Dönüş Yolunda İncir Ağacı…
Kolay olmayacağı, olmadığı başından belliydi. Bunu yineledi, gelen
gidenin olmadığı bu boş yol kenarındaki incir ağacının gölgesine oturmuş
adam. Vakit öğleyi biraz geçmişti, güneşin kavurucu sıcağı daracık
asfalta, oradan havaya geçiyor canlı namına ne varsa serin köşelere
çekilmesine neden oluyordu. Etrafta kimseciklerin olmayışının açıklaması
buydu. Önünde uzayıp giden yola bakıyordu adam. Yüzü güneşten yanmış ve
hafifçe de kurumuştu. Ayaklarının dibinde yıpranmış ve ağırca görünen
küçük bir çanta duruyordu. Yolun karşı yanında meyve bahçeleri, enginar
tarlaları, az uzakta bakımı henüz yapılmış gibi görünen zeytin ağaçları
sıralanmıştı. Altına oturduğu ağacın arkası da benzer durumdaydı ama
onların ötesinde deniz vardı.
Ama ötesinde deniz var, dedi ayaklarının dibindeki çantaya bakarak. Gözü,
çantadan önü açık sandaletinden dışarı fırlamış ayak parmaklarına
takıldı. Yürümenin, yürürken geçtiği yolların tozu toprağının kire
buladığı ayak parmaklarını dikkatle inceledi. Şuralarda bir çeşme olsa,
düşüncesi sıcağı hatırlayınca gittiğim yerde yıkarım’a bıraktı yerini.
Başını çevirip gitmesi gereken yöne baktı. Çok kalmamıştı; yürümeye
davransa en çok bir saat içinde, mavi boyalı tahta kapıyı itip iki incir
ve bir zeytin ağacının serin tuttuğu avluya adım atabilirdi. Sıcağı içeri
almasın diye sımsıkı örtülmüş pencerelere ve dış kapıya bakardı. Evlere
çekilmiş olurdu kim varsa. Ses etmezdi. Çantasını usulca yere bırakır,
evin arkasındaki çeşmeye doğru dolanırdı. Bir güzel yıkardı ayaklarını
incecik akan suyun altında. Suyun serinliğinin tadını bir kez aldı mı,
ayakları bırakır başını tutardı çeşmenin altına. Suyu çok açma, diye
tembihledi kendini. Akan suyun sesi, evdekini uyandırabilir, kim bu suyu
akıtan merakıyla hesapladığından önce çıkabilirdi karşısına. Hesap dışı
yüzleşmeyi gözünde canlandırınca yüzünü buruşturdu. Başından aşağı sular
yüzüne, boynuna doğru akarken, duyduğu telaşlı ayak sesiyle doğrulup,
yavaşça dönerdi. İlkin şaşkın bir sessizlik olurdu. Bundan sonrasını
kuramadığını fark etti. O büyük şaşkın sessizlikte durmuştu zihni. Gitmiş
ile kalmış’ın uzun zaman sonra ilk karşı karşıya gelişlerinin yüzde,
seste, kalpte nasıl bir etki yaratacağını ancak düşleyebilirdiniz. Bakar
mıydı yüzüne örneğin, yoksa başını öte yana çevirip gitmişliğinin
aklanmaz bir suç olduğunu mu bildirirdi sessiz bir katılıkla? Konuşur,
bir şey söyler miydi - geldin mi, neden geldin, nasıl gitmiştin ki öyle -
? Susar mıydı yoksa gittiğinden beri kendine yüzlerce kez sorduğu bu
soruların cevabının bir anlamı olmadığını epeydir anlamış olduğundan? O
susarsa ben nasıl konuşabilirim ki, diye düşündü adam. Kendini orada
öylece, onun karşısında dururken gördü. Saçından damlayan suyun
serinliğiyle bedeni ürperiyor, yeni yıkanmış ayaklarına dikilmiş
gözlerine saklıyordu utancını. Bu manzaradan hoşlanmadı. Başını iki yana
sallayarak dağıttı zihninde canlanan resmi. Renkler bir yana uçtu, suyun
serini bir başka yana, karşı karşıyalıkları ise daha uzağa.
Aniden çıkıp gelen esinti ile yoldan hızla geçen bir otomobilin geçici
rüzgârı birleşip saçlarını uçurdu adamın. Otomobilin arkasından baktı.
Aklından geri dönmek geçti. Aklında geri dönmekten başka bir şey
olmadığını düşünüp güldü. Gittiğinde geri dönüşü düşünmüştü hep, şimdi
dönmeye ramak kalmışken geri gitmeyi ister gibiydi. Başını arkaya çevirip
denize baktı bu kez. Uzaktan lacivert neredeyse. Denizin mavisi, avluya
açılan tahta kapıyı getirdi yine aklına. Bir kez daha kapının önünde.
Uzanıp itiyor kapıyı. Şimdi içerde. Avlu boş değil ama. Heybetli incirin
altındaki tahta sedire uzanmış uyuyor. Elinden düştü düşecek bir kitap,
başı yana kaymış, kedi ayaklarının dibinde. Kediyle göz göze geliyorlar.
Birbirlerini hemen tanıyorlar. Eskiden şu kapıdan ne zaman girse, nerede
olursa olsun koşarak bacaklarına sürtünen kedi, soru dolu bakışlarını
gözlerine dikmiş kıpırdamandan yatıyor uyuyanın ayaklarının dibinde.
Geldin mi, neden geldin, nasıl gitmiştin ki öyle? Uyuyana çeviriyor
bakışlarını adam kediye ve sorularına bakmayı bir yana bırakarak. Ağzının
kıvrımına gizlenmiş o gülüşü aranıyor. Aradığını görememenin paniğiyle
geriye doğru bir iki adım atıyor. Sonra tekrar yaklaşıyor, uykusunun
soluklanışını dinliyor, kedinin dikkatli gözleyiciliği altında usulca
yaklaşıyor o soluklanışa. Kedi dikleşiyor, varlığının tehdit olduğunu
söylemek ister gibi. Tam o sıra görüyor aradığını uyuyanın ağzının
ucunda. Aynı, diye düşünüyor. İçinde bir sevinç. O aynıysa…
Tarlaların arasından çıkan traktörün gürültüsüyle dönüyor incir ağacının
altına. Traktörü kullanan yaşlıca adam yanından geçerken başıyla hafifçe
selam veriyor. Yüzü hiç yabancı değil, diye düşünüyor adam. Kendisini
avludan koparıp yeniden buraya sürükleyişine içerlemeden selamına
karşılık veriyor. Arkasından uzunca bakıyor. Gittiği yöne hiçbir kaygı
duymadan gidebilişine imrenerek bakıyor. Avluyu, kediyi, zeytin ağacını,
incirin altındaki sediri, arkadaki çeşmeyi, duvar diplerindeki saksılara
dikilmiş çeşit çeşit çiçeği, uyuyanın ağzının kıvrımındaki gülüşü,
soruları ve cevapsızlığını düşünüyor.
Ayağa kalkıp çantasına uzanırken, kolay olmayacağı, olmadığı başından
belliydi, diye mırıldanıyor. Giderken de dönerken de. Sıcağa aldırmadan
yürümeye başlıyor, aklı ayak parmaklarının kirinde…