Merdiveni yoktu, damın. Kendisi aşağıda o ise yukarıdaydı. Yukarıda olan
aşağıdakine elini uzatıp:
_ Uzat elini, dedi.
Aşağıdaki elini uzattı. Yukarıda olan uzatılmış elden sıkıca tutup var
gücü ile onu yukarı çekti. Elini bırakmadan damın üzerinde geçen
senelerin hızıyla yürümeye başladılar. Tam çanaktan bacanın yanına
gelince durdular. Adam üşümüş ellerinin ısınmasından korkar gibi telaşla
ellerini çekti. Kızı omuzlarından sarsmaya başladı. Acıkmıştı,
kelimelere; sıraladıkça sıraladı birbiri ardına kelimeleri.
_ Gözlerini aç, aç da adamakıllı bak! Hep dönmek istediğin yer burası.
Sana ait her şey burada. Şurada mahallen, şurada insanların, şurada
girişi olmayan odalar yaptığın taşlar, çamurdan bebekler, şitillerin
sarıp sarmaladığı kuyular, şurada kanatlarını ve bacaklarını koparıp
attığın böcekler… İşte tam da ayaklarının altında seni yeniden bana
getiren hatıralarının evi. İyi bak! Her köşesini nerene çizersen çiz, bu
dev kavakların gölgesine yatmış kasabayı. Biliyorum buraları görmek,
buralara dönmek nasibin olmayacak başka. Bu ev eskilerden kalma, son kez
nefes alan ev, kasabanın ciğeri, lohusa bir kadının dayaktan ve taştan
sırtına vurduğu yükün bedeli. Bu ev, bu evin diğer kadınlarına kuma gelip
bu dünyadan yine en son gidecek hükümet gibi bir kadının kemerine süs
olan anahtarın damı. Ve biz bugün bu evi ceddimizin elleriyle yıkacağız.
Ceddimizin yüreklerine pür neşe olan coşkusuyla hem de.
Adam sesinin yettiğince bağırdı, kesik kesik soludu; kız içini çeke çeke
çocukluğunda hiç ağlamadığı kadar ağladı.
_ Ağlamayı bırak, titreme, korkunun yeri değil, başını dik tuttuğun yerin
göğüdür, burası!
Usulca çömeldi yere, adam. Kız yanındaki karartı karşısında o büyü
dedikçe daha da küçüldü. Oysa bedeni büyüdüğünün en son noktasındaydı,
bedeni değil, umutları küçüldü. Fısıltı sesinde süzüldü, gözyaşları.
Kavgaya tutulmuş bir çocuğun galip gelen öfkesiyle. Elinin tersi ile
sildi, gözlerini. Zoraki gülümsedi. Her şeye rağmen yaşama sevincini
yitirmemiş bir insana karşı gülümsedi, son kez hediye sunar gibi.
Konuşmayı yeni öğrenircesine dudaklarını usul usul aralayıp:
_ Ahhhh baba, dedi. Ben sana böyle gelmeyecektim. Büyümüş hiç, küçücük
gelecektim.
_ Bak, senin de karşında yaşlanıyor olan bir beden var, doğrusu
yaşlanmış.
Güldü, biraz önceki öfkeyle karışık coşkusunu hiçe sayar gibi.
_ Hem boş versene büyük küçük fark etmez. İnsan dediğin her ikisinde de
bir şeyler yitirir. Dahası hiç bulamadığı bir değeri de yitirmiş olarak
doğabilir dünyaya. Dünya… Sahi bizim dünyamız neresiydi?
_ Ayaklarımız altındaki damımız, baba.
_ Ne de güzel dedik ve düşündük. Dünyamız, damımız; dünyamız damımız… Gel
otur yanıma. Sen başını koy dizlerime, ben ellerimi şu dünyadaki tek sadık
dostum şişeme. Anlat, ama bu sefer gürültüsüz patırtısız olsun. Bir de
türküler tutturalım, içinde duymak istediğimiz kelimeler olsun, hep.
Ayaklarımızı arkamızdan gelip bizi aşağı iteceklermiş de düşeceğiz
tutkusuyla _ki bilirsin sana öğrettiğim en güzel şeydir. İnsan en çok
düşme ile düşmeme arasındaki çizgide gelip giderken daha çok hisseder
yaşadığını_ sallayalım damımızdan aşağıya. Delicesine kahkahalar atalım,
ta ki yorulduğumuz ana değin. Sonra kalkalım; dünyamızı, damımızı
yıkalım. Bitsin her şey. Yolumuza bitmiş olarak devam edelim.
Usulca kız da damın kenarına oturdu, ayaklarını salladı, aşağıya. Başını
koydu, babasının dizlerine. Hızlıca ayaklarını geri çekti. Bir müddet
sonra yeniden salladı.
_Tuhaf, dedi.
_Tuhaf olan ne?
_ Sanki arkamdan biri beni itiyormuşçasına hissediyorum. Ayak bileklerime
yapışmış bir el salıncak kurmuş sallanıyor, gibi.
Bak işte bu daha iyi.
_Niye ki?
_ İkimizde birbirimize bilmediklerimizi anlatacağız. Ben düşmeyi, sen ise
çekilmeyi.
Anlattılar, güldüler, sordular, cevapladılar. En sonunda adam:
_ Kalk, yıkmanın zamanı geldi. Yağmur yağmadan önce bitirmeliyiz bu işi.
Yeşerirse damımıza kıyamayız.
El ele tutuşup kalktılar, damın kenarından. Konuşmaktan yorgun; ama
yapacakları işten emin. Kızı, kiremitten yapılmış bir oluğun yanına
götürdü, babası. Sandı ki kazma kürek alacaklar ellerine. Oluğun yanında
kurumuş otlardan yığın vardı. Eğildi, babası yığını kaldırdı. Yığının
altında koyun postu…
_ Kırk defa söyledim, bu post ne zaman ki adam akıllı kuruyacak o zaman
insanoğlu pişecek. Bak, işte yine kurtlanmış. Ben bundan sonraki işe
elimi dahi sürmem. Şimdi kazmasız ve küreksiz, bensiz, tek başına; ama
bir solukta yıkacaksın bu damı.
Söyleyince birdenbire kayboldu, adam. Kız düşünmeye başladı, damın
üzerinde. Tedbirli adımlar atarak hangi odanın üzerinde olduğunu
kestirmeye çalıştı. Düşünceleri kadar adımları da
yavaştı. Hızla atsa adımlarını, bir boşluk açılıp da düşecekti, odanın
birine. Bir adım daha attı. Belki göz yanılmasıdır, dedi. Şuralarda bir
yerde olmalı. Şimdi gelecek ve başladığımız daha doğrusu başlattığı işi
beraber bitireceğiz. Yıkacağız bu damı, yıkmaya önce arka odalarında
başlayacağız. Bir kez daha seslendi:
_ Babaaaaa!!!
Yoktu, gitmişti, gerçekten. Düşüyor muydu bedeni, anlamadı. Düşüş mü
bedenindi, bedeni mi düşüşün bilemedi. Düşmek düşünmekti, düşünmek
düşmek. Korkuyor muydu ikisinden? Titredi, korkuyordu. İçini dökünce
sanki babası gelecekmiş gibi konuşmaya başladı:
_ Hatırladın mı, baba? Düşünce diz kapaklarım hafifçe kızarır, sonrasında
sarı sular sızar, kanamadan kabuklar bağlardı, yaralarım. Kabuk bağlayan
yaralarımı, üzerinde dolaşan parmaklarım o an hissederdi ve bir kez daha
kanatırdım, sonsuz. Kaç defa dönüp geldim yaralarımdan habersiz de
saymadım. Oysa düşünmek saymaktı, düşünmekten korkuyor olma nedenimi
biliyorsun sen, baba! Biliyorum, beni yine bana öğretmek için terk ettin.
Bu sefer öğrenmek de anlamak da istemiyorum, gözlerinin ölmeye yakın
renginden seni sonsuz yaşatmak istiyorum. Gitme sakın! Kendimden daha çok
biliyorum, dönüşünün sonunda yine “Anlat!” diyeceksin. “Anlat!” Gözlerimi
her kaçırdığımda “Sadece gözlerimin içine bak!“ diyeceksin. Ben bu sefer
sana kazmayı tutuşumdan, küreği bir ölünün mezarına daldırır gibi
hışırtılı savuruşumdan bahsetmeyeceğim. “Neden, niçin, niye, nasıl
diyeceksin?” Yooo yooo anlatmayacağım bu sefer. Madem güneşin doğuşunu ve
batışını beraber seyrettik bu damda, beraber yıkacağız bu damı.
Bahanelerimiz, özürlerimiz hiç olmayacak. Ve ben bu damda sen yeniden
dönene kadar odalarda dolaşacağım hem de odaların dışında; ama
hayallerimizin içinde. Yaşamın geriye ve ileriye dönebildiği her yerde.
Bağırdı:
_ Duydun mu, duyuyor musun beni? Hadi gelllll, gelll baba!
Ses alamadı. Gerçeğin mantıklı sesiyle güldü:
_ Her yer, her yerde mi? Üç odalık yerde. Evet, burası “Dünyam”. Adım
adım arşınladığım avuntum.
Damın üzerinde bir adım attı, hem de bir zamanlar evciliklerini kurduğu
damın üzerine. Odaların sayısınca odalar kurmuştu, elleri yeşile gözleri
yaşlara boyanana dek.
Bağırdı avazınca:
_DÜNYAMIZ DAMIMIZ! Hadi gellll, artık!
Ses yok. Siyahın rengiyle sustu. Gelmeyince babası bir hışımla yıkıldı,
damı, dünyası.