ÖYKÜ

Melek Ekim Yıldız  






Dönüş Yolunda İncir Ağacı…


Kolay olmayacağı, olmadığı başından belliydi. Bunu yineledi, gelen gidenin olmadığı bu boş yol kenarındaki incir ağacının gölgesine oturmuş adam. Vakit öğleyi biraz geçmişti, güneşin kavurucu sıcağı daracık asfalta, oradan havaya geçiyor canlı namına ne varsa serin köşelere çekilmesine neden oluyordu. Etrafta kimseciklerin olmayışının açıklaması buydu. Önünde uzayıp giden yola bakıyordu adam. Yüzü güneşten yanmış ve hafifçe de kurumuştu. Ayaklarının dibinde yıpranmış ve ağırca görünen küçük bir çanta duruyordu. Yolun karşı yanında meyve bahçeleri, enginar tarlaları, az uzakta bakımı henüz yapılmış gibi görünen zeytin ağaçları sıralanmıştı. Altına oturduğu ağacın arkası da benzer durumdaydı ama onların ötesinde deniz vardı.

Ama ötesinde deniz var, dedi ayaklarının dibindeki çantaya bakarak. Gözü, çantadan önü açık sandaletinden dışarı fırlamış ayak parmaklarına takıldı. Yürümenin, yürürken geçtiği yolların tozu toprağının kire buladığı ayak parmaklarını dikkatle inceledi. Şuralarda bir çeşme olsa, düşüncesi sıcağı hatırlayınca gittiğim yerde yıkarım’a bıraktı yerini. Başını çevirip gitmesi gereken yöne baktı. Çok kalmamıştı; yürümeye davransa en çok bir saat içinde, mavi boyalı tahta kapıyı itip iki incir ve bir zeytin ağacının serin tuttuğu avluya adım atabilirdi. Sıcağı içeri almasın diye sımsıkı örtülmüş pencerelere ve dış kapıya bakardı. Evlere çekilmiş olurdu kim varsa. Ses etmezdi. Çantasını usulca yere bırakır, evin arkasındaki çeşmeye doğru dolanırdı. Bir güzel yıkardı ayaklarını incecik akan suyun altında. Suyun serinliğinin tadını bir kez aldı mı, ayakları bırakır başını tutardı çeşmenin altına. Suyu çok açma, diye tembihledi kendini. Akan suyun sesi, evdekini uyandırabilir, kim bu suyu akıtan merakıyla hesapladığından önce çıkabilirdi karşısına. Hesap dışı yüzleşmeyi gözünde canlandırınca yüzünü buruşturdu. Başından aşağı sular yüzüne, boynuna doğru akarken, duyduğu telaşlı ayak sesiyle doğrulup, yavaşça dönerdi. İlkin şaşkın bir sessizlik olurdu. Bundan sonrasını kuramadığını fark etti. O büyük şaşkın sessizlikte durmuştu zihni. Gitmiş ile kalmış’ın uzun zaman sonra ilk karşı karşıya gelişlerinin yüzde, seste, kalpte nasıl bir etki yaratacağını ancak düşleyebilirdiniz. Bakar mıydı yüzüne örneğin, yoksa başını öte yana çevirip gitmişliğinin aklanmaz bir suç olduğunu mu bildirirdi sessiz bir katılıkla? Konuşur, bir şey söyler miydi - geldin mi, neden geldin, nasıl gitmiştin ki öyle - ? Susar mıydı yoksa gittiğinden beri kendine yüzlerce kez sorduğu bu soruların cevabının bir anlamı olmadığını epeydir anlamış olduğundan? O susarsa ben nasıl konuşabilirim ki, diye düşündü adam. Kendini orada öylece, onun karşısında dururken gördü. Saçından damlayan suyun serinliğiyle bedeni ürperiyor, yeni yıkanmış ayaklarına dikilmiş gözlerine saklıyordu utancını. Bu manzaradan hoşlanmadı. Başını iki yana sallayarak dağıttı zihninde canlanan resmi. Renkler bir yana uçtu, suyun serini bir başka yana, karşı karşıyalıkları ise daha uzağa.

Aniden çıkıp gelen esinti ile yoldan hızla geçen bir otomobilin geçici rüzgârı birleşip saçlarını uçurdu adamın. Otomobilin arkasından baktı. Aklından geri dönmek geçti. Aklında geri dönmekten başka bir şey olmadığını düşünüp güldü. Gittiğinde geri dönüşü düşünmüştü hep, şimdi dönmeye ramak kalmışken geri gitmeyi ister gibiydi. Başını arkaya çevirip denize baktı bu kez. Uzaktan lacivert neredeyse. Denizin mavisi, avluya açılan tahta kapıyı getirdi yine aklına. Bir kez daha kapının önünde. Uzanıp itiyor kapıyı. Şimdi içerde. Avlu boş değil ama. Heybetli incirin altındaki tahta sedire uzanmış uyuyor. Elinden düştü düşecek bir kitap, başı yana kaymış, kedi ayaklarının dibinde. Kediyle göz göze geliyorlar. Birbirlerini hemen tanıyorlar. Eskiden şu kapıdan ne zaman girse, nerede olursa olsun koşarak bacaklarına sürtünen kedi, soru dolu bakışlarını gözlerine dikmiş kıpırdamandan yatıyor uyuyanın ayaklarının dibinde. Geldin mi, neden geldin, nasıl gitmiştin ki öyle? Uyuyana çeviriyor bakışlarını adam kediye ve sorularına bakmayı bir yana bırakarak. Ağzının kıvrımına gizlenmiş o gülüşü aranıyor. Aradığını görememenin paniğiyle geriye doğru bir iki adım atıyor. Sonra tekrar yaklaşıyor, uykusunun soluklanışını dinliyor, kedinin dikkatli gözleyiciliği altında usulca yaklaşıyor o soluklanışa. Kedi dikleşiyor, varlığının tehdit olduğunu söylemek ister gibi. Tam o sıra görüyor aradığını uyuyanın ağzının ucunda. Aynı, diye düşünüyor. İçinde bir sevinç. O aynıysa…

Tarlaların arasından çıkan traktörün gürültüsüyle dönüyor incir ağacının altına. Traktörü kullanan yaşlıca adam yanından geçerken başıyla hafifçe selam veriyor. Yüzü hiç yabancı değil, diye düşünüyor adam. Kendisini avludan koparıp yeniden buraya sürükleyişine içerlemeden selamına karşılık veriyor. Arkasından uzunca bakıyor. Gittiği yöne hiçbir kaygı duymadan gidebilişine imrenerek bakıyor. Avluyu, kediyi, zeytin ağacını, incirin altındaki sediri, arkadaki çeşmeyi, duvar diplerindeki saksılara dikilmiş çeşit çeşit çiçeği, uyuyanın ağzının kıvrımındaki gülüşü, soruları ve cevapsızlığını düşünüyor.

Ayağa kalkıp çantasına uzanırken, kolay olmayacağı, olmadığı başından belliydi, diye mırıldanıyor. Giderken de dönerken de. Sıcağa aldırmadan yürümeye başlıyor, aklı ayak parmaklarının kirinde…
 




dizin    üst    geri    ileri  

 



  8  

 SÜJE  /  Melek Ekim Yıldız   / yirmi altı ocak  iki bin on beş     8