Bütün gece, cüssesinden beklenmeyecek bir direnç sergiledi. Verdiğim onca
mücadeleye rağmen bir şekilde elimden kurtulmayı başardı. Gözümü her
açışımda kafamın üstünde dairesel hareketlerle gezindiğini görüyordum.
Hüsranla sonuçlanan her yok etme girişiminden sonra, çok daha güçlenmiş
bir şekilde karşıma çıktı.
Önceleri önemsemiyormuş gibi davrandım. Bu taktik her zaman işe yarardı.
Nasılsa kanımdaki nikotini içine çektiği an, kısmetini başka kapıda
araması gerektiğini anlayacaktı.
Ama sonuç beklediğim gibi olmadı. Bu onu daha da çok kızdırdı. Bitmek
tükenmek bilmeyen bir enerjiyle hoplayıp zıpladı, taklalar attı.
Kulağıma, gözüme, burnuma doğru pikeler yaptı. Saniyede beş yüz kez kanat
çırparak çıkardığı sesle gözümü korkutmaya çalıştı.
Nereden girdiğine dair en ufak bir fikrim yoktu. Evde ufak çaplı bir
araştırma yapmak gerekecekti. Pencereleri ve baca deliklerini tek tek
inceledim. Geçebileceği cinsten bir aralık mevcut değildi. Balkon kapısı
aylardır kullanılmadığı için bu yönde herhangi bir girişimde bulunmadım.
Dışarıdan benimle birlikte gelmiş olsa, fark etmeme olasılığım yoktu.
Yaptığı bu görkemli açılışa bakılırsa, sessiz sedasız iş bitirebilme
kapasitesi mevcut değildi çünkü.
Mutfağa şöyle bir göz gezdirdim. Çöp kutusu dolup taşmış, tezgâhın ve
masanın üstünde kirli kap kacaklar, boş ambalajlar birikmişti. Dökülen
yiyecek ve içecek artıkları yerde çamurumsu bir tabaka oluşturmuştu.
Yatak odası ve salonun da mutfaktan pek farkı yoktu. Bilgisayar masasının
etrafında küflenmiş pizza parçaları ve kola şişelerinden oluşmuş
tepecikler vardı. Açık çekmecelerden kuru yemiş ve meyve kabukları
dökülüyordu. Yatağın üstü dışında her yer tıklım tıklımdı.
Mutfaktaki her şey kirlenince, önce az kullanılmışları teker teker elden
geçirmiş, daha sonra plastik olanlarından satın almaya başlamıştım.
Giysilerin kirli mi temiz mi olduğunu artık ayıramıyor, bulabildiklerimle
günü kotarmaya çalışıyordum. Evde daha çok iç çamaşırlarımla dolaştığım
için, ara sıra yenilerini almam yeterli oluyordu.
Elde ettiğim bilgiler ışığında şöyle bir sonuca varmıştım: Bütün deliller
onun kendi doğal ortamında oluştuğuna işaret ediyordu. Tıpkı benim gibi,
evrene savrulmuş bir iblisti. Tanrı onu olsa olsa başka bir iblisi
kontrol altında tutmak için yaratmış olabilirdi.
Ama bu, o kadar da kolay değildi. Hayatta herkes yerini bilmeliydi.
Gerçek güç, iki takla ya da iki ısırığın çok daha ötesinde bir olaydı.
Konu sesse, gün boyu zaten onun çıkarabildiğinden çok daha fazlasına
maruz kalıyordum.
Öncelikle, yanıma yerleşerek nasıl bir belaya bulaştığını, olduğu gibi
anlatmak gerekir diye düşündüm. Aslında bu elimdeki tek kozdu. Ama büyük
bir ihtimalle, son derece etkili olacaktı.
Ona yatak odamın duvarını gösterdim. Diğer tarafında bina girişi vardı.
Kapı her açılıp kapandığında bu duvara çarpıyordu. Binanın on sekiz
daireden oluştuğunu ve her dairede en az üç kişi yaşadığını düşünürsek
ki, toplam elli dört kişi ediyordu. Her biri günde bir kez çıkıp
girdiğinde, kapı yüz sekiz kez açılıp kapanırdı. Gelip giden misafir,
kargocu, tamirci gibi tipler hesabın tamamen dışındaydı.
Tabi ki iş bu kadarla bitmiyordu. Birazdan üst kattakilerin televizyonu
açılacaktı. Televizyon gün boyu devam edecek bir cümbüş demekti. Bütün o
yarışmalar, eğlence programları, diziler odamın içinde oynayacaktı.
Cümbüşe yaşları altıyla on beş arasında değişen dört çocuğun
koşuşturmaları da eklenince bakalım o ilginç özgüvenden eser kalacak
mıydı?
Yıldırma operasyonu, sandığım kadar başarılı geçmedi. Majesteleri, gün
boyu, bıkıp usanmadan benimle birlikte sesleri dinledi. Hatta küçük
molalarda vızıldayarak varlığını hissettirmeye bile çalıştı.
Gece programı çok daha eğlenceliydi. Karşı dairenin çılgın partisi geç
saatlere kadar bitmek bilmedi. Sabaha karşı tam ona eyvallah deyip yatağa
girecekken, kapanışı üçüncü kattaki âlemci yaptı. Bu arada partinin
başlamasından âlemcinin gelişine dek kapı tam yirmi yedi kez açılıp
kapandı.
Bir yıl önce boşanmış, hemen ardından, kendimi bildim bileli hayallerimi
süsleyen büyük aşkıma koşmuştum: Özgürlüktü onun adı. Karımın ısrarcı,
katı, eleştirici bakışlarından kurtulmuş, kuşlar gibi hafiflemiştim.
Yine de kendimi terk edilmiş ve soluksuz bırakılmış hissediyordum. Bunu
itiraf etmekten inanılmaz korkuyor olsam da, ölümüne yalnızdım. Ya da en
azından, o gelene kadar böyleydi. Kim bilir, belki o da kendini benim
gibi yalnız hissettiği için her şeye rağmen yanımdaydı.
İnternette kız çocuklarının babalarına benzeyen erkeklerle evlendiğini
okumuştum. Bu tespit, erkek çocuklar için de geçerli olabilirdi. Hayatımı
berbat edeceğini bile bile anneme benzeyen bir kadınla evlenmiştim.
Böylece, birinin üzerimde kurduğu otoriteyi diğeri olduğu gibi devam
ettirmişti.
En son ne zaman tadına vara vara yemek yediğimi hatırlamıyordum. Ya da en
son ne zaman güzel bir film izlediğimi… Sanki karım giderken bütün
enerjimi ve duygularımı beraberinde götürmüştü. Hissizliğin bıraktığı
rahatsız edici etkiyi, özgürlüğün getirdiği rahatlıkla bastırmaya
çalışıyordum.
Artık elleriyle, ellerinin yetmediği yerde gözleriyle, yöneten, kontrol
eden, derleyip toplayan bir hayat arkadaşım yoktu. Hiç kimse beni
yetersizliklerim yüzünden cezalandırmıyor, aşağılamıyordu. Birilerine
karşı sonsuz sevgi ve minnet gösterisinde bulunmam gerekmiyordu. Hatta en
güzel olanı, kabul görmek için mükemmeli oynamak zorunda değildim.
Otuz beş yaşındaydım. Nihayet kendime yıllardır düşlediğim, her türlü
otoriteden uzak bir yaşam alanı yaratmaya başarmıştım. Onun bütün bunları
yerle bir etmesine izin mi verecektim?
Çocukluğumdan beri kafamın içinde annemin sesiyle yaşıyordum. Bozuk plak
gibi döne döne kendini tekrar ediyordu. Emir veren değil de, daha ziyade
beni düşündüğünü hissettiren bir sesti bu. Koruyucu, düzenleyici,
dengeleyiciydi: Çıkma, düşersin; açma, üşürsün; koşma, terlersin; içme,
hasta olursun…”
Evlendikten sonra karımın sesi bu sesin yerini aldı. Üstelik
anneminkinden çok daha bencil, cüretkar ve ısrarcıydı. “Çıkma, açma,
koşma, içme…” İşin ilginç yanı, bir yanım bu sese küfrederken, diğer
yanım, beni yönlendirmesini bekliyordu. İnsanın böylesine nefret ettiği
bir şeyi aynı zamanda sevmesi mümkün müydü?
Üstelik emir kipleri, bende her zaman isyan duygusuna neden olmuştur.
Adeta ruhumun derinliklerinde gizlenmiş bir canavarı harekete geçirir. Ya
da asla önüne geçilemeyecek insanüstü bir gücün fitilini ateşler.
Kimsenin ulaşamayacağı, dokunamayacağı bir yükseklikte bulurum kendimi. O
seviyeden bakınca, hayatı ve yaşadığım her şeyi çok daha net görmeye
başlarım.
Bu duyguyu ilk kez, iş yerinde, patronla kavga ettiğim gün hissettim.
Genel müdüründen odacısına, tahsillisinden cahiline, erkeğinden kadınına
herkes ayaklarımın altındaydı. Büyük olan bendim, önünde ceket
iliklenmesi gereken ben... Hiç kimse bana bağıramaz, ne yapmam
gerektiğini söyleyemezdi. Kapıyı çarpıp çıktım.
Bütün kötü düşüncelerin beynimde gezinmeye başlamaları da tam olarak aynı
döneme rastlar. İşsizlik, içimdeki iblisi tetikleyip karım emir
kipleriyle üzerime geldikçe, çılgınlıkla delilik arasındaki ince çizgiyi
epeyce aşmıştım.
Ancak sabah uyuyabildiğim için öğlene kadar yataktan çıkamadım. Ara sıra
gözlerimi açtıkça, onun sınırsız bir enerjiyle, hiç yorulmadan başımın
üstünde dönüp durduğunu görüyordum.
Kulak tırmalayıcı vızıltısı, yatak odamın duvarına çarpıp duran apartman
giriş kapısının sesini bastırıyordu. Sakin bir şekilde oturup beklediği
zamanlarda bile sürekli göz hapsindeydim. Üstümdeki etkisi azalmaya
başladığı an bütün gücüyle ısırıp iplerin kimin elinde olduğunu
hatırlatıyordu. Hayatımı, karımın bıraktığı yerden devralmaya çalışıyor
gibiydi.
Öğlen istemeye istemeye yataktan kalktım. Bu şartlar altında zaten
uyuyabilmem mümkün olmayacaktı. Ne yapıp edip ondan kurtulmanın yolunu
bulmalıydım. Birden bire karımdan kalan eşyalarını doldurduğum bazanın
içinde plastik bir sineklik olduğunu hatırladım. Benimle güç yarışına
girme cüretinde bulunan o zavallının işini, ucuz, plastik bir sineklikle
bitirebilirdim.
Bu, açık bir savaş anlamına geliyordu. Yarım saate yakın bir süre
kovalamaca oynadıktan sonra onu kıskıvrak yakaladım. Ama ben daha
zaferimin sevincini yaşayamadan, sinekliğin ucundan ok gibi fırlayıp
kafama doğru uçtu.
İşte o an bir aydınlanma gerçekleşti. Kafamda daha önce kopup dağılmış
bütün kablolar birleşti. İçlerinden güçlü bir akımın geçtiğini hissettim.
Beyin hücrelerim ışıl ışıl oldu. Ve hain iblis, beynime girip, süzüle
süzüle, ışığın içinde kayboldu.
O günden beri hayatımda hiçbir şey değişmedi. Üst kattakiler hâlâ odamda
dört çocuklarıyla birlikte, tam gün canlı yayın yapıyor. Karşı dairenin
çılgın partileri tam gaz devam ediyor. Üçüncü kattaki âlemci eve sabaha
karşı geliyor. Binanın giriş kapısı günde en az yüz sekiz kez açılıp
kapanıyor. Ama işin garip yanı, hiçbirini duymuyorum.
Sadece onların değil, aynı zamanda, kıyıda köşede kalmış, silinmiş,
bozulmuş, ya da bende bir karşılık bulamadığı için kaybolmuş bütün
seslerin yerini, hepsinden çok daha korkunç bir vızıltı aldı. Ve bu
vızıltı, en hain planlarıyla ağır ağır süzülerek beynimin bütün
kıvrımlarını ele geçirdi. Düşüncelerime sızdı, hayallerime yapıştı,
rüyalarıma yerleşti.
Belki de Tanrı’nın başından beri benimle ilgili planı buydu. Ben gönüllü
bir kurbandım. Her şey kafamın içinde gerçekleşiyordu. O, sadece bir
sesti. Bütün anarşist özlemlerime rağmen içimde bir yerlerde hep var
olan, hiçbir zaman çıkarıp atamadığım, otorite bağımlılığının sesi… Tanrı
beni hayatımın sonuna dek bu sesle birlikte yaşamaya mahkûm etti.