Şiddetin sunumu, sinema tarihinden de eskiye uzanarak görsel-işitsel
sanatların dert edindiği, tema olarak başvurduğu bir tercih olagelmiştir.
Şiddetin korkutucu unsurlarının izleyici üzerinde çeşitli duygulanımlar
yaratılması amaçlanmış, bu duygular kimi zaman olumlu kimi zaman olumsuz
nitelikler taşımıştır.
Zaferleri olumlama veya yenilgilerden ders çıkarma adına şiddet sunumları
gerçeklikten belli ölçülerde uzaklaştırılarak idealize ve estetize etmeye
müsait bir saha yaratmaktadır. Günümüzde görsel-işitsel sanatların
tartışmasız en yaygın ve etkin olanı sinemada vaziyet, kendinden önceki
sanat disiplinlerindeki durumdan farklı değildir. Hatta şiddetin estetize
edilişi giderek şiddetin sömürülmesi noktasına varmıştır. Bunda TV
anlatısından temellenen “her şeyi gösterme” ile porno estetiği olarak
adlandırabileceğimiz “her şeyi en ince detayına kadar gösterme”
güdülerinin büyük payı vardır.
Yedinci sanatın imaj gücünün ötesinde, tarzını etkileyen bu yapılar,
haber değeri taşıyan şiddet görüntüsünün kayda alınarak izleyiciye
dolaysız olarak sunulmasına ve giderek bu gerçek şiddet görüntüsüne
yaklaşarak gündelik gerçeklikte karşılaşamayacağımız imajlar dizisi
haline getirilmesine neden olmuştur. Sinemada öncelikle 1960’larda “Yeni
Hollywood” olarak adlandırılan ve çoğunluğu sinema eğitimi almış
Amerikalı yönetmenlerin başvurduğu “şiddet pornosu”, uzuvların kopuşu,
patlayışı gibi durumlara haddinden fazla yaklaşarak gündelik hayatta
görme imkânımızın olmadığı detayları, yakın plan çekimlerle
kadrajlamıştır. Taksi Şoförü filmi başta olmak üzere sonrasında gelen pek
çok filminde bu yönteme başvuran Martin Scorsese, şiddet pornosunun
Hollywood’un üst düzey yönetmenleri arasında da yaygınlaşmasına sebebiyet
vermiş, De Palma ve ardından Tarantino gibi “post modern” olarak
sıfatlandırılan ünlü yönetmenlerin çıtayı daha da yukarıya çekmelerine
olanak sağlamıştır. Aynı çıtanın Testere serisi gibi filmlerle hangi
seviyeleri düştüğü ve ne ölçüde sömürüldüğü ise bambaşka bir tartışma
konusudur.
Gerçeklik ile her daim etkileşim içinde olan sinemanın, şiddetin sunumu
konusunda “aşırı gerçeklik” hattında ilerleyişinin görsel olarak
yarattığı estetik dışı çiğ görüntüler haricinde bir diğer tehlikesi
yönlendirici, özdeşleştirici kullanımdır. Bu noktada çoğunlukla tarihsel
bir süreci anlatan destansı filmlerde savaş sahneleri öne çıkmaktadır.
Mel Gibson’ın yönettiği Cesur Yürek’in büyük başarısı ve ardından
teknolojik gelişmelerin yarattığı imkânlarla birlikte her yıl sıklıkla
izlediğimiz tarihsel-savaş filmleri, seyir boyunca duygusal bağ
kurduğumuz karakter ya da orduların, ölümleriyle üzüldüğümüz
öldürmeleriyle sevindiğimiz bir deneyime dönüşmüştür. Bu doğrultuda
izleyiciye göre “iyiler”, kafa kestiğinde, kol koparttığında, “kötüler”i
mızrakladığında sevinmek, mutlu olmak ya da en hafif tabirle arınmak söz
konusu olabilmektedir. Gerçek hayatta tanık olduğumuzda muhtemelen
bakmakta zorlanacağımız, duygusal ve fiziksel olarak tahrip edici bir
deneyim olacak olan bu tip ölüm ve öldürmelerin gerçekçi bir şekilde
önümüze geldiğinde hoş bir seyirlik halini alışı, sinemanın halen bir
ölçüde koruyabildiği büyüleme gücünün gerilediği noktayı gösteriyor.
Savaş ve ölüm gibi tarih boyunca milyarlarca insanın hayatını doğrudan
etkilemiş bir yıkımın, estetik bir paketle sunulmasında, konvansiyonel
sinemanın klasik anlatıda başvurduğu alt açı ölçekler, ağır çekimler ve
elbette izleyicinin duygularını kabartacak müzik kullanımının etkileri
yadsınamaz. İzleyici bu sunumlara öylesine alıştırılmıştır ki örneğin
Oliver Stone’un yönettiği Büyük İskender filminin çöldeki savaş
sahnesinde yönetmen gerçekte olması gerektiği şekilde meydanın tozla ve
kumla kaplı halini resmettiği ve kimin kimi öldürdüğünün belli olmadığı
gerekçeleriyle eleştirilmiştir. (Aynı Oliver Stone’un Müfreze adlı
Vietnam filminde ise ölümleri ne denli epikleştirerek estetik bir doz
kattığını da not düşmeliyiz). Sinemada izleyicinin savaş sahnelerden
aldığı haz öylesine tehlikeli boyutlara varmıştır ki Peter Jackson’un
esneterek eline yüzüne bulaştırdığı Hobbit üçlemesinin son filmi,
“onlarca dakika savaş sahnesi var” gibi olgunluktan yoksun bir cümleyle
pazarlanabilmiş ve ne yazık ki gişede karşılığını bulmuştur.
Özellikle son aylarda Orta Doğu’da şiddetin dozunu arttıran terör
örgütlerinin yayınladığı infaz videoları düşünüldüğünde şiddetin imajlar
eşliğinde kazandığı manipülasyon gücünün tehlikesi daha berraklaşıyor.
İzleyiciyi tehdit ettiği kadar alışkanlık kazanmasına da sebep olan bu
görüntülerin benzerlerini sanat adı altında ister ham ister estetize
edilmiş olarak durmaksızın sunulduğu gerçeği, belki de tahmin
ettiğimizden daha büyük bir tehlikeyi barındırıyor. İzleyici olarak bu
tarz yapıtlara karşı eleştirel tutum takınmalı, klasik anlatı
yönetmenlerinde olmasa bile çağdaş anlatıya sahip yönetmenlerin şiddetin
sunumu konusunda fark yaratmaya zorlamalıyız.