1987 yılı baharı…GEZİ’den çok önce ilk ‘ağaçları kurtarma eylemi’ burada
başladı. 12 Eylül’ün hemen sonrasında tepeden inme Ankara’nın başına
oturtulan Diyanetçi Mehmet Altınsoy, o dönemler oldukça çok sayıda ağaca
sahip olan Güvenpark’taki ağaçları kesip Kızılay’ın göbeğindeki bu alanı
otopark yapmak için kolları sıvar. Bizler de engellemek için.
‘Otopark değil Güvenpark’ adıyla başlatılan eylemden aklıma gelen ilk
kare, parkın ortasındaki betondan yükseltinin üzerine Tanıl (Bora)
çıkmış, önüne serdiği imza metninin başında bekliyor. Önü oldukça
kalabalık. Bizi gören yurttaşlar ilgilenip yanımıza gelerek metni
imzalama kuyruğuna giriyorlar. Ayakta da ben ve birkaç arkadaş yine
elimizde metin, gelene geçene okutup imza attırmaya çalışıyoruz.
Yanımdaki arkadaşlardan biri, şu an Hürriyet gazetesinde olan o zamanlar
Cumhuriyet’te çalışan gazeteci dostum Faruk Bildirici. O da eylemde geçen
yıl genç yaşta yitirdiğimiz eşi Serpil’le var.
Başlattığımız kampanya o kadar yoğun bir ilgi görüyor ki, bir süre sonra
imzalamayan hiçbir yurttaş kalmayınca, sıkıntıdan çevre cadde ve
sokaklara seğirtip gördüğüm insana imzayı bastırma derdindeyim. Sık sık
da yakın olduğu için bizim Mülkiyelilere gidip, masa masa dolaşarak imza
topluyorum.
Yine böyle bir gün..çevremizde kim varsa imzayı atmış, yetinmeyip
yanımızda yer alarak eyleme katılıyor. Güvenpark oldukça kalabalık. Bu
ortam beni daha da kamçılıyor, eylemi alabildiğine geniş kitlelere
ulaştırabilme derdindeyim. Çevremde kimi görsem imzalamış, yoldan gelip
geçenler, parkın en ücra köşelerine takılıyorum, onlar da desteğini
vermiş. O sırada aklıma geliyor. Gözüm çevremizi kuşatan polislerden
birine ilişiyor, yanına gidiyorum: ‘Hadi gel bir imza da sen at.’
Olmuyor. Suskun şekilde karşılıklı garip garip bakışıyoruz.
İyi de sıkılmaya başladım artık. Ben yeni imzacı peşindeyim, aksiyon
peşindeyim. Yine Mülkiyelilere seğirtiyorum. Güzel bir bahar havası.
Bahçe tıklım tıklım dolu. Ana bahçenin girişine geldiğimde o sırada
dışarı çıkmakta olan Yalçın Küçük’le karşılaşıyoruz. Hemen dayıyorum
metni burnuna: ‘aaaa hocam, hemen bir imza da sizden alalım!..’ Ekşi bir
yüzle yüzle yüzüme bakıyor:’ Bu ne?’
‘Güvenpark’ı ortadan kaldırıyorlar. Bütün ağaçlar kesilecek. Otopark
yapacaklar. Ona karşı bir eylem başlattık.’
‘’Kimin başının altından çıktı bu? Yine Dev-Yol’un mu?’’ diyor..
‘’Ne ilgisi var hocam. Halk ilk kez kendisini ilgilendiren bir konuda
kendisi tepki koyuyor. Hiçbir örgütle bağlantımız yok. Taban hareketi.
Okuyun bir…’’
Metni okuyor, daha da ekşi bir yüz ifadesiyle kağıtları elime
tutuşturuyor:
‘’Benim Türkiye’yi kurtarmak gibi bir derdim var. Böyle çoluk çocuk
işleriyle uğraşamam. Git başımdan…’’
Yalçın hocadan fırçayı yedikten sonra ben yine de masa masa dolaşmaya
başlıyorum.
Yalçın Küçük o dönemler sık sık Mülkiyelilerde otururdu. Ama ben onu
özellikle BİLAR döneminden tanıyorum.
BİLAR, 12 Eylül’de, üniversitelerden 1402’le atılan hocaların yanlarına
belirli aydın ve yazarları da alarak kurdukları bir örgütlenme. 12
Eylül’e karşı alternatif üniversite ve kültür ortamının oluşması için,
büyük ve güçlü hatta ticari bazda kurulmuş bir örgüt. Kuruluşu A.Ş
(Anonim Şirket yani holding) tarzında. Özellikle öncü kurucuları arasında
bizim Cevat hoca (Cevat Geray), Aziz Nesin, Yalçın Küçük var. Yalçın
Küçük kurucuları arasında var da sonraları diğer kurucu ve üyelerle
arasında büyük sorunlar çıkıyor ve ayrılmak zorunda kalıyor. Özellikle o
dönem Aziz Nesin’i delirtiyor. Aralarında büyük tartışmalar çıkıyor.
BİLAR, sonsuza dek yaşamasa da özellikle ilk üç beş yıl oldukça önemli
etkinliklere imza atıyor. Gerçekten de alternatif üniversite tarzında
bilimsel dersler ve konferanslar başlatıyor. Bunların kimi belirli kültür
platformlarında konferanslar olduğu gibi kimi de kendine ait binalarda,
aynen okullara kayıt yapar gibi belirli bir ‘öğrenci’ kitlesine yönelik,
dersler, seminerler şeklinde oluyor. Bilimsel akademik çalışma
niteliğindeki bu ders ve seminerlerin yanısıra, çeşitli sanat
etkinlikleri de düzenleyerek sanat kültür alanında da 12 Eylül’e
direnmeye çalışıyor.
Bir akşam yine her zamanki gibi Mülkiyelilerin bahçesine daldım, kendime
oturacak masa bakınıyorum. Tam ortada büyükçe bir hazırlık gözüme çarptı.
Yanyana çok sayıda masa, büyükçe bir dikdörtgen plato şeklinde orta alana
yerleştirilmiş, çevrelerine sandalyeler ve masalara servisler başlanmış.
Hemen şef garsonumuza yapıştım: ‘’Devlet ne var bu akşam? Önemli bir
toplantı mı?’’
‘’Evet’’ dedi, ‘’Bilar’ın yemekli bir toplantısı var. Yabancı konuklar da
var galiba. Çok büyük bir kalabalık gelecek biraz sonra.’’
E Kambersiz düğün olur mu? İşin içinde BİLAR yani Cevat hoca varsa tabi
ki aynen oradayım. Ayrıca, benim bu konuda Emniyet’te başımı belaya
sokacak kadar Yunan kültürüne yakınlığım da düşünülürse böyle bir gecenin
bensiz olması söz konusu olamaz.
Az sonra geldiler. Başta Yunan müziğinin devi Teodarakis olmak üzere bir
bölüm Yunan sanatçı bizim BİLAR ekibiyle içeri girdiler. Masalara
yerleşilirken, hemen Cevat hocanın soluna ben de kuruldum. Cevat hocanın
karşısında Teodarakis, onun sağında Aziz Nesin, solunda yani benim tam
karşımda Zülfü Livaneli. Ve masada daha çok sayıda Yunan sanat ve kültür
dünyasının temsilcileri..ikiye, üçe kadar süren çok nefis bir gece oldu.
Bu arada Güvenpark konusuna da bir dipnot düşmem gerek. Biz bir şekilde
Altınsoy’un belediye başkanlığı döneminde ağaçların kesilip oranın
otopark olmasını engelledik. Ancak sorun ortadan kalkmadı. Ağaçların
kesilmesi hep gündemde kaldı. Yani eylemimizde en küçük bir gerileme
parkı yine ortadan kaldıracaktı. Bu arada daha sonra yapılan seçimlerde
Murat Karayalçın Ankara Anakent Belediye Başkanlığını aldı. Herkes rahat
bir nefes alıp, ‘tamam bu iş çözümlendi’ derken ve doğal olarak bu
güvenle eylemler de bitirilmişken, bir sabah Güvenpark’a gelenler
ağaçların yok olduğunu gördüler. Onun yerine Karayalçın altında imzası
olan bir bildiri bırakmıştı alana : ‘’Buradaki ağaçlara kesinlikle hiçbir
zarar verilmemiştir. ……(falanca filanca park ve alanlara) tayini
çıkmıştır. Duyurulur.’
Sonuçta otopark olmadı ama Karayalçın döneminde Güvenpark’ın ağaçları
gitti.
O zamandan beridir Erdal İnönü’nün o veciz sözünü hiç unutmam:
‘’Aslan sosyal demokratlar!’’
BİLAR’ın Ankara’daki çalışmaları oldukça iyi gidiyordu. Kendilerine ait
bir yeri olmakla birlikte Mülkiyeliler gibi kimi yerlerde de etkinlik ve
toplantılarını sürdürüyorlardı. Bir gün İzmir’e geldiğimde aklıma geldi.
BİLAR’ın İzmir’de de şubesi var mı diye sordum soruşturdum. Varmış,
buldum da. Ancak çok ilginç bir yer. Alsancak’ta Kıbrıs Şehitleri
Caddesini Kordon’a doğru paralel kesen sokaklardan birinde iki katlı
Rumlardan kalma eski tarihi binalardan biri. Şu sıralar buraları ana baba
günü, boş yer yok. Hemen her sokakta bangır bangır bağıran bir gece
kulübü, bar, disko kesin var. O zamanlar bu kadar yoğun değildi. Bir
arkadaştan BİLAR’ın lokalinin adresini aldım. Aldığım kişi eklemeyi de
unutmadı: “Yalnız herkesi almıyorlar. Dışardan izbe bir yer görünümünde.
Kapalı, metruk bir bina sanabilirsin. İçerden sana bakıyorlar, tipini
beğenirlerse alıyorlar.’’
Bir gün gecenin on biri civarı gittim. O dönemler oldukça izbe bir sokak,
ölü, loş bir sokak aydınlatması. Oldukça eski iki katlı binanın önüne
geldim. Tüm kepenkler kapalı dışarıya en küçük bir ışık sızmıyor. Sadece
ışık değil ses de sızmıyor, nasıl bir izolasyon yaptılarsa.
Zile bastım. İlk 2-3 dakika ses seda yok. Ama ben aldım ya tüyoyu baştan,
yılmak yok. Yeniden bastım. Bir süre sonra çok çok hafiften ayak
tıkırtıları işittim. Ve yine belli belirsiz kapının öte yanındaki
delikten bana bakıldığını fark ettim. Bir süre sonra ya tipimi beğendiler
ya da inatçılığımla uğraşmak istemediler, kapı açıldı, ‘buyrun’ dendi.
Buyurdum.
Alt kat da karanlıktı ama çıktığım üst katta inanılmaz bir ortam vardı.
Bir köşesinde üç kişinin canlı müzik yaptığı nefis, son derece güzel bir
barla karşılaştım. Çok sıcak bir ortam, çok çok güzel müzikler ve son
derece seçkin bir sohbet ortamı. Bayıldım, sabaha kadar çıkmadım oradan.
Öyle güzel, ışıl ışıl, müzikli bir ortam dışarıya nasıl sızdırılmadan var
oluyor, anlamak mümkün değil.
Farkındasınızdır bar ortamını severim. Aslında eski stil meyhanelerden
daha çok hoşlanırım ama onları günümüz ortamında bulmak hemen hemen
olanaksız. Çoğu kapandı..hoş artık günümüzde eski o seçkin barların da
çoğu kapandı ya neyse…
Ankara bu yönden ‘bar kültürüme’ önemli katkılar yapmış bir kent.
Gitmediğim, bilmediğim hemen hemen kalmadı. Bu arada ilginç olaylar
özellikle polisiye olaylarla da karşılaştım, 12 Eylül’ün etkisini
sürdürdüğü bir dönemde karşılaşmamak da olanaksız zaten.
Bir gece, gecenin ileri bir saatinde Çankaya civarında takıldığım
mekandan çıktım. O sıralarda da idareten Demetevler’de bir arkadaşın
evinde kalıyorum. Gecenin son arabalarına atlayıp Ulus yönüne doğru
gittim. Oradan daha ileri saatlere dek dolmuşlar kalkıyor. Şans bu ya,
son dolmuş da kalkmış, yetişemedim. Zorunlu olarak taksi tutacağım, uzak
yol olduğu için istemeyerek de olsa. O saatlerde oralarda taksi de kolay
bulunmuyor çünkü hava soğuk hatta yerler yer yer buzlu. Böyle durumlarda
Ankara’daki taksiciler de aynen İstanbul gibi insan ve bölge seçer,
nazlıdırlar. Ben yavaş yavaş biraz da karamsar bir biçimde yürürken bir
yardım eli imdadıma yetişti. Küt diye yanımda bir polis arabası durdu.
İçinden bir polis çıktı. Tepeden tırnağa arama yaptı. Tamam, şimdi
gidebilirsin deyip arabaya yönelmişti ki ben verdiği ‘selama’ hemen
karşılık verdim: ‘’Nereye gidiyorsun?’’
Biraz duraksayıp, ‘’Yenimahalle’ye’’ dedi.
‘’O zaman beni Demet’e atıver’ dedim, son derece kararlı bir ses tonuyla.
Biraz daha duraksadı. ‘’Tamam’’ dedi, ‘’atla arabaya.’’
Demet zaten Yenimahalle’nin dibinde, onun için sorun olmaz.
Yenimahalle’yi geçtik, Demetevler’in sınırındaki caddeye girdiğimizde
araba durdu. ‘’ Tamam, burada inebilirsin’’ dedi. Olur mu hiç? ‘’Buraya
kadar getirmişin, eve kadar götür işte’’ dedim. Çaresiz kabul etti, benim
verdiğim yol tarifine göre eve kadar götürdü. Bu arada yolda takılmayı da
ihmal etmedim: ‘’Daha ne istiyorsun? Korktuğum, çekindiğim yok işte.
Evimin yerini bile gösteriyorum sana. Hiç kimse bunu yapmaz.‘’
Evin önüne geldik, ayrılırken yine takıldım: ‘’Hiç çekinme. Sabah da
almaya gelebilirsin..’’
Benzer durumu İzmir’de de yaşadım daha doğrusu yaşamak istedim, olmadı.
Bu kez Alsancak’ın barlar bölgesi Kıbrıs Şehitleri’ndeyim tine. Ve yine
geç vakitlere kadar bir mekana takıldım. Her zamanki gibi gecenin ileri
bir saatinde çıktım. Toplu taşım hak getire. Yol yine çok uzun olduğu
için taksi tutmayı da hiç istemiyorum. Bakarsın bir dolmuş ya da en kötü
olasılıkla zorunlu olarak taksi çevirmek için durakta bekliyorum. Bu
arada o dönemlerde de poliste ‘şeffaflık’ dönemi, kampanyaları var.
Gazeteler, televizyonlar sürekli ‘pembe karakol’ imajı, şeffaflık
konusunu işliyorlar. Ben bunu da biliyorum ya.. o sırada çok hafif hani
yürür gibi durağa doğru bir polis arabasının geldiğini gördüm. Son derece
yavaş..içindeki polis de beni kesiyor. Büyük olasılıkla bir arama faslı
da orada olacak. Ben bunu anlar anlamaz küt diye elimi kaldırıp polis
otosuna otostop çektim. Zınk diye önümde durdu ekip otosu. İçindeki polis
biraz da şaşkın bir yüz ifadesiyle, eliyle de işaret yaparak ‘’Ne var? ‘’
dedi. Ben de halka yardımcı olan, hatta her isteyene gittiğinde çay ikram
edilen yeni polis imajını biliyorum ya, son derece doğal bir ses tonuyla
‘’Beni Karşıyaka’ya atsana!’’ dedim. Soran polis anında gaza basarak son
sürat önümden toz oldu.
Bu bana o dönemler için ders oldu. Demek ki yeterince ‘pembekol’
yaratılamamış. Her ne değin gittiğinde çay ikramı varsa da evlere servis
yok.
Yine Ankara. Hani geçen bölümlerde Marjinal’den söz etmiştim ya..oraya
sürekli birlikte gittiğimiz (Engin’le birlikte) Haldun adında samimi bir
arkadaşım var. Marjinal günlerimizde ben bir ara barlar bölgesine yakın
olsun diye Engin’le kaldığım Batıkent’ten çıkıp, Çankaya taraflarında
Mesnevi’de bir ev tuttum. Haldun’un evi de bana yakındı. Geç vakitlere
kadar sağda sola dolaşır, sabaha karşı kimi zaman ben onun evinde, ki
çoğunlukla böyle olurdu, arada bir de o benim eve gelir ayrıca evde devam
ederdik. Bu arada ikimizin evi arasında da o dönemler Alpay’ın işlettiği
Karpiç var. Ankara’nın en tarihi ve köklü meyhanesi Karpiç, çok sonraları
bize yakın olan yerine gelmiş ve işletmeciliğini de Alpay sürdürüyordu.
Hatta hafta sonları canlı müzik ortamında şarkı da söylüyordu. İşte biz
bazen oturduğumuz mekanlardan gece 2-3 gibi erken kalktığımızda Karpiç’e
gider, orada da 2 duble rakıyla cila yapardık.
İşte ben o gece o anılar da gözümde canlanınca, soluğu Haldun’un evinde
aldım. Ama o dönemler İzmir’de olduğum için bir-iki yıldır da
görüşmemiştik. Ben Mesnevi’deki evden de çoktan çıkmıştım. Gece saat on
iki, yarım civarı. Bastım zile. Önce hiçbir ses seda yok, oturduğu
beşinci kata doğru baktım, ışık falan da yok. Ben yine inat ettim,
içimden ‘kalk ulan’! deyip, zile ısrarla basmayı sürdürdüm. Az sonra hiç
tanımadığım bir tip tepeden küfreder gibi ‘ne var? ‘ diye bağırıyor. Ben
de şaşkınlıkla ‘Haldun’u aramıştım, burası onun evi’’ diyebildim. Adam
yine bas bas bağırıyor. Ben de kızdım ‘’kes ulan manyak’’ dedim. Ağzıma
geleni söyledim, kapıya doğru yöneldim. Aşağı Ayrancı’daki evden Çankaya
yönüne doğru yürümeye başlamıştım ki bir iki dakika geçti geçmedi önümde
o dolmuş stili büyücek polis ekip arabalarından biri zınk diye durdu.
İçerden kapıyı açıp ‘geç’ dediler. Alıştık artık, geçtim.
Çankaya polis karakoluna getirildim. Adamı niye rahatsız ettiğim soruldu,
ben de her şeyi anlattım, orada arkadaşımın oturduğu, ona geldiğimi falan
adını, çalıştığı yeri vererek anlattım. Biraz sonra apar topar evinden
emniyet amiri geldi. Hadi bir de ona ifade verdim. Bu sırada yalnız
polislerden biri beni savundu ‘’arkadaş doğru söylüyor amirim, o evde o
adla bir şahıs oturuyormuş, bir buçuk ay önce taşınmış’’.
Ben biraz da bu destekle aslında adamın anlayışsız davranarak bana
hakaret ettiğini falan söyledim. Amir çaresiz bir yüz ifadesiyle yüzüme
baktı ‘’senden şikayetçi olan o adam kim biliyor musun?’’
‘’Hayır..’’
‘’ANAP milletvekili.’’
Hiç şaşırmadım, papazı bulmakta üstüme yoktur. Hele Rıfkı’da ustayımdır.
Kesin bulurum.
Neyse, orada da polisler beni tutarak iyi davrandılar. Gecenin oldukça
ileri bir saati olduğu için o milletvekilinden şikayetini geri aldırsalar
da, gece yine nezarethanede sabahladım. Arada bir oradakilerle çay ve
sigara molası vererek sabahı ettik. Sabah da poğaçalarla nefis bir
kahvaltı ikramının ardından o dönemde kaldığım otelimin yolunu tuttum.
***
Necdet Uğur, İnönü üzerine yazdığı bir kitapta 12 Mart dönemini
tanımlarken;
‘’12 Mart amacına varmamış bir 12 Eylül’dür’’ der. ( Necdet Uğur, İsmet İnönü, YKY, 4.baskı, İstanbul/ Nisan 2010, s.37)
Son derece doğru bir tespit.
12 Mart amacına ulaşamamış ya da özellikle ulaştırılamamış bir 12
Eylül’dür. Ya da 12 Eylül 12 Mart’ın tamamlanmış halidir.
12 Mart’ın başat öğesi sindirme, geriletme üzerine kuruluydu. Deniz’lerin
idamı da bu sindirme politikasının doruk noktasına ulaştırıldığı ama asla
muhalefeti toptan yok etmeyi amaçlamayan ya da bunu başaramayan bir
girişimden öteye geçemedi. 12 Eylül’se sindirmenin ötesinde doğrudan imha
etme ve toplumsal sistemi topyekün iktidar ve devlet erkine göre tepeden
tırnağa yeniden inşa etme, düzenleme mantığına dayanır. 12 Mart’ın en
belirgin özelliği işkencelerdir. 12 Eylül ve ona giden süreçte ise
işkencenin dozu artmakla birlikte, belirgin özellik yok etmek, muhalefeti
tümden bitirmek, faili meçhullerdir.
Bunu da yer yer açıktan, yer yer de üstü kapalı olarak ve özellikle de
toplumun kitle psikolojisini, bilgi dağarcığını yönlendirerek yani algı
yönetimiyle yapmıştır. Öyle ki toplum bilinemezciliğin içinde bir
bilinçsizleştirmeye götürülmüş, kavramlara yeni ve yanlış anlamlar
yüklenerek bu politika uygulanmıştır.
Bu konunun ayrıntılı bir çözümlemesi önümüzdeki sayıya…….