" (...) İşte, İzmir Şehir Tiyatrosu’nun sözünü ettiğim, Kasım ayı hafta arası çok
soğuk bir güne denk gelen temsilinden önce kulise ‘salonda on bir kişi
var’ diye gişeden oldukça sevimsiz bir haber gelir.
Ekibin başı Avni Dilligil biraz bozulursa da, kadronun neşelileri ‘eh,
biz sahnede yetmiş kişiyiz, oyunu beğenmeseler de bize bir şey yapamazlar’
deyip kendi aralarında gülüşürler.
Derken oyun başlar ve o yetmiş kişilik müthiş kadro var gücüyle Macbeth’i
oynar. Borazanlar, trampetler,askerler, haykırışlar filan derken ‘Selam
sana İskoçya Kralı….’ Bağırmalarıyla perde kapanır.
Hepimiz biliriz; bir tiyatro oyununun sonunda perde kapandı mı, kararmaya
başlayan sahne ışıklarıyla birlikte seyircinin alkışı başlar. Ancak o
gece İzmir Şehir Tiyatrosu salonunda çıt yoktur.
Sahnede perde arkasında selam için dizilmiş olan tüm kadro birbirine
bakar kalır.
- On bir kişi uyudu mu, dondu mu, ne oldu?
- Ne bileyim hiç böyle bir şey görmedim!
Sahnedekiler, sorunun yanıtını aramak için birbirine bakarken, yönetmen
ve başrol oyuncusu Avni Dilligil, önemli rollerden birini oynayan Mücap
Ofluoğlu’na usulca sorar:
- Hiç alkış yok, ses seda çıkmıyor! Ne yapalım?
- Ne yapacağız üstat! Açalım perdeyi, selamımızı verelim.
Ancak Avni bey bu öneriyi beğenmez. Ne yapacağını merakla bekleyen
kadroya dönerek konuşur:
- Sizler geride durun, ben bilirim yapacağımı. Perdeci, aç perdeyi!
Perde açılır ve Avni Dilligil emin adımlarla yürüyerek sahnenin ortasına
gelir ve salonu birkaç saniye süzdükten sonra etkileyici bir tonla
seslenir:
-Macbeth… Bitti..
Bir sessizlik de salonda olur. Derken henüz yerlerinden kalkmamış, belki
de soğuktan birbirlerine sokulmuş ya da sarılmış on bir kişi arasından
ince çatlak bir ses duyurulur:
- Tahmin etmiştik!...’’
(İğne Deliğinden İzmir, Yaşar Ürük, Yakın
Kitabevi yayınları, Nisan 2011/İzmir, s.101-102)
Gönüllü sürgün yeri olarak seçtiğim İzmir, böyle bir kent.
İzmir denince aklıma ‘ilk’ler gelir..bir de çelişkiler.
Çelişkiler deyince öyle sıradan farklılıklar düşmesin usunuza. Aynı kapta
erimesi olanaksız, aynı ortamda yaşaması düşünülemeyecek derin
çatlakların oluşturduğu çelişkilerden söz ediyorum. Birinci derece deprem
kuşağında yaşayan İzmirli, sadece içinde bulunduğu coğrafyada değil,
düşünsel birikiminde ve kent kimliğinde de dev çatlaklarla, fay
hatlarıyla yaşamaya alışkındır.
Anlayacağınız, karşıtlıkların içinde yaşayan bir kent.
Ancak bu konuda son derece ustadır. Karşıtını alır, kendi içinde eritir
ve onu da kendine benzetir.
Örneğin; girişte alıntı yaptığım Yaşar Ürük’ün kitabına göre; Ulvi Uraz
da İzmir’den bir türlü kopamayanlardan. 1945 yılında kurulan İzmir Şehir
Tiyatrosu’nun yöneticisi, dahası her şeyi, bel kemiğidir. Ancak
şanssızlıklar bir türlü yakasını bırakmaz. Kültürpark’taki tiyatro binası
19 Aralık 1948 gecesi yanarak kül olur. Ardından, DP iktidarıyla birlikte
İzmir Şehir Tiyatrosu’nun varlığı da kül olur.
Beş yıl süren bu İzmir Şehir Tiyatrosu sürecinde; gerek kadroyu oluşturan
sanatçıların kendi iç kavgaları nedeniyle tiyatro içi gerekse Muammer
Karaca gibi kadro dışı çekişmeler nedeniyle oldukça yıpranır. Pes etmez.
1966 yılında bir turneyle bir kez daha gelir İzmir’e. Kendi adına kurduğu
tiyatro, oyunlarını o dönemin 1080 koltuklu, görkemli İkbal sinemasında
oynayacaktır. Oyunun başlayacağı ilk gece, bu koskoca bina da yanar. Yine
pes etmez. İzmir sevdası yine sürer.
Birkaç yıl sonra ‘Kırmızı Fenerler’ oyunuyla İzmir’e yine gelir. Bu kez
oyun Karataş Site sinemasında sergilenmektedir. O da yanar.
Her türlü aksaklığa karşın bir türlü bırakılamayan bu İzmir tutkusu,
İzmir’in insanı kendine benzetmesi değil de nedir?
İzmir’i kendine özgü kılan en temel özelliğinden,çelişkilerden girdim
konuya. Kendine her zaman ‘demokratik kent’ kimliğini veren
çelişkilerinden. Ve onu sevimli kılan çelişkilerden. Girişte alıntı
yaptığım ‘Macbeth’ örneği de bu sevimliliği ortaya çıkarmıyor mu? O on
bir kişi, soğuktan ısınmak amacıyla da olsa, bir kahveye gitmiyor
örneğin, ‘tiyatroyu’ seçiyor. Bu da önemli bir nokta, İzmirliyle tiyatro
arasındaki yakınlığı, içli-dışlılığı göstermesi, onu kendine yakın bir
‘sıcak yuva’ bulması açısından…
Karşıtlarıyla, karşıtlıklarıyla iç içe yaşamayı sever İzmir. Hem öyle
ufak tefek, az buz değil; en uzlaşmaz, en keskin karşıtlıklarıyla
birlikte yaşar. Tümünü barındırır içinde. Ölümü de yaşamı da…
Ankara, İstanbul ve diğer birçok büyük kentimiz gibi İzmir de yoğun
biçimde dış göç alır. Buraya da farklı kentlerden, farklı kültürlerden
(hatta ‘dış kültür’lerden..‘ -Gavur İzmirliliğin nedeni de budur- )
insanlar gelir. Ve yine diğer büyük kentlerimizde olduğu gibi buraya da
kendi kültürlerini, kendi alışkanlıklarını getirirler. Ancak, nedense
birçok kentimiz bundan hoşnut olamayan bir nostaljiyi sürekli yaşar hale
dönüşürken İzmir’de bu görülmez. Çünkü İzmir gelenleri de kendi kültürüne
katmayı, İzmirlileştirmeyi iyi becerir. Lahmacunu, çiğ köfteyi kabul .eder
ama karşılığında da boyozu, kumruyu, gevreği kesin verir. Böyle hoş
‘demokratik asimile etme ‘ tarafı vardır İzmir’in. Her geleni kendine
benzetir.
Bu, karşıtlarıyla iç içe yaşama kültürü, az önce de söylediğim gibi yeri
gelir, ölümü de kapsar.
Buna hoş bir örnek vereyim:
Biliyorsunuz, Bornova, İzmir’in, Türkiye’nin en önemli ve büyük
üniversitelerimizden Ege Üniversite’nin bulunduğu bir ilçesi.
Üniversiteye bağlı Tıp Fakültesi hastanesi de yine yurdumuzun en büyük
hastanelerinden biri. Üniversite ve hastane yan yana geniş bir yerleşke
içinde yer alır.
Ben bir dönem, özellikle de 83-86 yılları arasında çok gittim oralara.
Hem üniversitede hem de hastanede yakın arkadaşlarım vardı. Tüm
arkadaşlar bir araya geleceğimiz zaman; kimilerinin dersi oluyor
kimilerinin işi, oturur bir yerde birbirimizi beklerdik buluşmak için.
İlginç olan bu gibi durumlarda bir araya gelebilmek için buluştuğumuz
yerin adı, ‘Tabutluk’.
Küçücük, daracık bir yer. Minicik masalar, ufacık hasır tabureler.
Duvarlar yan yana, boylamasına uzatılmış tabutlarla kaplı. Dayıyorsunuz
sırtınızı bir tabuta, çayınızı zevkle yudumluyorsunuz. İşte ben ‘Gezi’den
de önce ilk ‘orantısız zeka’ örneğini burada gördüm.
Böyledir İzmir, ölümle yaşamın kesiştiği noktada varlığını sürdürür. O
küçük işletmenin sahibi de işi iyi biliyor. Türkiye’nin en büyük
hastanelerinden birinin yakınlarında ticari olarak en çok ne gider? Doğal
olarak tabut. Her gün onlarca ölüm olayı oluyor çünkü. Ve yine
Türkiye’nin en büyük üniversitelerinden birinin olduğu bölgede en çok ne
iş yapar? Kuşkusuz çay ocakları, öğrencilerin en çok içtiği,
aksatmaksızın günlerini geçirdikleri yerler. İşte ben ticari deha diye
buna derim. Adam işi biliyor. Küçücük bir mekanda hem tabut yapıyor hem
de çay.
Kendisi bir tiyatro sanatçısı olan Yaşar Ürük’ün kitabına bakarsanız
İzmir’in ilkleri ve çelişkileri saymakla bitmez. Örneğin; Türkiye’de
kadınların sinema oyuncusu olma kararı ilk kez burada açıklandı ve yaşama
geçti. Tarihin ilk sineması da ‘gavur icadı’ olduğu için yine burada
yakıldı. İlk çöpçatanlık bürosu da yıllar önce yine ilk burada kuruldu.
Bitmedi..birçok kişi İzmir’in en merkezi alanı olan Konak Meydanı’nın
valilik konağının orada olması nedeniyle verildiğini sanır. Değil. Yine
yıllar önce bölgede despot bir bey yaşar..Katipoğulları Mehmet bey. İşte
o meydanda bu beyin dev bir konağı bulunurmuş. Alanın adı buradan
geliyor. Çevresine büyük bir zulüm yapan, astığı astık, kestiği kestik bu
bey bir zaman sonra merkezi Osmanlı yönetimini de takmaz olmuş. Ve
Osmanlı üstüne büyük bir ordu birliği salmış ortadan kaldırmak için. İşin
ilginci şu, böyle bir durumda ona sahip çıkan, Osmanlıya karşı direnen de
işte o inim inim inlettiği insanlar olmuş. Anlayacağınız tarihteki ilk
‘Stockholm Sendromu’ vakası da İzmir’de yaşanıyor.
Ama bana sorarsanız İzmir’in iki ilki önemli. Birincisi bildiğiniz gibi
bölge antik dönemlerde Amazonların güçlü olduğu bir yer. Hatta İzmir’i, o
dönemlerin Amazon kraliçesi Smyrna’nın kurduğu da rivayet edilir. Ben
Amazonları, tarihin ilk feministleri olarak görüyorum. Ütopik feminizm
diye adlandırıyorum o dönemleri. Anlayacağınız feminizmin ilk ortaya
çıktığı yer de İzmir.
Bir de, Kurtuluş Savaşı yıllarında, Büyük Taaruz’un İzmir’de
noktalanması, Kuvay-i Milliye’nin ilk kez bu bölgede gizli toplantılarla
örgütlenmeye çalışması, Atatürk’ün İzmirli bir kadınla, Latife Hanım’la
evlenmesi, annesini buraya yerleştirmesi, tüm bunlar birer rastlantı
değil diyorum. Ve özellikle deniz ticareti nedeniyle, ki o dönemler en
temel ticari dayanak noktası buydu, İstanbul’un devre dışı kalmasıyla
Ankara sadece siyasi başkent olmuş, İzmir Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulma
ve kendini toparlama sürecinde reel başkenti olmuştur diyorum. Çünkü,
yeni kurulan bir devlet için en temel gereksinim ekonomik bağlantılardır.
Ve o dönem bunu İzmir’den başka sağlayabilecek başka bir kent yoktur.
Geçen bölümde de değindiğim gibi, İzmir’de özellikle başlarda sık sık
yaşadığım olayların travmasını yaşadım. Sonraları gitgide azalsa da
çoğunlukla geceleri araba seslerinden ürkek hale gelmiştim. Gece
yatağımdayım, gecenin ileri bir saatti..evimin önünden bir araba geçse ki
gecenin loşluğunda daha da net ve sinir bozucudur sesi, başlardı yüreğim
atmaya. Hele o araba, evin önünde durursa, ne yapacağımı bilemez hale
gelirdim. ‘Yine beni almaya geldiler’ duygusunu uzun süre üzerimden
atamadım.
Ancak, rahatın batması gibi de bir özelliğim var. Hiçbir iş yapmadan,
hiçbir işe burnumu sokmadan da duramam. Yine öyle oldu. Uzun süredir
kafamda bir dergi çıkarma taslağı vardı. Öyle cep harçlıklarıyla çıkan,
şimdiye dek sürekli çıkardığımız türden bir dergi değil, tüm sanat ve
kültür alanlarını kapsayan dev bir dergi. Bunun kafamda bir takınağa
dönüşmesinin de sanırım iki nedeni vardı. İlki o dönemlerde, böyle geniş
kapsamlı bir dergi olarak sadece Hürriyet Gösteri vardı. Nedense,
çoğumuzca hatta orada şiir ve yazısı çıkan arkadaşlarca da itici
bulunurdu bu dergi. Nedeni de içeriği değil. Aksine, şimdi düşünüyorum da
zaman zaman çok güzel ürünler de yer aldı bu dergide. Ama, bir ‘holding’
dergisi olması batıyordu işte. ‘Burjuva dergisi’ diye tavır alma gereğini
duyuyorduk. Amacım bu dergiye alternatif bir dergi çıkarmaktı. Sanırım
böyle düşünmeme neden olan bir başka neden de bir ara Hasan Hüseyin’le
olan konuşmamız ve onun bize söyledikleriydi.
Şu an okuduğunuz Süje’yi büyük bir özveriyle yayına hazırlayan Kıvılcım,
Kıvılcım Vafi 12 Eylül’ün hemen başlarında da yine böyle bir dergi için
bir araya geldiğimiz eski bir dostum, dostumuzdur. O zamanlar rahat ona
da battı ve bir dergi çıkarmak için bir araya geldik. Ve bu işlerle
uğraşmak, organize etmek kolay olmadığı için de hepimiz elbirliğiyle
ihaleyi ona yüklemiştik. O dönemki dergi serüvenimizin yayın
hazırlıklarında Mustafa
Yavaş ve Murat Koçak da vardı. Dergi çıkacak da izin veren kim? Doğrudan yasak
demiyorlar ancak Emniyet başvurusu ve iznine bağlıyorlar. Siz başvurunuzu
yapıyorsunuz ve yanıt asla gelmiyor. Bizde de öyle oldu. Demokrasilerde
çare tükenmez deyip ilk parlak fikir yine Kıvılcım’dan geldi. Ve sanırım
böylelikle bir ilk de biz başlattık, birçok kişi ve grup ardımızdan bu
yöntemi kullandı. O da şu; dergi için izin gerekliydi ama 12 Eylül kitap
yayınlamak için bu izni şart koşmayı akıl edememişti. Ve Nitelik
(Derleme), böyle doğdu. Görüntü, içerik ve periyodik olarak dergiydik ama
yasal olarak ‘ortak kitap’ tık.
O günlerde Nitelik’i yayına hazırlarken bir ara Sakarya’da, Hasan Hüseyin
abiye denk geldik. Ona da bu çalışmaları açtık. İşte o zaman bize
özellikle, çok güçlü çıkmamızı, sanatın düzen tarafından
endüstrileştirildiğini ve onlara alternatif bir seçenek olarak ortaya
çıkmamızı öğütlemişti. Bu sözü uzun yıllar unutmadım. Ve hep böyle bir
dergi çıkarmanın düşüyle yaşadım.
İzmir’e gelir gelmez bu düşü yaşama geçirmenin yollarını aramaya
başladım. Kafamdaki, büyük, iddialı bir dergiydi. sadece şiir, hatta
edebiyatla yetinmeyecek, içeriğinde bol bol tiyatro, sinema, bale, opera,
resim, fotoğraf hatta seramik sanatına dek her şey olacaktı. Ayrıca
kuramsal sanat sayfaları da olacaktı. Bu nedenle hemen zaten Ankara’da
var olan çevreme ek olarak burada da bir çevre edinmeye, farklı sanat
kollarından değişik uğraşları olan arkadaşlar, dostlar edinmeye başladım.
İlk tanıştığım çevre zorunlu olarak yine edebiyat, özellikle de şiir
alanında oldu. Bir grup arkadaş İzmir’de ‘Körfez’ adıyla minik bir şiir
dergisi çıkarıyordu. Minikti, iç içe katlanmış 7-8 yapraktan oluşuyordu.
Arkadaşlar ‘Yusufçuk’ biçeminde ve tadında bir dergi yaratma
çabasındaydık. Hemen bu ortama giriverdim. Ve çok da iyi oldu. İlk önce
derginin sahibi olarak gözüken avukat, şair ve aynı zamanda müzisyen olan
Aral Öztaşkent’le tanıştım. Aral’la kısa sürede çok iyi dost olduk. Dört
yıl önce aramızdan ayrıldı. Ölümüne dek benim en çok sevdiğim ve en iyi
anlaştığım dostlar arasında yerini her zaman korudu. Ve Körfez’in diğer
ekibiyle de kısa sürede kaynaştım. Burada da çok değerli arkadaşları
tanıma, onlarla dost olma olanağı buldum. Fergun Özelli, Halim Yazıcı,
Mehmet Mümtaz Tuzcu, Aytuğ Uslutekin o dönemlerde tanıdığım dostlar
arasında yerlerini aldılar.
Bu arada sadece edebiyat çevresiyle kafamdakileri gerçekleştiremeyeceğimi
bildiğim için harıl harıl diğer alanlarda da arayışım sürüyor. Örneğin
yine o dönem tiyatroyla ve müzikle ilgilenen tüm arkadaşlarla da kontak
kurmaya çalışıyorum. Sürekli olarak İzmir Devlet Tiyatrosu’nu yakından
izliyorum v.b. Bir ara bürosunda Aral’la konuşurken ‘istersen bir de
Taner Ünlü’yle konuş’ dedi. Taner Ünlü de kendi gibi bir avukat ve
sanatla yakından ilgiliydi. İzmir’deki Sanat- Koop’un kuruluş
çalışmalarında yer almış bir kişiydi. Gerçi sonradan anlaşamayıp ayrılmış
ama sanat çevresi güçlü bir insandı. Özellikle farklı sanat alanları için
yardımı dokunabilirdi. Hemen soluğu onun yanında aldım. Kapıyı tıklattım,
zaten açıktı. ‘Afedersiniz, bir dergi çıkarmayı düşünüyoruz da..’ diye
söze başlar başlamaz anında gürledi: ‘Şairsen sakın içeri adımını atma!’
Ne diyeyim ben şimdi? Yaşadığım şoku anında atlatıp, gerçek durumumu
saklayıp açıkçası masum bir yalan söyleyerek ‘Yok valla, hiç ilgim yok.
Zaten ben şiir dışı bir dergi düşünüyorum ‘ deyiverdim. Doğru değil
tabii, aksine o zamana dek gazetecilik işimi saymazsak edebiyat
dergilerinde sadece şiirlerimle görünen, şiir yazan bir insanım. O an
doğruyu saklamak zorunda kaldım. Nasıl saklamam? Adam selam vermeden işe
kovmakla başlıyor. Aramıza şiir sokmadığımız sürece Taner Ünlü’yle de
güzel bir diyalog yakalamıştım. O da kısa sayılabilecek bir süre sonra
kötü bir trafik kazasında yaşamını yitirdi. Ölümüne çok üzülmüştüm.
Ünlü’yle samimiyet ilerledikçe, yavaş yavaş, alıştıra alıştıra şiir
konularına da dokundurmaya başlamıştım.. Hatta bir ara onlara niye bu
kadar kızdığını sordum. Sanat-Koop deneyini açtı. ‘’Nasıl kızmam?
Birbiriyle anlaşan ikisini bir arada görmedim ki. Ne zaman toplantı
yapsak her biri dergiyi bir yöne çekiyor. Aralarında anlaşamıyorlar.
Tartışmadan başka bir şey bildikleri yok.!’
Aslında Taner Ünlü’nün de farkına varamadığı sanırım şuydu. Anımsarsanız
geçen bölümde benzer bir konuyu açmış ve Memed Kemal’in kitabının adını
vermiştim ‘Şairler dövüşür’ diye. O hesap.. aslında şairler de aralarında
çok iyi anlaşır da, onların anlaşma yolu bu. Sanırım Ünlü bunun farkına
varamadı. Hani, Virginia Woolf’un ‘’Jakob’un Odası’’ romanında kullandığı
deyimdeki gibi, ‘onlar Ringa balığı gibidir’ yani ne bir arada
yapabilirler ne de ayrı…
O dönemler İzmir’de Ege Üniversite’sinin yanı sıra ikinci bir üniversite
de kurulmuş ve hızla yaygınlaşmaya başlamıştı; Dokuz Eylül Üniversitesi.
Dokuz Eylül’e bağlı okullar ağırlıklı olarak Buca tarafında öbeklenmişti.
Özellikle hukuk ve eğitim fakülteleri oralardaydı. Oralardan da arkadaş
edinmiştim ve sık sık o taraflara da gidiyor, ya çevredeki öğrenci
kahvelerinde ya da kantinlerde oturuyordum. O dönem hukuk fakültesinden
üç kişiyle tanıştım. Üçü de tam benim kafamdaki şablona uyan kişilerdi.
Hukukta okuyorlardı ama ikisi karikatür biri de yoğun olarak tiyatroyla
ilgiliydiler. Hakan Bintepe, Cem Koç ve İbrahim Uslu. Şu an sadece
Hakan’la arkadaşlığım sürüyor. Diğerleriyle ilişkimiz koptu. Ancak Cem
karikatür alanında oldukça ilerledi ve şu an Karikatürcüler Derneği’nin
İzmir il başkanı. İbrahim Uslu da duyduğuma göre Marmaris’te hem
avukatlık yapıyor hem de karikatürist. Hakan, delilik derecesinde tiyatro
tutkunu ve bu işi de iyi yapıyor. Adam avukat oldu, yıllarca avukatlık
yaptı. Yine de işini terk edip tiyatroya döndü.Bir dönem İstanbul’da dizi
film sektöründe çalıştı.Şimdi İzmir’de bir topluluğu var.
Onlara kafamdaki düşünceyi açtım. Akıllarına yattı. Ve biz dört kişi bu
projeyi yaşama geçirmek için yola koyulduk.
Önce kendimize ve dergimize bir ad koymamız gerekiyordu. Bunu düşündük.
Bu konuda da bir öneri getirdim. Oldum olası, biraz da tarihe ve
arkeolojiye meraklı olduğum için, özellikle de uygarlık ve Anadolu
tarihine, Halikarnas Balıkçısı’na hep sevgi ve saygı duymuşumdur. Ve onun
‘Mavi Yolculuk’ serüvenine de hayran oldum yıllarca. Üstelik o dönem bir
de önemli sorun vardı. O da kapitalist ekonomi sayesinde ‘Mavi Yolculuk’
amacından saptırılmış, itiş kakış bir alay insanın balık istifi gibi
teknelere tıkılarak işin özüyle hiç mi hiç bağdaşmayan ticari deniz
turlarına dönüşmüştü. Yani artık ‘Mavi Yolculuk’ son derece dejenere
olmuş, bozulmuş bir addı. ‘Mavi Yolculuk’ adını alalım, dedim, ve
amacımız da bozulan, yozlaşan bu adı gerçek kimliğine kavuşturmak olsun.
Soranlara da, yıpranan bu adı özellikle aldığımızı söyleriz. Bu da kabul
gördü. Ve biz ciddi ciddi, ilk iş olarak gerek ticaret odasına gerek
notere kurduğumuz şirketi tescil ettirerek isim hakkını sağlama aldık.
Düşündüğümüz gibi ilk anda koyduğumuz ada büyük tepkiler geldi. Hemen
herkes yapmak istediklerimizi beğeniyor, destekliyor ama adını
duyduklarında burun kıvırıyorlardı. ‘Başka ad bulamadınız mı?’ diye
çıkışıyorlardı. Ama biz de inadımızdan vazgeçmiyorduk. Hatta,adını
vermeyeceğim, bir arkadaş ‘Ya bu Mavi Yolculuk o kadar iğrenç ki..ben üç
defa gittim. Resmen iğrenç soğan ve ter kokularından geçilmiyor’ demişti.
İyi de kardeşim, madem bu kadar iğrenç, hadi ilkinde meraktan, ya
diğerlerinde niye gittin? Anlayacağınız o dönem ‘Mavi Yolculuk’ bu
toplumun ‘kitsh’iydi, tıpkı arabesk gibi.
Biz şirketi kurmuştuk ya, iş dergiyi kotarmaya gelmişti. Yani hemen
kadroyu ve mali kaynağı yaratmak zorundaydık. Bu nedenle ilk iş olarak
‘Mavi Yolculuk’un düşünsel kaynağına, Bodrum’a doğru yola çıktık o yaz..
(Bu arada unutmadan ekleyeyim, Bodrum öncesi benim bir tatilim de Foça’ya
olmuştu. Orada bulunduğum süre içinde size daha önce söylediğim ‘yakın
koruma’larım da beni bir an olsun yalnız bırakmadılar. Birlikte tatil
yaptık.Ancak, Bodrum’a giderken onları göremedim, orada rahattım. Onları
atlatmıştım. Daha doğrusu, bana öyle geliyordu. Yanılmışım.)
Bodrum’a vardığımızda aramızda gülüşmelere yol açan bir durum da yaşandı.
Gittiğimizde benim bütün tanıdık çevrem de oradaydı. Yolda giderken
neredeyse her gördüğümüz grupta bir tanıdığa rastlıyordum. Bir ara Hakan
dayanamayıp takıldı ‘adam sanki Bodrum’un muhtarı. Nasıl bir çevre varsa.
Tanımadığı yok’ diye takıldı bana. Aslında her şey gerçekten de bir
rastlantıydı. Ankara’da bulunan tüm çevrem ya içerden yeni çıkmış ya da
1402’lik olmuştu ve hepimiz de önceden sözleşmiş gibi biraz olsun
kendimize gelebilmek için kapağı Bodrum’a atmıştık. Olan biten
buydu.Gerçekten de , 12 Eylül sayesinde Balıkçı’dan bu yana belki de
tarihinde ikinci kez Bodrum ‘Mavi Sürgün’ü yaşıyordu o yaz. Özellikle de
1402’liklerin sayısı her gün artıyor, neredeyse, devlete bağlı tüm
birimlerden; hoca, aydın ve sanatçı kesimden şutlananlar büyük bir
kitleye dönüşüyordu. Hani bizim dergiyi 1402’lilerdtn kursak daha iyi
olacak gibi…
Örneğin, İzmir’e geldiğim ilk günlerde bizim 1402’likler kervanına Emre
hocanın da katıldığını okudum gazetelerden. Emre Kongar, Ankara’da
bulunduğum süre içinde, kokteyllerde, toplantılarda sık sık bir araya
gelip, günün perde arkasını konuştuğumuz, sansürlenen haberleri fiskos
yoluyla aramızda uçurduğumuz çok sevdiğim bir kişiydi kendisi. Bir ara
İzmir’e, Aydın Kitabevi’ne imza gününe geldi. Hemen yayına koştum, ‘hocam
hayrola, geçmiş olsun’ demek için.. Benim olayı da duymuş, ‘Nolacak, sana
destek olmaya geldim. Daha ne istiyorsun?’ dedi, gülüştük.
Onca tanıdık çevreyi görünce, Bodrum’a vardığımızın ilk günü,
arkadaşlardan ayrılarak Barlar Sokağı’ndan Halikarnas yönüne doğru
gezintiye çıktım bir başıma, kimler var kimler yok tanıdıklardan,
bakınayım diye. Halikarnas taraflarında ilk tanıdığı gördüm; Mahmut Tali
Öngören. O da 1402’lik olup soluğu Bodrum’da almış ve o da yeni gelmiş.
Kıyıya kadar sohbet ederek birlikte geldik, yol boyunca çok sayıda
tanıdığa rastlayarak. Herkes bizim durumdaydı ve şaka yollu takılıp laf
atıyorlardı, ‘sizde mi Bodrum sürgünü oldunuz’ diye..
Bodrum’a gelirken yapacağımız işler kafamızda az buçuk netleşmişti. İlk
olarak konuşacağımız, röportaj yapacağımız kişi Mustafa Yeşilova
olacaktı. Mustafa Yeşilova aslen yıllar önce polislik yapmış bir kişi. Komserlikten
emekli olduktan sonra, Bodrum’a yerleşmiş. Yazarlık yapıyor. Ve
Balıkçı’yı çok yakından tanıyor. Bir de Cumhuriyet gazetesinde bir köşesi
vardı o zamanlar. Haftada bir iki gün de burada yazıyor. Kendisi aynı
zamanda o dönem Bodrum’un en iyi mekanlarından olan Han Restaurant’ın da
sahibiydi. Akşamüstü yanına gittik. Büyükçe bir mekan. Hani bir zamanlar
televizyonda ilgiyle izlenen Asmalı Konak dizisinin çekildiği konak gibi
görkemli bir yer. Geniş bir avlusu ve teras katları var. Tam da işin en
sıkışık olduğu saatte gittiğimiz için, ertesi sabah Marina’daki kahvede
buluşmak üzere sözleştik.
Sabahki konuşmamızda saatlerce Balıkçı’yı, bölgeyi, Mavi Yolculuk’un
düşünsel anlamını ve yörenin güzelliğini anlattı Yeşilova. Ama bizim
aklımızda tek bir soru vardı, o da bunun farkına vardı ama nedense o
konulara pek girmek istemiyor, ustalıkla başka konulara atlıyor, biz de
aynı ustalıkla konuyu o can alıcı noktaya getiriyorduk. Sonunda
dayanamayıp doğrudan sordum: ‘’ Polislikten emekli oldunuz. Diyelim ki
Balıkçı’yla yollarınız siz emekli olmadan kesişseydi ve size görev
verilseydi onu tutuklar mıydınız ya da gözetim altında tutar mıydınız? ‘’
Bir an duraladı, sonra ‘ olur mu canım öyle şey. Tüm halkın sevdiği bir
insan. Tabi ki öyle bir şey yapmaz, onun yerinde yer alırdım’. Sonunda
almak istediğimiz yanıtı almıştık. Balıkçı biliyorsunuz, askerliği
eleştiren bir yazı yazmış ( askerin Yemen’de ne işi var?, diye sorarak
orada ölümleri cinayet olarak nitelemiştir), bu yazı nedeniyle halkı
askerlikten soğutmak hatta halkı isyana teşvikten hakkında önce ölüm
cezası verilmiş sonra bu ceza yaşam boyu Bodrum Kalesi’nde kalebentliğe
çevrilmiştir. Yıllar sonra cezası ortadan kaldırılınca bu kez kendisi çok
sevdiği Bodrum’dan ayrılmamış, orada kalmıştır.
Yeşilova’nın ardından adı yine Bodrum’la özdeşleşmiş bir kişiyle, İlhan
Berk’le konuşmaya kara verdik.
Önce İlhan Berk’in Bodrum’un yamacında, yüksekçe bir tepe üzerinde
bulunan evine gittik. Kapıyı gençten bir çocuk açtı, konuyu anlattık.
Ertesi gün öğleye, merkezdeki büyük çam ağacının olduğu merkez kahvesinde
buluşma sözü verdi..
Ve buluştuk. İlhan Berk önce, bunca dergi varken niye ayrı bir dergi
çıkarma kararı verdiğimizi sordu. Anlattık. Olumlu baktı.Sonra sohbet
şiirin genel sorunlarına dönüştü. Söz sözü açtı, keyifli bir konuşma oldu
aramızda. Oldukça da uzun sürdü. O konuşmadan aklımda en çok yer eden şu
oldu. Bir ara sıcaktan bunalmış bir kadın yanındaki küçük çocuğuyla can
havliyle kahveye geldi. Çünkü gerçi biz o dev ağacın gölgesinde rahattık
ama dışarıda yine kavurucu bir Bodrum sıcağı vardı. Saat de öğle civarı
sayılır..2-3 gibi.. Ve kadın, sıcaktan kendisinin ve çocuğunun yüzü
bunalmış bir biçimde adeta haykırarak ve yalvararak garsona, ‘soğuk bir
gazozunuz var mı?’ diye sordu. Burada önemli olan kadının sesindeki ton
ve yüzündeki mimiklerdi. O noktada konuşmayı kesti İlhan Berk. ‘Gördünüz
mü?’ Hepimiz yüzümüzü kadına çevirdik. ‘Az önce burada bir şiir yaşandı.’
Ne diyeyim, bu adam şiir yazmıyor..şiiri yaşıyor.
Bir süre sonra aramıza Ece Ayhan’da katıldı. O da ilgiyle izledi
konuşmayı. O zamanlar da şimdiki gibi, herkes şiirle ilgili gözükür ama
şiir kitapları pek satmazdı. O zamanlar ‘pek satmazdı’, şimdi ‘hiç
satmıyor’ ya neyse.. bu nedenle bir ara Hakan, ‘hem şiir geleneğine sahip
bir ülkeyiz, hem de şiir kitabı satmıyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?’ türü
bir soru sordu. Biraz alay, biraz da kızgınlıkla gülümseyerek Ece
Ayhan’dan geldi yanıt: ‘Bu ülkede mi şiir geleneği var?’
Ece Ayhan’ın ardından da yanımıza Sina Akşin geldi. Biliyorsunuz, Ece
Ayhan bizim okuldan yani Mülkiyelidir, Sina Akşin de bizim okulun
hocalarından…benim de hocam. O zamanlar Türkbükü’ndeydi yazlığı, Ece
Ayhan’ı almaya gelmiş. Hadi gel bize gidelim, diye. O kalkınca, biz de
kalktık ve bu doyumsuz sohbeti noktaladık.
En son 2010 Ağustos’unda gittin Bodrum’a. Gördüğüm an ağlayacağım geldi.
Bir yer böyle mi bozulur? O dönemlerin Bodrum’undan en küçük bir iz bile
kalmamış. Nasılsa bir tek o çam ağacı yerinde duruyor. Ama ne o kahve ne
o güzelim Barlar Sokağı ne de kıyı bandı, hiçbir şey yerli yerinde değil.
Beton dökülmedik yer bırakmamışlar. Güzelim Bodrum koskoca bir mega
alışveriş merkezine döndürülmüş. Eskiden belediyeye ait bir iki taşıtın
dışında içerde araba gezinmezdi. Kıyı boyunca gezinmek isteyen ya da
Balıkçı’nın mezarına gitmek isteyenler için bir traktörün çektiği,
küçücük, oturma yerleri olan, gezinti araçları vardı. Şimdi adım başı
araba. Balıkçı’nın mezarına da yürüyerek giderdik. Şimdi gitsem bulmamın
olanağı yok. Gitmedim de zaten. Resmen oraya bile, yol üzerine arabalar
için üst geçitleri oturtmuşlar. Güzelim Bodrum, işte şimdi gerçek bir
sürgün yeri olmuş.
Yine en son gittiğimde orada girdiğim bir kitabevinde gördüğüm düş
kırıklığını söyledim. Hak vermekle birlikte, kitabevinin sahibi olan
kadın bizi suçladı. ‘Bodrum’a yeterince sahip çıksaydınız bu durumda
olmazdı’ diye. Bir yere kadar belki..iyi de kardeşim. Ya siz, üç kuruş
fazla kazanmak için tarlanızı, toprağınızı bu kent eşkıyalarına satmak
zorunda mıydınız?
Ben, yıllar önceki, nükleer santrale karşı direnen Foça halkının da,
İztuzu’nda yapılaşmaya karşı duran Dalyan halkının da yanındaydım. Ve o
insanların direnişini hala unutamam. Her açıdan direndi o insanlar. Son
yıllarda benzeri bir direniş örneğini İzmir’in Selçuk ilçesindeki
Şirince’de gördük. Bu insanlar direnmekle kalmadılar, örneğin Şirince’de
normalinde elli bin lira etmeyen tarlalara, üç yüz elli bin lira gibi
paralar önerdiler, o dokuyu bozmak için. Ve, üstelik paraya acilen
ihtiyacı olan yöre halkı, bu önerilerin hepsini geri çevirdi, sırf oralar
bozulmasın diye.
Nükleer santrale karşı halkın direniş gösterilen yıllarda, Foça
Gençelli’de yapılan bir eylemden dönerken, yol üzerindeki bir
istasyondaki dev pankartlar ilgimi çekti. Arabadan inip gidip sordum
‘Bunları Yeşiller mi astı buraya? ‘ diye. O zamanlar da Yeşiller Partisi
üyesiyim. Bizimkilerin uğrayıp uğramadığını öğreneceğim. Adam küfreder
gibi baktı yüzüme: ‘Biz salak mıyız? Onu asacak, bu santrale karşı
çıkacak kafa yok mu bizde? Niye Yeşiller aklına geliyor da biz
gelmiyoruz?’’ Utandım, özür diledim. İşte, Foça o yıllarda santralden
kurtulduysa bu tür insanlar sayesinde kurtuldu. Ve yine o insanlar,
hiçbir parti ya da dernek öncülüğü olmaksızın tüm Foça’ya sandıklar
kurarak yöre halkını bilinçlendirerek karar alması için referanduma
gitti.
Şirince’de ilginç bir durum yaşanıyor, her zaman kapitalizmin dini
ustalıkla kullanmasını burada da görüyoruz. Ama biraz farklı. Belki
biliyorsunuz, son yıllarda kozmik dinler türedi Amerika’da. Kapitalizmin
yeni örümcek ağı bunlar. Hani, üçgen içinde göz olan desenler çıkar ara
sıra, görmüşsünüzdür, işte onlar. Kozmik dinler.. dinler kültürünün yeni
trendi. Şirince’de iki yıl önce yaşadığımız ‘Kıyamet’ senaryosu da
bunlara ait. Bildiğimiz, klasik Ortodoks Hristiyanlara değil. Çeşitli
misyonerlik faaliyetleriyle son yıllarda bölgeye asılan bu yeni dine
göre, yeni peygamberin adı ‘mavi adam’.. çok yakında kıyamet kopacak ve
kıyamet günü bu mavi adam Şirince ile Meryem Ana arasındaki tepeye
uzaydan inecek ve buradan müritlerini yanına alarak kurtaracak. İşte bu
yeni din aracılığıyla şimdi Şirince’yi imara açmanın ve oradan bol bol
‘müritlere’ ev satarak köşe dönmenin hesapları yapılıyor. Olan biten bu.
İşin güzel tarafı, bunu gerçekleştirmek için yöre insanının tarlalarına
normalin 5-6 katı fiyatlar veriliyor. Çünkü tarla olarak değeri zaten
düşük ama üzerinde çok katlı yapılar yapılınca değer iyice yükseliyor.
Onlara yine de ucuza geliyor. Fakat bölge halkı bunun farkında ve borç
harç içinde geçinen, paraya çok ihtiyacı olan insanlar bile bu tuzağa
düşmüyor. Dört yıl kadar önce konuyu araştırmak ve bir dizi röportaj
yapmak için bölgeye gittim. Geniş bir kesimle konuştum. Ve tüm insanlar
ağız birliği etmişçesine, kendi insanıma 30 bine veririm ama onlara 350
bine asla, diyor kararlılıkla.
Burada özellikle ilginç bulduğum, altı çizilmesi gereken bir konu da şu:
Dışarıdan gazel okuyanlar hiçbir olayın farkında değil. Bölge insanının
Sevan Nişanyan’a büyük bir sevgisi var. Ve neredeyse tümü onun çevresinde
kenetlenmiş, onu savunur durumda. Üstelik bunu hiç ummadığınız, radikal
diyebileceğim, sevmediğim bir söz ama hadi burada kullanayım ‘aşırı
milliyetçi’ dediğimiz kesimin üstelik, çok büyük bir sevgisi var
Nişanyan’a. Çünkü, imara açmak için denenmedik yol bırakmamışlar. Bir ara
köylülerin suyunu kesmişler. Hiçbir şey yetiştiremeyip, satmak zorunda
kalsınlar diye. İşte o durumlarda Sevan Nişanyan destek olmuş, yanlarında
yer almış yöre halkının. Elektrikli, güçlü su motorları alıp, topraktan
kendi başına su çıkararak bunu ücretsiz olarak halka vermiş. Bir başka
deyişle, toplumca ötekileştirilen, Ermeni olduğu için önyargıyla
yaklaşılan Nişanyan bölgenin yabancıların eline geçmesini önlemek için
elinden geleni yapıyor. Şirince’nin ‘aşırı milliyetçileri’ de Nişanyan’ı
destekliyor çünkü bölge ‘Türk’ kalmasını ona borçlu.. Bu nedenle
Nişanyan’a açılan davarlı değerlendirirken, bir an için içimizdeki nefret
suçunu dizginleyip, işin içindeki yapılaşma mafyasının parmağını düşünsek
sanırım olayları daha sağlıklı düşüneceğiz…
Dalyan direnişi biraz farklı ve azcık da riskliydi. Neden derseniz,
Dalyan halkı İztuzu direnişini destekliyor, yapılaşmaya karşı, sadece
Dalyan değil, Bodrum ve Marmaris halkından da destek geliyordu, bu da
doğru. Ancak orada sorun, belediye başkanıydı. Belediye başkanı
ANAP’lıydı o dönemler ve ANAP’ın o malum ‘dört eğilim’inden MHP
kanadından geleniydi. Ve sonuna dek yapı mafyasının yanında, direniş
eylemlerinin de karşısındaydı.
Oradaki eylem gündüz çok iyi başlamıştı. Gece boyunca da bu güzellik
sürmüş, kıyı boyunca yerlere oturmuş, gitar çalarak birbirinden güzel
parçalar söylüyor, güçlü bir dostluk yeşertiyorduk. Öyle ki aramızda
yurtdışından gelen ses sanatçıları da vardı. Onlar da geceye ayrı bir
renk katıyordu. Sonra yanımızda bir grup türedi. Sürekli müdahale ediyor,
laf atıyor, geceyi baltalamak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bir
oldu, iki oldu.. derken bu tacizler dayanılmaz boyutlara vardı. Bir ara
içlerinden biri olanca küstahlığıyla avaz avaz bağırarak ‘arım balım
çiçeğim’i çalmamı istedi. İşte o noktada bende ip koptum.. ‘ulan senin
ananı..’ diye dikildim ayağa. İşte ondan sonra film koptu kopacak. Bir
anda çevremizi bellerinde silahlı adamlar sardı. Bir bölüm bizi savunmak
üzere yanımıza geldi. Biz tam iki gruba bölündük. Zar zor geceyi
tamamlamaya çalıştık. Sonra bizi, oradaki dostların gönüllü korumasıyla,
tanıdık arkadaşlardan birinin pansiyonuna götürdüler.. yine gönüllü
koruma gücümüz var. Dört tane de irikıyım polis köpeği türünden köpek.
Adamlardan daha güçlü.. Bu arada, arada bir de karşı tarafın silahlı
adamları çevremizde dolanıp duruyor ve ikide bir gruptan beni teslim
etmelerini istiyorlar. Ben, ‘bırakın, gideyim. Siz kurtulun’ dedikçe de
‘otur yerine de sus.Daha fazla başımıza bela açma’ diyerek beni teslim
etmiyorlar. O gece yoğun güvenlik önlemleriyle tümümüz nöbet tutarak
geçti. Sabah Marmaris’e ilk kalkan arabadan telefonla yer ayırttırdık. Ve
kimsenin bizi görmediği bir an yakalayarak, gecenin bir yarısı taksiyle
Dalyan’dan kaçtık. Epey gittikten sonra yolda bir yerde bekleyerek
otobüse binebildik.
Aslında Dalyan olayında belki benim de yanlışım vardı ama, gerçekten de
tacizleri, sabote etmeleri dayanılmaz boyutlara varmıştı. Hem ben nereden
bileyim küfrettiğim adamın, Dalyan’ın MHP eğilimli belediye başkanı
olduğunu….
İlhan Berk’in ardından Bodrum’da konuşmayı düşündüğümüz yeni isim Erol
Kavşit. Kavşit, Karaada tesislerini işletiyordu. Onunla da Ankara’dan
tanışıyordum. Kendisi hem şiirle, hem müzikle ilgileniyordu. Yıllar önce Mediha Eldem sokağındaki İngiliz Kültür Derneği’nde
Yaşar Çallı'ıyla bir sergi açmışlardı.
Daha doğrusu, Yaşar Çallı’nın bir resim sergisiydi. Kavşit de resimlere
şiirler yazmıştı. O serginin yazısını yazmıştım. Farklı bir sergi
olmuştu. İlki, bir sergi açılışında bir ilk yaşanmış ve açılışa saz ekibi
gelmişti. Müzikli bir açılış olmuştu. Hatta ilerleyen saatlerde
yanılmıyorsam davul zurna ekibi de geldi. Bir de o zamana dek hemen her
açılış kokteylinde cin, votka, şarap ve hafif karışımlar sunulurdu. O
gece ise şişerce rakı tüketilmişti. Sergi süresince bikaç kez gidip
geldim sergi salonuna. Kafalarımız uyuşmuş, gerek Yaşar Çallı gerekse
Erol Kavşit’le samimiyeti ilerletmiştim. İşte hem sanatla yakından ilgili
hem de ekonomik durumu iyi olan bir kişi olduğu için Erol Kavşit’i görmek
için bir sabah atladık motorlara..doğru Karaada..
Adaya ilk çıktığımızda karşımızdaki baraka gibi uzunca yapının tabelaları
çarptı gözümüze..yanyana iki mekan..biri küçük bir kıyı kahvesi gibi, çay
içebileceğimiz bir yer. Üzerinde ‘ Dergah’ yazıyor..
..diğerindeyse, yemek yeniyor ve içki içiliyor. Üzerindeki tabelada yazan
yazıysa ‘Demgah’…