RÖPORTAJ

Semih Özcan  







Ragıp Yavuz

'UYGARLIK TARİHİNİ BİLMEYEN BİR SANATÇININ ÜRETİMİNE SAYGI DUYMAK MÜMKÜN MÜ?'

"SUÇ ve CEZA", “GILGAMEŞ”, “FERHAD ile ŞİRİN”, “TEKRAR ÇAL SAM”, “SOKAK KEDİLERİ”, "MEFİSTO", “MARAT - SADE” , "ATEŞLİ SABIR" …son yıllarda İstanbul Şehir Tiyatrolarının ses getiren oyunları.

Bu oyunların yönetmeni Ragıp Yavuz, önce 15 Temmuz’un hemen ardından, 1 Ağustos 2016 yılında açığa alındı, ardından da ihraç edildi. Bunu sosyal medya sayfalarından ‘yine atıldım’ atıldım sözleriyle, buruk bir gülümsemeyle verdi. Çünkü bu ilk değildi. 12 Eylül’de de yine İstanbul Şehir Tiyatroları sanatçısıydı ve o zaman da 1402’yle atılanlar arasındaydı. Bu arada yine 12 Eylül dönemiyle birlikte on dört yıl yurtdışında sürgün hayatı yaşamak zorunda kaldığını da belirtelim.

İstanbul Şehir Tiyatrolarında o yıllarda uzun süre gösterimde kalan ‘Sersem Kocanın Kurnaz Kocası’ oyununda, Münir Özkul gibi bir ustayla aynı sahneyi paylaşmıştı Yavuz. Oyunculuğunun ardından yönetmenliğe de başlamış ve başta da belirttiğim gibi, önemli yapımlara başarıyla imzasını atmıştı.

Şehir Tiyatroları’nda yönettiği oyunların oyuncu, tasarımcı ve yapım olarak aldığı 40’a yakın ödül dışında, “GILGAMEŞ” ile Bosna’da “MESS Uluslararası Tiyatro Festivali ve Ukrayna - Kırım’da “BOSFOR AGONES Uluslararası Antik Tiyatro Festivali”ne katıldı ve aynı oyunla, “2004 LİONS, EN BAŞARILI YÖNETMEN ÖDÜLÜ”, “2004 İSMET KÜNTAY, EN BAŞARILI YÖNETMEN ÖDÜLÜ” ve “2005 UKRAYNA - KIRIM AGONES ANTİK TİYATRO EN BAŞARILI YÖNETMEN ÖDÜLÜ”gibi ödüller aldı. "FERHAD ile ŞİRİN" oyunuyla "2005 LİONS, CANLANDIRMADA BÜTÜNLÜK ÖDÜLÜ", "MEFİSTO" ile "2010 LİONS EN BAŞARILI YÖNETMEN ÖDÜLÜ" ve "ATEŞLİ SABIR"la "2012 DİREKLERARASI YILIN DEMOKRASİ TEMALI OYUNU" ödülü ve "ÇIRAĞAN LIONS EN BAŞARILI YÖNETMEN" ödüllerine layık görüldü.

Mimar Sinan üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde öğretim üyeliği de yapan Ragıp Yavuz’un kendi yazdığı ‘Mecbur Adam’ adlı oyunu da yine İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrolarında 2009 yılında Erol Keskin tarafından sahneye kondu.

Ve Ragıp Yavuz aynı zamanda Şişli Siyasal olarak tanınan İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu. Yani, Server Tanilli’nin ‘tedrisatından’ geçmiş bir kişi. Bu nedenle sorularıma buradan başlıyorum:

[ Semih Özcan ]  Tiyatroya 1974 yılında başlıyorsun. O günden bu güne de aralıksız tiyatro dünyasının içindesin; yönetmen olarak, oyuncu olarak, yazar olarak, hoca olarak... Ancak aynı zamanda İstanbul Siyasal mezunusun. Tiyatroya başlayıp da bu alanda umduğunu bulamamış bir kişinin farklı bir alana yönelmesini anlayabilirim ya da siyasal alana ilgi duyup da sonradan tiyatroya yakınlık duyanları da anlarım. Ancak tiyatroda iyi bir çizgiye gelmiş halen de bu çalışmalarını sürdüren bir kişisin. Tiyatroya başladıktan sonra ve tiyatro çalışmalarını da sürdürürken İstanbul Siyasal’ı bitirmenin nedeni neydi? Tiyatro gibi, bu alanda da işin, çalışmaların sürüyor mu? Örneğin; Mimar Sinan GSF’de öğretim görevlisisin ama aynı zamanda İstanbul Aydın Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde de öğretim görevlisisin. Buradaki işin, mezun olduğun okulla mı ilgili? İki farklı alanı birlikte sürdürmenin özel bir nedeni var mı? Ve birbirlerini ne yönde etkiliyorlar?

[ Ragıp Yavuz ]  Tiyatroya da, üniversiteye de 1974'te başladım. Aslında tiyatro biraz daha eski denebilir. Yaşı uygun olanlar anımsayacaktır, 70'lerin başlarına kadar ilçelerdeki Kültür Cemiyetleri'nin ve tiyatro kollarının kültürel ve sosyal yaşamlarımızda büyük değeri vardır. Beykozluyum ve Beykoz Kültür Cemiyeti de tiyatro yapmak konusunda beni epeyce heveslendiren, yüreklendiren örnekler sunuyordu ilk gençliğimde... Çok etkilendim ve bazı amatör çalışmaların içinde de oldum bu süreçte. Zaten AÇOK (Anadolu Çocuk Oyunları Kolu) ile 1974'de Üsküdar'da karşılaştığımda dört elle sarılmamın enerjisi de bu yıllardan gelir... 70'li yıllarda İstanbul'da yalnızca Belediye Konservatuarı vardı ve üniversite (fakülte) muadili değildi. O yıllarda tiyatro eğitiminde üniversite eğitimi veren tek kurum Ankara Devlet Konservatuarı'ydı... Bir yandan sosyal ve siyasal muhalefetin dışa vurumu anlamında üniversitelerin, örgütlenme anlamında da, dönem itibariyle DEV-GENÇ'in, parka ve postalın "çağıran" anlamda karşı konulmaz çekim gücü beni hiç zorlanmaksızın üniversiteye yöneltti... Okul; o dönemin İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Siyasal Bilgiler Yüksek Okulu... Bilinen adıyla Şişli Siyasal... Server Tanilli, Ümit Doğanay hocalarımız, nasıl gitmezsin?... Ama diğer yandan da AÇOK'taki ustalarım sayesinde çağdaş tiyatromuzun kurucu önderi Muhsin Ertuğrul ile buluşmuşum, evinde muhabbet edebiliyorum... Muhsin bey o yıllarda Şehir Tiyatroları'nda Genel Sanat Yönetmeni ve ben kıyısından, köşesinden Üsküdar Şehir Tiyatrosu'nda sahneye çıkıyorum. Darülbedayi, yani Şehir Tiyatrosu repertuarıyla, sanatçı ve çalışanlarıyla bir hazine, başlı başına bir okul... Zaten çok sürmedi, Muhsin hoca bir yıl sonra, 1975'te bizi yurt dışına, festivallere de göndermeye başladı... Hangi seçenekten vaz geçeceksin?... Bu nedenle biraz yorucu olsa da, üniversitede Siyasal Bilgiler eğitimi ve tiyatro kolkola yürüdü uzunca bir süre... Ve "Formasyon" olarak bu eğitime her zaman inandım... Uygarlık Tarihi'ni bilmeyen bir sanatçının üretimine saygı duymak mümkün müdür?... 1978 - 79 sezonunda Şehir Tiyatroları'nda "kadrolu" sanatçı oldum. Sayın Hayati Asılyazıcı'nın Genel Sanat Yönetmeni olduğu "Yerinden Yönetim" dönemiydi... Genç kuşaklar bilmez, Şehir Tiyatroları'nın tarihinde 5 yıl süreyle uygulanmış bir "Yerinden Yönetim" dönemi vardır. Her sahnenin ayrı bir ekibi ve sanat yönetmeni olduğu, her sahnenin kendi repertuarını kendi yaptığı bir dönem... Araştırmalarını öneririm... Ülkemiz tiyatro tarihinde çok özel bir süreçtir... Neyse... Ardından 12 Eylül faşist darbesi geldi... Bu süreçte DAT-DER (Devrimci Amatör Tiyatrolar Derneği) ve Tİ-SAN (Türkiye Tiyatrocular Birliği) gibi mesleki örgütlenmelerin yönetimlerinde bulunmuş ve hem AÇOK'ta, hem de Şehir Tiyatrosu'nda emeğin ve halkların kardeşliğinden yana, barıştan yana yapıtlarda görev almış, hatta bir de oyun yönetmiştim. Diğer yandan üniversite süreci zaten bilindiği gibi... Anti-faşist mücadele berdevam... 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu ile Şehir Tiyatroları'ndan, siyasi davalar nedeniyle de üniversiteden atıldım önce... Sonra da yaşamımın yaklaşık 14 yılını, vatandaşlıktan atılmış vaziyette, yurt dışında, sürgünde geçirmek zorunda kaldım... Elbette sosyal ve siyasal mücadeleden hiç kopmadan ve tiyatro yaparak... Güncel süreçte hocalık yaptığım Sosyal Bilimler Enstitüsü ne anlama geliyor?... Burada bir yanlış anlaşılma var. Üniversitelerin "Yüksek Lisans" ve "Doktora" eğitim programları fakültelerde değil "Sosyal Bilimler Enstitüleri"nde veriliyor. Yani ben, hem Mimar Sinan Üniversitesi ve hem de İstanbul Aydın Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitü'lerinde Tiyatro Ana Sanat Dalı (Sahneleme) hocasıyım... Yani konunun Şişli Siyasal ile bir ilgisi yok... 1993 yılı sonunda, daha önce yargılandığım Türk Ceza Kanunu'nun 141 ve 142. maddeleri kaldırılıp, çıkan "af" sonucu ülkeye dönerek artık Marmara Üniversitesi bünyesine katılan "İdari Bilimler Fakültesi" diploması almamın hikayesi de budur. Bu arada, pek kimse bilmez, Mimar Sinan Üniversitesi'nde "Doktora" tez programında da hocalık yaptım, talep halinde yinelemekten de mutluluk duyarım...

[ Semih Özcan ]  1 Ağustos 2016’da İstanbul Şehir Tiyatroları’ndaki işine OHAL’e dayanarak son verildi. 1980’de de 1402’yle yine İBŞT’larından atılmıştın? Gerek kişisel çalışmaların, gerekse tiyatronun içinde bulunduğu sorunlar açısından bu iki dönemi karşılaştırırsak, aralarında ne tür benzerlikler ya da farklılıklar var?

[ Ragıp Yavuz ] İşime son verilmesiyle ilgili sanıyorum bir bilgi eksikliği var. 1 Ağustos'ta OHAL uygulaması olarak açığa alındığım doğru. Fakat bu yaptırımdan bir netice elde edemediler ve göreve iade edildim. Ama aynı süreçte, 15 Temmuz'dan önce başlatılmış ve sürmekte olan iki soruşturmam daha vardı. Göreve iade edilmemden kısa bir süre sonra bu soruşturmalar karara bağlandı ve Şehir Tiyatroları'ndan ihraç edildim. İdare Mahkemesi'ne açtığım dava da kararın onaylanması yönünde sonuçlandı kısa bir süre önce. Şimdi bir üst mahkemeye taşıyacağım. AHİM'e kadar yolu var... 1960'ı hayal meyal hatırlıyorum, 12 Mart'ı, 12 Eylül'ü yaşadım... Özellikle de 12 Eylül'ü her boyutuyla... Açık faşizmin yaşandığı bir askeri darbe dönemi... Resmi sayılara göre hakkında işlem yapılan 700.000 insan... İşkenceler, idamlar, cezaevleri, kayıplar, sürgünler... Önce de belirttim, payıma düşen bedeli ödemek kaçınılmaz oldu... Nedir, açık faşizm dönemlerinde çelişkiler, yaptırımlar nettir, en görmek istemeyen göz bile görür ve yaşar... Kişinin ne yapacağını bilmesi, karar vermesi açısından bu çok önemli. 15 Temmuz süreci ise, inanılmaz acılara yol açmasına rağmen, toplumun büyük bir kesimi için bulanık... Sosyal yaşam biçimleri de elbette buna göre şekilleniyor. Bir gurup insan büyük yaptırımlara maruz kalırken, diğer bir gurup hiçbir şey olmamış gibi yaşamını sürdürüyor. Zaten 200'den fazla insanın yaşamını yitirdiği bu darbe girişimi de bir garip. Tanka kafa attım, ekzosuna atletimi soktum diyenler dolaşıyor ortalıkta. O tanklar gerçekten sokağa indiğinde ne olur bilmemiş, yaşamamış olsak neyse... Ama diğer yandan 200'ün üstünde de yaşamını yitiren insan... Eminim tarih bir gün bu bulanıklıktan sıyrılacaktır. Kendi yaşam pratiğimden söz edecek olursam; 12 Eylül döneminde 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası'yla ihraç edildiğimde benimle beraber yanılmıyorsam 42 meslektaşım daha kapının önüne konulmuştu Şehir Tiyatro'sunda ve birkaç meslektaşımız hüküm giyip hapis de yatmıştı. Yaşadığımız süreçte ise benzer bir soruşturmayla, benimle beraber yalnızca Kemal Kocatürk ihraç edildi. Meslektaşlar epeyce akıllanmışlar sanırım. Aynı dönemde, taşeron sözleşmesiyle çalıştırılan kadrosuz sanatçı arkadaşlarımızdan da hiçbir gerekçe göstermeksizin işine son verilenler oldu. Açık söylemek gerekirse sosyal medyada bağrışmak dışında ne somut bir tepki gördüm, ne de bir dayanışma... Herkes paşa paşa işini yapmaya devam etti, ediyor ve kanımca Şehir Tiyatroları belki de tarihinin en zayıf, en aciz repertuarıyla perde açıyor. Elbette üretimsizliği savunmuyorum, herkes işini yapacak, yapmalı, ama çok ciddi biçimde bir tepkisizlik ve teslimiyet gözlemliyorum. İhraç kararlarımıza tepki göstermek bir yana, bu kararların altında imzası olanlarla yanak yanağa çektirilen fotoğraflar sosyal medyada sivilce gibi dolaşıyor. Sanatçılarını kapının önüne koymuş bir Şehir Tiyatrosu yönetiminin gala davetleri asla geri çevrilmiyor, yetmedi, sanatçılığa da heveslenen bu siyasi bürokratların karalamaları, kendine yönetmen, dramaturg, tasarımcı, oyuncu bulup sahneleniyor, o da yetmedi, ödüllerle taçlandırıılyor. 12 Eylül sürecinde faşizm çok sert uygulanıyor olmasına rağmen yine de bir dayanışma havası vardı. Yaşam bu denli kişiliksizleşmemiş ve kirlenmemişti. Şimdilerde bunu göremiyorum ne yazık ki... Can pazarı içinde yaşanan dayanışma çok önemli, şu anda yaşanan siniklik ise, bana bu sürecin 12 Eylül'e nazaran daha korkunç olduğunu düşündürüyor. Görünüşte ortada seçimle gelmiş sivil bir iktidar var ve yönetim şekli de cumhuriyet ve hukuk devleti! Ama ne kuvvetler ayrılığı kalmış, ne bağımsız yargı, ne de demokratik herhangi bir uygulama. OHAL gölgesinde, KHK'larla yönetilen bir ülkenin göstermelik demokrasisinde soluk alıyoruz! Ve buna ayak uydurma çabası içinde debelenen bir insan ve sanatçı maddesi ağırlıkta. "Bana değmeyen yılan bin yaşasın!" diyerek ve "Faturalarımı sen mi ödüyorsun?" gerekçesi altında kendini kandırarak "sanatçı"cılık yapmaya çalışanların oluşturduğu bir "piyasa" içindeyiz ne yazık ki... Ve kendini kandırmak, neredeyse bütün bir toplumun gönüllü olarak oynadığı bir hayatta kalma oyununa dönüşmüş durumda. Hiç mi değerli bir "duruş", samimi ve yürekli bir tepki ve bu düzlemde yapılan üretim yok diye sorulabilir. Var elbette... Ama çok az ve çok yalnız... Benim mesleğim tiyatro yönetmenliği, geçimimi böyle sağlıyorum, Şehir Tiyatrosu'nda da "rejsör" kadrosundaydım. İhraç edilişimden bu yana bir profesyonel sanatçı olarak aldığım tek profesyonel teklifin Baba Sahne'den geldiğini söylersem, durum daha net anlaşılır sanırım. Bakmayın sosyal medyada gözlenen binlerce, on binlerce "#YalnızDeğildir" paylaşımlarına... Kelimenin tam anlamıyla "Rağmen" ve yalnız dik durmaya çabalıyoruz...

[ Semih Özcan ]  Yine 80’deki 1402’nin ardından hakkındaki kovuşturma ve baskılar sonucu yurtdışına çıkıyorsun ve 1980-1994 yılları arasında zorunlu olarak sürgün dönemi yaşıyorsun. Yurtdışında zorluklarla karşılaştın mı? Orada da tiyatro çalışmalarını ne biçimde sürdürebildin? Yaşamına artı ya da eksi ne gibi katkıları oldu?

[ Ragıp Yavuz ] 1980 darbesinden önce hem AÇOK'ta, hem de Şehir Tiyatroları'nda yer aldığım kimi oyunlarla yurt dışına çıkmıştım, yani Avrupa'daki tiyatro ortamı pek de bilinmez bir şey değildi benim için. Ama uzun soluklu bir sürece adım attığımı ve bu sürecin, bir festivale konuk olmaya ya da turne yapmaya pek benzemediğini anlamam çok uzun sürmedi. Nedir, yalnız değildim, benimle aynı durumda olan arkadaşlarım vardı yanımda. Stockholm'de ve Batı Berlin'de yaşadığım yıllarda Tuncel Kurtiz'in, Paris'te ise Mehmet Ulusoy'un varlığı çok büyük destek oldu, hayatımı zenginleştirdi... Bu ustalarla yaptığım çalışmalar hala bir okul olarak değerini korur bende. Nedir, yurtdışında dil engelini aşarak tiyatro yapmak ve kendini kabul ettirmek zor gerçekten... Çok güçlü yapımlarla çıkmalısınız seyircinin karşısına. Yalnızca Türkçe oynayarak ise mesleğin profesyonel devamlılığını sağlamak imkansız neredeyse, göçmen etkinliği sınırlarında tıkanıp kalmak kaçınılmaz. Diğer yandan, her yerde olduğu gibi, güçlü bir yapımın hatırı sayılır da bir maliyeti var. Çalıştığım ülkelerde kültür bakanlıkları, sanat konseyleri ve yerel yönetimlerin tiyatroya hatırı sayılır bir desteği vardı ve her zaman yararlandık bu destekten, ama yine de yeterli değildi. İsveç'te çalıştığım yıllarda tiyatroya para bulabilmek için, gece oyun sonrası ve eksi 35 derece soğukta sosis sattığım da oldu, sokak şarkıcılığı yaptığım da... Hiç unutmam, bir gece çalışırken farkına varmaksızın bir kolum dondu ve kısa bir süre tedavi gördüm. Paris'te sokak ressamlığı yaptım... Yine de bana öğrettikleriyle çok değerlidir o yıllar. İsveç Kraliyet Tiyatrosu - Dramaten (Stockholm), Halk Oyuncuları - Nybroteatern (Stockholm), Schaubühne (Batı Berlin), Halk Oyuncuları - Les Comediens du Peuple (Paris) ve Theatre Liberte (Paris) gibi tiyatrolarda çalıştım. Almanya, İsviçre, Hollanda, Yunanistan, İngiltere, İsveç ve Fransa'da, Türkçe dışında İngilizce, Fransızca, İsveççe yapımlarda yer aldım ve aralarında Avignon, Zürich, Stagedoor gibi festivallerin de bulunduğu 13 uluslararası festivale katıldım. İngiltere - Bracon'da I.S.T.A.'nın (International School of Theater Antropology) "Under Score Tekniği" eğitim dönemini bitirdim (1992) ve İngiltere - Cardiff'de, Performing Research Center'ın "Tiyatro'da Kodlama" konferanslarına katıldım. Stockholm Mats Nolemo School'da "Palyaço ve Akrobasi", Paris'te, Jean Clod Faustino ile "Enerji Kullanımı" ve Habib Nagmouchi ile "Ses - Mask Kulanımı ve Katarsis" atölyelerinde yer aldım. Dostluklar edindim, çağdaş dünya tiyatrosunun önemli yapıtlarını izleme olanağı buldum. Batı Berlin Schaubühne'de çalışırken oyunculuğun dışında, Claus Grüber ve Peter Stein'ın reji süreçlerine tanık oldum, zaman zaman katıldım. Ve hiçbir zaman sosyal ve siyasi mücadeleden uzak kalmadım... Bütün bunlar azımsanacak şeyler değil genç bir tiyatrocu için... Bedeli ise ülkemden, İstanbul'umdan ve ailemden ayrı geçen, yaşamımdan çalınan yaklaşık 14 yıl... Pekçok ülkeden vatandaşlık alabilirdim, ama bunu hiç düşünmedim. Zaten ülkeye döndükten sonra da, yönetmen olarak oyunlarımla katıldığım uluslarası festivaller dışında yurdışına hiç çıkmadım. O denli yorulmuşum yani... Ve ne gariptir, 15 Temmuz sürecinde açığa alındığımda ilk yaptıkları şey pasaportuma el koymak oldu... Hayat işte...

[ Semih Özcan ]  İŞTİSAN (İstanbul Şehir Tiyatroları Sanatçıları Derneği) başkanlığı yaptın. Gezi süreci öncesi kurulan Tiyatro Platformu'nunda eşbaşkan oldun. Oyuncular Sendikası’nın yönetiminde bulundun. Bu nedenle özellikle sormak istiyorum. Gezi’de çok büyük ve önemli bir işlev gören tiyatrocular, şimdilerde o heyecanını ve örgütlülüğünü biraz yitirmiş gibi. Tiyatronun 12 Mart’tan bu yana içine düştüğü sorunları da düşünürsek, tiyatrocuların örgütlenmesinde birtakım sorunlar mı var? Ya da tiyatro ne tür bir örgütlenmeyle yaşadığı bunalımı atlatabilir/atlatabilir mi?

[ Ragıp Yavuz ] 70'li yıllardan bu yana tiyatro meslek örgütlenmelerinin hep içinde oldum, sağlığım yerinde olduğu ve istendiğim sürece de olmaya devam edeceğim. Bu anlamda sosyal ve siyasi örgütlenmeler konusunda deneyimli sayılırım. Bundan yedi, sekiz yıl kadar önceydi sanırım... İŞTİSAN'da sevgili dostum ve ağabeyim Haşmet Zeybek'in başkan, benim de yönetim kurulu üyesi olduğum bir dönemdi... Sanatta baskılar kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı, ama oyuncu maddemiz görmezden gelmeyi tercih ediyor ve İŞTİSAN da bu atalete ayak uyduruyordu. Benim zaman zaman yaptığım çıkışlar ise, fazlasıyla "marjinal" kabul ediliyordu. Sordum Haşmet ağabeye, "Neden biz bu durumdayız?" diye... Çok kısa cevap verdi: "Bir derneğin üyesi neyse, dernek te odur!"... Yani demem o ki; dünyanın hali gibi halimiz... Taşıma suyla değirmen dönmüyor... 2012'de, 19 meslek örgütlenmesi ve insiyatifinin katılımıyla oluşan Tiyatro Platformu'nun Eşbaşkanlığı görevini üstlendim ve iki yıl sürdürdüm. Devlet-Tiyatro İlişkisi Çalıştayı gibi, Hukuk-Sanat İşbirliği Protokolü gibi değerli çalışmalar da yaptı bu örgütlenme, ama ilelebet aynı yönetim kadrosuyla sürdürülemezdi ve kendine yeni hedefler koymalıydı. Çünkü yaşanan süreç bunu gerektiriyordu. Israrla genel kurul toplamaya çalıştım, netice alamadım. Çünkü yapıyı oluşturan herbir örgütlenme farklı gündemlerle kendini ifade ediyor ve birliktelik enerjisinden uzaklaşıyordu. Çaresiz istifamı açıklamak zorunda kaldım. Şu anda da ne yazık ki, facebook'ta bir paylaşım sayfasından başka bir şey değil bana göre. Dediğiniz gibi, çeşitli dönemlerde İŞTİSAN'ın hem yönetim kurulunda bulundum, hem de başkanlığını yaptım. İŞTİSAN da değerli bir örgütlenme, otuz yıldan fazla birikime sahip. Şehir Tiyatroları Yönetmeliği değiştirildi 2012 yılında. Yönetim Kurulu'nda seçilmiş sanatçı üyeler kaldırıldı, Genel Sanat Yönetmeni başkanlıktan alındı ve konu mankenine çevrildi, kurumun yönetimi tamamen siyasi bürokrasiye teslim edildi... Ardından tepkiler, eylemler... 7.000 kişi toplandı Galatasaray Meydanı'nda... Sabahlara dek süren Harbiye Muhsin Ertuğrul nöbetleri, 152 saat kesintisiz sahneden inmeden gerçekleştirilen "Sanat Maratonu"... Seyirciyle kol kola... Ama ardından, Darülbedayi'nin 100. yıl kutlamasında, yönetmeliği değiştirenlerle, tepki koyanlar aynı karede "fotoğraf" çektirince, İŞTİSAN'ın o günkü yönecileri de bu fotoğraflarda yer alınca, yalnızca "anılar" kaldı yadigar... Ve inandırılıcıktan çok uzak... Şu anda, başkanlığını yaptığım derneğin üyesi bile değilim, oradan da istifa ettim. Nedir, istifadan önce "Sakın bu yanlışa düşmeyin! diye kerelerce uyarmıştım arkadaşları... Dinletemedik... Dinletemedik de ne oldu? Dönemin dernek başkanı Levent Üzümcü, Sosyalist Enternasyonal'de yaptığı bir konuşma sonucu açılan soruşturmayla ihraç edilince İŞTİSAN'ın tepkisi sosyal medyada bildiri yayınlamaktan öteye geçemedi.... Yani demem o ki; Bizim zemin kaygan... Oynadığı oyun İstanbul Valiliği tarafından yasaklanınca açlık grevi yaparak sahneye çıkma hakkını geri alan Lale Oraloğlu'nu düşününce yüzü kızarıyor insanın... "Gezi", hiçbirimizin hayatının sonuna dek dilinden düşüremeyeceği bir yaşanmışlıktır... "Kanlı 1 Mayıs"ta da Taksim'deydim... Ama "Gezi" kadar yığınsal bir tepki oluşumunu hayatımda hiç görmedim... Olasıdır ki, iki milyona yaklaşmıştır kalabalık... Ama birinci yıl dönümünde "biz" Fransız Konsoloğluğu'nun karşısındaki sokakta yalnızca birkaç yüz kişiydik... DİSK (ki, babam 12 Eylül öncesi değerli cefakarlarından biridir), güvenlik gerekçelerine pek çabuk ikna olup, 1 Mayıs'ı taşıdı Bakırköy'e... İyi de, biz kaç yıldır niçin yedik onca gazı, copu, kimyasal suyu? Bir kez daha yineliyorum: Dünyanın hali gibi halimiz... Yani, sorun tiyatrocuların örgütlenmesinde değil, Türkiye'nin örgütlenmesinde ne yazık ki... Denilebilir ki, aydınlar öncü olmalı ve sanatçı da mutlaka aydın olmalı... Bu doğrudur... Ama, yaşadığımız günlerde "aydın" ve "sanatçı" sözcükleri de yeniden tanımlanmaya muhtaç kanımca...

[ Semih Özcan ]  Tiyatronun sorunlarından söz açmışken; tiyatro bildiğimiz gibi uzunca bir süredir sadece siyasal baskılar değil, ekonomik sorunlarla da boğuşuyor. Hatta bu sorunlar daha da çok denebilir. Buna koşut olarak da günümüzde tiyatro salonlarının çoğu kapanmış durumda. Ayakta kalanlar ise bu işi bireysel düzeyde götürmeye çalışıyorlar yaşayabilmek için. Örneğin, prodüksiyon giderlerinden kurtulmak için eskinin o bol oyunculu, görkemli dekorları olan klasik oyunları neredeyse hiç kalmadı. Gitgide dar bütçeli oyunlara dahası tek kişilik oyunlara bir kayış var. Hatta onun da ötesinde tiyatro oyunu da değil şov nitelikli sahne gösterileri ağırlık taşıyor. Senin tiyatroculuğunda ise tam tersi bir durum gözlüyorum. Aksine sanki inadına tiyatro dercesine, klasik tiyatro yapıtlarını ısrarla öne çıkarıyorsun. ‘Ateşli Sabır’ başta olmak üzere tüm oyunlarında adeta bir görsel dekor şöleni var. Nerdeyse sadece yönetmeni değil yapımcısısın da sahneye koyduğun oyunların. Baba Sahne’de en son sahneye koyduğun ‘Kanlı Komedya’ da öyle... Bir röportajında; Şehir Tiyatroları'ndan atılmadan önceki baskı gördüğün dönemi anlatırken, önerdiğin ve kabul edilmeyen oyunlar için ‘Ben oyun değil, proje sunarım.’ diyorsun. Bu sözün, sözünü ettiğim izlenimimle de birebir örtüşüyor. Özellikle bir yönetmen olarak tiyatro anlayışın ne? Bu konuyu biraz açar mısın?

[ Ragıp Yavuz ] Sahnede anlatım biçimi olarak, şehrin merkezinde de, varoşlarında da ortak bir algıya hizmet edecek bir yaklaşımı benimsiyor ve mekan ve durumları, oyuncunun sesi, bedeni ve enerjisiyle yaratmanın yollarını arıyorum. Bu keyifli arayış, kuramsal anlamda “Tiyatrosallık” sözcüğüyle tanımlanabilir. Çünkü “Tiyatrosallık” kavramı, görenekselleşmiş oyun yönetme anlayışı dışında, özerk bir sanat uygulayımı olarak sahnelemeyi amaç ediniyor. “Tiyatrosallık”ın akademik tanımlamaları incelendiğinde görüyoruz ki, sahneleme sürecinde ses biçimi, konuşma tarzı, ses yüksekliği, tempo, mekansal devinim ve daha bir çok kullanımla dilsel ögeler değişime uğruyor, bütünleniyor, anlamlanıyor. Bu yaklaşımın tiyatroda söz kültürü egemenliğinin yıkılması anlayışını içerdiği yolunda görüşler varsa da, bunlara katılmıyorum. 20. yüzyıl başlarında, öncülüğünü Meyerhold, Vaktangov, Tayrov, Copeau, Fusch ve Craig gibi tiyatro adamlarının yaptığı ve benim de arayışlarımı büyük ölçüde etkileyen bir yönelim var: “Tiyatrosal Tiyatro”. Bu yönelim, “Tiyatrosal” olanı, geçmişin değerli tiyatro reformlarına ve Avrupa dışı kültürlere yeniden dönülerek yakalamayı hedefliyor. Batı büyük bir hızla değerlerini tüketiyor. Tiyatrosu da bundan payına düşeni alıyor kuşkusuz. Bu nedenle elini doğunun cebine atması kaçınılmaz. Çünkü doğu, salt yeraltı ve yerüstü kaynakları ve insan malzemesiyle değil, kültürel ve sanatsal enginliğiyle de fethedilmeye gebe hala... Peter Brook’un gerçekleştirdiği en büyük dünya turnesinin “Mahabarata” ile olması, Mehmet Ulusoy’un “Sevdalı Bulut”u özellikle yurt dışında farklı yıllarda, farklı ekiplerle ama aynı yorumla kerelerce sahnelemesi, ya da I.S.T.A’nın (International School of Theatre Antropology) eğitmen kadrosunun çoğunlukla doğulu ustalardan oluşması rastlantı olmasa gerek. Hangi oyunu çalışıyor olursam olayım “Tiyatrosal” olana inanıyor ve kendime ait kılmaya çalışıyorum. Bu hedefe yönelirken, yönetmen ve oyuncu tiyatrosunun öne çıktığı gerçeğini yadsımıyorum. Ama bu öne çıkışın yaratıcılığı en üst düzeyde zorlamak ve sahneyi tek anlatım aracı olarak algılamak şeklinde yorumlandığı düşünülürse, özellikle simgesel ve alegorik anlatılara ve onların sahnesel metinlerine uygunluğu bir kez daha ortaya çıkıyor. Simgeler, kavramlardan farklı olarak çoklu anlam yüklü. Kavramlar, birey alışkanlıkları anlamında açık seçik ve mantıksal ama, “sezgi”yi devre dışı bırakıyor çoğu kez. Simgesel anlatımlar ise, “sezgi”yi harekete geçiriyor ve karşıtların birliğini içererek diyalektik bir karşılık buluyor. Ben de, “sokağı sahnede yeniden üretmek” olarak algıladığım yönetmenlik serüvenimde sırtımı diyalektiğe dayamayı yeğliyorum. Seyirciye, “Salt daha iyi ortak bir dünya yaratma girişimlerinde değil, özel acılarında ve karmaşalarında da yalnız olmadıklarını anımsatmak ve onları buna ikna etmeyi denemek... (A. Wesker)” olarak algıladığım bir tiyatroya başka türlü nasıl yaklaşabilirim ki?.. Yapmak istediğim tiyatroya ne ölçüde ulaşabildim? Bilmiyorum... Mesleğin geçmişi çok eski... Geleceği sınırsız... Bu bakir ıssızlıkta bir kum tanesiyim... Ve sadece bir “arayan” olmak yetiyor bana... Yöneteceğim bir oyunda ekibimin karşısına dramaturjimi bitirip, konseptimi oluşturmadan asla çıkmam ve ön hazırlığımı da bir dosya olarak mutlaka paylaşırım meslektaşlarımla... Zannedilir ki, yö netmen oyunu ekibiyle çalışırken sahnede yönetir. Biçimsel olarak doğru gibi gelse de, buzdağının görünen yüzeyidir bu. Aslında yönetmenin provada yaptığı konseptini uygulamaktan başka bir şey değildir... Olmamalıdır... Aksi taktirde bir seyirci ıssızlığında kaybolmak kaçınılmaz... Sahneyle salon arasındaki seyir ilişkisininin vazgeçilmezlerini “anlaşılırlık” ve “aidiyet” olarak tanımlıyorum. Bunu gerçekleştirmek, sahnelemenin ikinci katmanı olarak algıladığım bir süreci dayatıyor ve oyunun ilk seyircisi olmaya çalışıyorum. İnanıyorum ki, sahnelenen yapıttan bir varoluş ve kavram olarak yönetmene ulaşan insan varlığını yaşanan çağa ve bu çağın özgün koşullarına göre kavramak ve yorumlamak, bir oyunun ilk seyircisi olmaya yetmez. Bu yeterlilik farklı bir birikim ve çabayı gerektiriyor. Yalnızca oyunu değil, seyirciyi de tanımak ve kavramak göreviyle başbaşa kalıyorum. Bir anlamda, daha önce de söz ettiğim gibi, ulaşılmak istenen seyircinin dramaturjisi olarak tanımlanabilir bu durum. “Ben sözümü söylerim, iki kişi bile anlasa yeter!” gibi bir yaklaşıma inanmıyorum. Dar olduğunu düşündüğüm bir sanat çevresince kabul görse de, fazla “hijyen” bir yaklaşım bu! Ve baş edilmez egoların “kendini tatmin” olgusunu anımsatıyor bana. Karşıt olarak, oyun seyirciyle ilişki kurabilsin diye ucuz bir populizmin kuyruğuna takılmayı da önermiyorum elbette. Tiyatro sanatının gerekleri içinde ve bilimsel anlamda seyirciyi tanımak zorunluluğundan söz ediyorum yalnızca. Seyircinin neredeyse bir sosyal jest ya da refleks haline gelmiş beğenilerinin değil, algı ve birikim değerlerinin ve nesnel gereksinimlerinin doğru saptanması gerekiyor. Ne tam anlamıyla doğulu, ne de tam anlamıyla batılı olmayı başaramamış sosyal insan maddemizin farklı sınıf ve kategorilerden gelen bireyleri dolduruyor koltuklarımızı. Özellikle 12 Eylül 1980 darbesi sonrası uygulanan politikalar sonucu yaratılan ve yaşama yalnızca kendi penceresinden baktığı için karşısındakini anlamak gibi bir kaygıdan yoksun milyonlara tiyatro yapıyoruz. Oyun - seyirci ilişkisini doğru kurabilmek adına politika, sosyoloji, ekonomi ve toplum biçimlerinin gelişimi ve belirleyiciliği anlamında tarih, bir yönetmenin vazgeçilmez ilgi alanları olmalı diye düşünüyorum. Yönetmen bir sanatçı olduğu kadar, sosyal anlamda seçimleri olan, birikimli bir aydın da olmak zorunda. Oyunun ilk seyircisi olabilmek sanırım ancak bu koşulla mümkün. Diğer yandan sahnedeki "doğru" biçimleniş ille de "pahalı" olmak zorunda değil... Örneğin "Ferhad ile Şirin"i çalıştığımda sahnedeki dekor çeşitli büyüklüklerde 9 yelpazeden ibaretti, "Gılgameş"in dekoru, üzerine çıkılabilen, hareketli üç bobin ve tavandan sarkıtılan halatlardan oluşuyordu, Ateşli Sabır'ın temel dekor malzemesi sahne zeminine dökülen çakıltaşlarıydı ve çakıltaşının tonu birkaç yüz lira... Yani "az" parayla da değer yaratılır... Yeter ki yaratımcı profesyonel olsun, bilgili olsun, birikimli olsun... Tiyatro bir "Anasanat" dalıdır ve sahnede yapılan her şeyin bir gerekçesi olmalı, sırtını mesleğin akademik referanslarına dayamalıdır... Ne yazık ki hanidir hakim eğilim sırtını bilgiden çok "Fikir"e dayar nitelikte... Eh, o zaman da "Ben yaptım, oldu!"nun sonuçlarıyla yüzleşiyoruz çaresiz... Son yıllarda "Alternatif" adı altında kendini hissettiren bir oluşum var. Zaman zaman değerli sonuçlar da alınıyor bu çabadan... Ama açık söyleyeyim, bu başlık altında tiyatro yapan pekçok ekibin neyin alternatifi olduğunu ben anlayamadım henüz!... Ve hemen ekleyeyim; ödenekli bir kurum olan Şehir Tiyatroları'nda, devlet memuru bir rejisör olarak yönettiğim tüm oyunlarla gurur duyuyorum...

[ Semih Özcan ] Ve ‘Kanlı Komedya’dan söz açmışken Baba Sahne’ye de değinmeden olmaz. Tüm tiyatroların bir bir kapandığı, dahası oyuncuların çoğunun dizi filmlere ve tek kişilik sahne şovlarına itildiği, doğal olarak da genç kuşağın neredeyse tiyatroyu bilmeden, tanımadan yetiştiği bir dönemde İstanbul’da sürpriz ve bir o kadar da önemli bir tiyatro ‘olayı’ yaşandı/yaşıyoruz. Şevket Çoruh, çoğu tiyatrocunun hatta yatırımcının şu dönemde kolay kolay cesaret edemeyeceği, hani tabiri caizse ‘deli cesareti’ diyebileceğimiz bir kararlılıkla -zaten bu cesaret değil mi bir insanı tiyatrocu hatta sanatçı yapan- varını yoğunu satarak denkleştirdiği 17 milyonla İstanbul’da ‘Baba Sahne’yi kurdu. Çoruh, Baba Sahne’yi kurmadaki ve bu adı vermedeki amacını ‘kendimizi yetim hissetmemek için’ diyor ama Baba Sahne, adı gibi ‘baba’ bir yatırım ve tiyatro tarihimize çok büyük katkısı olacağı kesin. Hatta salt tiyatro değil, genelde tüm kültür yapımıza da katkısı olacağı kesin. Örneğin, tiyatronun yanısıra çeşitli konserlerin de Baba Sahne’de yaşam bulduğunu biliyoruz. Çoruh’u ve ekibini bu nedenle ayakta alkışlamak ve sonuna dek yanında yer alarak desteklemek gerek. Baba Sahne’yle bağlantın ne durumda? Bundan sonra da orada oyunlarının arkası gelecek mi? Bize biraz Baba Sahne’yi anlatır mısın?

[ Ragıp Yavuz ] Bir başka söyleşide de anımsatmıştım, Baba Sahne'yi anlatırken "Bizim hayallerimiz cebimizdeki para kadardır." demişti Şevket Çoruh... Sözünün adamı olabilmenin çoğu zaman büyük bedeller gerektirdiği bir ülkede ve bunca sanatsal ve kültürel altyapı yoksunluğu içinde cebindeki parayı bir tiyatro salonu yaratmak hayaline yatıran kişi olmak, yetmedi, borçlanmak pahasına hiçbir kişi ve kurumdan destek almaksızın bu hayali gerçekleştirmek kolay iş değil. Bunu başarmıştır Şevket Çoruh. Elbette yıllar içinde biriktirdiği değerli dostlukların enerjisini de yanına alarak... Nedir, bir tiyatro salonu, içi doldurulmadığı ve seyircisiyle buluşmadığında bir binadan ibarettir sonuçta... Ve içini doldurma eylemine yön veren mantık ve yöntem de adını belirlemiştir bu salonun... Baba Sahne... Üretim veya sergileme anlamında yaşadığı yoksunluk nedeniyle kendini öksüz ya da yetim hisseden tiyatrocuya alan sağlayarak "Babalık" yapma misyonu üstlenen bir tiyatro... Şevket Çoruh, Barış Dinçel ve Günay Karacaoğlu, işte böylesi bir yoksunluğu yaşadığım ve "iş"siz ve sahnesiz kaldığım bir süreçte yanımda oldular. Tiyatronun henüz açılmadığı, son eksikliklerinin tamamlanmaya çalışıldığı günlerdi... Öncelikle moral ve enerji verdiler... Ardından, ilk gösteriminde ekibimi ve seyirciyi selamlamaktan gurur duyduğum bir oyunu, "Kanlı Komedya (Caligula)"yı gerçekleştirebilmenin bütün olanaklarını sundu Baba Sahne. Bu anlamda bendeki değeri tarifsiz büyüktür. Tiyatrodaki varlığımla ilgili, "Genel Sanat Yönetmeni" ya da "Sanat Danışmanı" gibi ünvanlar da dillendirilir oldu kimi platformlarda. Teklif edilmedi de değil... Nedir, Sanat Yönetmeni ("Genel" sözcüğünü de başa ekliyorlar, bu yanlış. Çünkü birden çok sahnesi olan kurumlarda Genel Sanat Yönetmeni olur), bir sanat kurumunun vizyonunu ve bunun yaşam bulması için gerekli mantık ve yöntemi belirleyen kişidir. Kendisi zaten sanatçı olan bir kişinin sabır ve kahırla oluşturduğu bir tiyatroda böylesi bir misyonu üstlenme hakkı ve haddini kendimde görmem. Diğer yandan, tanıyanlar bilir, zaten benden de "konu mankeni" olmaz... Kardeşlerim bir şey danışmak istediklerinde ise, bunun gereğini yapmak için bir ünvana ihtiyaç duymam... Özcesi; başta Şevket Çoruh olmak üzere tüm sanatçı ve çalışanlarından, kapı koluna, perde ipine kadar değerlimdir Baba Sahne. Öyle de kalacaktır... "Yeni bir çalışma var mı?" diye soracak olursanız, hayır, şu anda böyle bir şey yok... Zaman ne gösterir bilinmez... Önce elimizdekini seyirciye bir ulaştıralım hele...

Ragıp Yavuz sözcüğün tam anlamıyla gerçek bir tiyatrocu; henüz genç denebilecek bir yaşta tiyatroya çok büyük katkılar yapabilmiş, deneyimleriyle akademik birikimini ustaca sanatına yansıtabilmiş hatta aldığı ‘siyasal’ eğitimini de, ideolojik birikimini de çok başarılı bir biçimde sahneye yansıtabilmiş gerçek bir sanatçı...Süje’nin bu sayısını bu nedenle ona ayırırken, yazı yaşamımda hiç yapmadığım bir şeyi yapıyor ve Ragıp Yavuz’un 19 Şubat ve 26 Şubat saat 20.30’da Kadıköy’deki Baba Sahne’de sergilenecek olan ‘Kanlı Komedya’ oyununa gidin diyorum, özellikle tiyatroya hiç gitmemiş, tiyatroyu tanımayan yeni kuşaklara…siz en iyisi Baba Sahne’nin hiçbir oyununu kaçırmayın. Onların da var belki ama buna onlardan çok sizin ihtiyacınız var; içinizdeki çocuğu öldürmemek, düşlerinizi ve güzellikleri geleceğe taşıyabilmeniz için…..kendinizi öksüz hissetmemeye sizin de hakkınız var.

dizin    üst    geri    ileri  



 15 

 SÜJE  /  Semih Özcan - Ragıp Yavuz  /  yirmi dokuz ocak iki bin on sekiz  / 26