bakmıştı.
Neden sonra “Bir yakınım öldü” demişti insanlara. Halbuki yaşama
sevincini kaybetmişti. Hem de çocukluğunda. Bir Mehmet amca işte. Bir o
vardı yanında. Kara Ağacın ortası mağara gibi oyuk. Çocukken içine
girermiş Mehmet amca. Korunakmış Kara Ağaç.
Irmak boyundaki geniş ovalar beyaz badanalı damların duvarlarında, barok
tarzı giyimli kadın çizimleri ve ova yolunda toplama bir motor. Mehmet
amca işte bu demekti. Ruhunda kalemi gezdirenlerin hali hep başkaydı.
Mehmet amca maharetin diğer adıydı. Elinin değdiği sanat, dilinin değdiği
insan olurdu … Neler gelmez ki elinden?
Mehmet amca, Mihriban’ın tüm amcalarına da sahip çıkmıştı zamanında.
Onların yarım bıraktığı hikayeleri ve her şeyi ile ilgilenmişti.
Mihriban’a Yağız’dan daha yakındı. Yağız doktordu. Bir aşkın arkasından
koştu gitti İstanbul’a. Mihriban Seferihisar’da kaldı. Tüm ege havzasında
geniş toprakların sahibi bir ailenin, git gide kuruyan ekonomisinin tam
ortasındaki tek torundu. Kendisini “tuhaf bir varis” olarak tanımlıyordu.
Herkesin kaçıp gittiği yerlerin mirasçısı. Hepsi, tüm amcaları ve babası
hayallerinin peşinden koştu. Kimi sinema, kimi aşk dedi. Kimi de yurt
dışı ve büyük işler... Kimse sormadı Mihriban’a sen nesin? Necisin? Ne
olacaktın? İngiltere’den bir aşk hastalığı ile dönmüştü. İflah olmaz bir
dalgın. İnadına uzak bakışlı bir genç kadın.
Bir Mehmet amca işte. O sormuştu. “Ne olacak şimdi?” diye. Sorunca da
afalladı Mihriban. Az sayılmayacak toprakların bekçisi, ama karşılığında
tüm mutluluğunu elinden alan ege havzasının, yeni yetme mirasçısına ne
olacak? Korktu. Mülkiyetin bir çeşit esaret olabilme ihtimali, zamanından
önce üzerine yıkılan sorumluluk. Gizli bir korku ile geleceğe bakıyordu.
“Uyanık ol.” diyordu telefondaki amca sesler. “O miraslarda hâlâ payımız
var. Sana paran için yaklaşan çok olur.” Bu güvensiz ortamda, bu kapanda
evlilik yapmak da zordu. Yüzlerce dönüm arazinin işlenmesi, ekimi,
dikimi, hasadı, ilacı, otuz yaşlarında bir kızdan soruluyordu. Ama daha
çok da Mehmet amcadan.
Toplama cip, şangırtılar çıkararak ilerliyordu. Ve Mihriban, midesi
bulanmış, rüzgardan serseme dönmüş, garip bir mutluluğa doğru akıyordu.
Tren yolu başka, Kara Ağacın altı bambaşka bir hikayeydi. Mehmet amca o
özel ruhunu o hikayeye katarken, dinleyicisini de, o hikayeye ortak eder,
sonra da “bizim Kara Ağaç var ya” diye başlardı tekrar tekrar anlatmaya…
Mehmet amca parayla ilgisi olmayan bir zenginliğin adamı. O toprak
reformu dedikçe linçe uğramış bir ziraat mühendisi. Ama her koşulda da
parayı bulabiliyordu. Ve herkesi, tanıdığı tanımadığı herkesi o paraya da
ortak ederdi. Ortak düşler, ortak hikayeler, bir ekmeğin yarısı. Üveymiş
Mehmet amca. Ama herkesin gönüllü kabul ettiği haliyle, Mihriban’ın
yardımında, hep yanında, bilmek istedikleri tek güvenilen insan. Bir
yandan ucu bucağı bitmeyen tarlalar, diğer yandan mülkiyetsizliğin
kavgasını aynı anda vermek. Bir Mehmet amca işte bu tuhaf işlere bakan,
bir tek oydu. Diğer amcalar ve Yağız hayalleri sıra koşarken,
mülkiyetsizlik ve mülkiyetin bütün mesuliyetini, kesik izlerini,
hikayelerini bir o taşıyordu. . Fakirdi, üveydi, mülkiyetin yanında
yanaşma duran, kahyanın oğluydu. Bütün hikayelerde onun izi ve yüzü
vardı.
İşte bu yüzden Tren yolu hikayesi Mihriban’ın da çocukluğuna denk
düşerdi. Arada yirmi yaş farkla, “o bizim hikayemiz” olurdu. Bir anda
tren yolunda çatışma ortasında kalan çocuğun hikayesi. Mihriban’ın
çocukluğuna değer. Mehmet çatışmanın ortasında kalan çocuk iken sanki
roller değişirdi bir an. Mızıka çalan tuhaf genç tekrar tekrar vurulur o
hikayede. Hemşire kadın genç bir yaralıya tesadüf yardım eder, çocuğun
kimse farkında değildir. Çocuk tren yolunda kurşunların ortasında kalır.
O gün çiftlikten kaçmıştır. O gün başka yaşam kurmaya kararlı on yaşında
bir çocuk. Mihriban hayalen dalar hikayeye, çocuğa dokunurdu. “Korkma
çocuk öp beni.”
Ya Kara Ağaç; Kara Ağacın altında jandarmadan dayak yiyen, Mehmet’in
gençliği… O da Mihriban’ın çocukluğuna teğet ya da değgin bir noktada
kesişir mi? Tanıştığı herkese başka bir hikaye anlatan ve o dinleyenini
de ortak eden Mehmet’in kim olduğunu, jandarma da çözememişti. Aşağı
köylerde bir yıl siyasi kaçak yaşamıştı. Köylüler, köye inen
jandarmalara, Mehmet için, “bizim köyün meczubudur, yıllardan beri
buralarda gezinir o garip” dememişler miydi? Yukarı tepe köylerde, ney
çalarmış, onu Alevi dedelerin yanında görenler olurmuş. Sonra bir
bakarsın kaval oyan bir çobandır. Kılıktan kılığa girer ama bunu insanlık
adına zahir bir kahraman gibi yapar, yaptığını da yalnız kendi bilirdi.
Yol sarsıntılı ve felsefenin tozuyla kaplıydı. Hesse'nin romanlarından,
felsefenin yoksullarına oradan sefaletin felsefesine kadar bilge ama
fakir bir yol… Mihriban fakirliği duymak istiyordu. Dönüşte de bira içme
sözü. Ellerindeki şimdilik yolluk almak gibi. Karşılıklı bira içme günü,
zamanın büküldüğü değişik bir boyuta ortak olmaktı. Sadece Mihriban,
Mehmet amca ve Kara Ağacın bildiği. Mihriban uzaklara dalınca, Mehmet
amcanın alınganlığı tutardı. “Uzaklar çekiyor değil mi?” Mihriban kaçıncı
kez aynı şeyi söylemek istiyordu. “Sana özgürlüğünü verebilirim.” Ve
Mehmet amca yine aynı cevabı verecekti. “Kara Ağacı bırakamam.” Mihriban
“Artık ölmek üzere o, onu huzurlu bırak.” Bu kez konuşmadılar.
Ama uzak bakışlarda diretti Mihriban. Neden sonra Mehmet amca söz aldı.
“Öleceği zamanı kendi biliyor.” O öldüğünde kendim kaktıracağım büyük
kanala. O da derin suyun karasını görsün. Irmak boyunca ölümü hak etmedi
mi?” Mihriban Kara Ağacın kovuğuna sığmaya uğraştı. Mehmet “O benim özüm.
Üvey ana gibi değil. Üvey babalar hiç gibi değil. Sana da açar kucağını.”
Dönüş yolunda şangırtı seslerinin arasında duru bir sohbete yoğunlaşmak
yorucuydu. Deli okurdu Mehmet amca. Fazla içmezdi. Sesinde tok yanık bir
yöre vardı. Her yerin tınısıydı. Her yerin toku, tokluğu. Mihriban onun
bütün çokluğunu duyardı bu ova yollarında. Onun hikayesinde kendi
çocukluğunu gezdirmeyi severdi. En güzel miras, Kara Ağacın oyuğu… O
çokluktaki fakir ekmekle doymak, fakirliği duymak istiyordu Mihriban.
Üveymiş Mehmet amca. Mihriban’a öz gelen bir Mehmet Amca vardı işte.
Zaman büküldü. Aynı diyaloglar yine geçti aralarında. “Uzaklar çekiyor
değil mi?” “Bırak Kara Ağacı ölecek o.” “ O üvey değil. Özümdü benim.”
“Amca amca öp beni.” “Utanırım Kara Ağaçtan. Sen İngiltere’de profesöre
de aşıktın. Sen hep aşık olursun. Benim gibi gariban bir deliyi sevme..”
Mehmet amca yarı yolda durdu. Koştu geriye Kara Ağaca tekrar sarıldı
çocuk gibi ağladı. Mihriban ihtiyar bir çocuğa bakıyordu. İki yudum
içince ağlayan o yetim aşkına… Mihriban’ın elindeki bira şişesini zamanı
elinde büklüm büklüm eden, bütün sesleri tekrar ağlatan bir iksir tutar
gibi tuttu. Kafasına dikti. “Öp beni.”