s.ö - Bu yüzleşmeyi tamamladığına, suskunluğunu yeterince bozduğuna
inanıyor musun?
s.k. - “Guguklu Saatin Çaldığı Gün” Romanımın önsözünde, kendi yazma
serüvenimin nedenini; “Dünyayı saran uğultulu bir kalabalığın ortasında
durup, çekinerek parmağımı kaldırıp, ' Bir dakika, bir şeyler
söyleyebilir miyim? Müsaade eder misiniz?’ Der gibiyim” diyerek kısaca
özetledim. Gerçekten yaşayan herkesin hayatının yazılmaya değer olduğuna
inanıyorum. Bunları belirtmemin bir nedeni de, tespit ettiğin gibi
kendimle yüzleşmek ve bir sonuca varmak çabamı ifade etmek içindi.
Vardığım sonuç, her yaşamın anlatılmaya değer olduğu çıkarımından
başka, toplum düzeninin, bu toplumu oluşturan insanların birbirleriyle
ilişkilerinin yaşamları nasıl biçimlendirdiğiydi. Bunu anlatmayı kendi en
yakın çevrenizle, kendi yaşamınızdan örneklerle yaptığınızda ortaya çıkan
sonuca “Anı Roman” deniyor. “Guguklu Saatin Çaldığı Gün” Ben, anı roman
dediğim için anı romandır. Sadece babayla değil, anneyle de yüzleşmeyi ve
sonunda insanın kendisiyle yüzleşmesini içeriyor. “Anı yazmak ölümün
elinden bir hayatı kurtarmaktır“ Diyen Andre Gide’e katılıyorum,
anılarımı ölmekten kurtardım, ancak bunu kalıcı olmak adına yaptığım
anlaşılmasın, bu anıları yaşamamıza sebep olan nedenleri yerinde tespit
etmek için yapılmış, zamana bir yolculuk olarak değerlendirilmesini
beklerim. Her ne kadar bir sonuca vardım desem de kendimle yüzleşmem
elbette bitmedi, ömrümün sonuna kadar da biteceğe benzemiyor.
***
Romanda baba, odak noktası. Tüm yaşanmışlık; acılar, özlemler, sevgi,
nefret, özlem… Tümü babanın kişiliğinde kusuyor kendini. Hem bir çekim
gücü baba hem de bir itim. Hem sevgiyi hem sevgisizliği karşılıyor.
‘Baba sevgisi’ var kuşkusuz. Kızına karşı soğuk duran, onunla
ilgilenmeyen bir baba değil karşımızdaki. Aksine aydın, komünist,
devrimci bir baba. Küçücük bir çocukken kızını Ruhi Su’nun konserlerine
götüren, rakı sofralarında sanatçı ve aydın dostlarıyla hoş sohbetler
eden, kızına pikaptan yayılan müziğin eşliğinde Nazım’dan şiirler okuyan
bir baba. Kızına gülen gözleriyle ‘Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim, anladın mı Pofuduk?’ diyerek sevgisini veren bir baba.
Coşkuyla, yüksek sesle ‘Barbara’ şiirini söyleyişi hala unutulamayan bir
baba…
Ancak komünistlik ‘zor zanaat’… Hem çevre baskılarına katlanma hem de
kendi içinde öyle olunma, öyle yaşayabilme anlamında.
‘Komünist’ sözcüğünün bile suç sayıldığı, korkulduğu dönemler dışarıya
alabildiğince kendini kapatmak zorunda kalan, uzun süreli hiçbir yerde
duramayan, kendi kabuğuna çekilen aile, parçalanma sürecine de girer.
Yaşanılan dönemde, bir büyük korkunun, bir tür canavarın adıdır
‘komünist’. Öyle uluorta açığa çıkmaya, söylenmeye gelmez. Çevrenizde,
konu komşuda yaratılan korku, sizden kurtulmak için ihbar mekanizmasını
çalıştırır. Yaşamınız boyunca bir kaçak olmak zorundasınızdır.
‘’ Bir keresinde çocuğun birine ‘Benim babam komünist, biliyor musun’
dedim gururla. Çocuk hiç sesini çıkarmadan yüzüme bakmıştı sadece.
Anneme ‘babam komünist değil mi?’ dedim.
Annem dehşetle, ‘Sus!’ dedi. ‘Sakın hiçbir yerde söyleme.’
‘Neden?’ diye sordum, ‘Komünist olmak çok mu kötü bir şey?’
‘ Büyüdüğünde anlarsın’ demişti babam. ‘Sen şimdi derslerinle ilgilen.
Sorarlarsa babam komünist deme. ‘Toros Canavarı’ dersin daha az
korkarlar.’
‘Toros Canavarı ne baba?’ dedim.
Güldü, ‘En iyisi boş ver sen hiçbir şey deme. Babam; insanlar yamasız
don giysin kıçlarına isteyen bir adamdır dersin, olur biter’ dedi. ‘’
Ve ‘Yamasız don giyilmesinden yana’ insanların, yamamaya olanak bile
bırakılmayan delik- deşik bir yaşamın içine itilmelerinin öyküsü başlar.
Babanın varlığından beklenen sevgi, bir süre sonra yıkıma,düş
kırıklığına, sevgisizliğe dönüşür. Çünkü olanca ‘devrimci’liğine karşın,
kendi içindeki feodalizmi aşamamış, toplumda gördüğü baskıyı kendi ailesi
ve çocuğu üzerinde kuran bir baba. Sevgiyi çok önemli gören ancak kızının
bir başkasını sevebileceğini asla kabullenemeyen; sevgi ve özel yaşamının
tüm ayrıntılarını onun adına düzenlemeye, biçimlendirmeye çalışan bir
insan. Bunlar günümüzde de, birçok ‘devrimci, aydın, demokrat’ olarak
bilinen kişilerde gördüğümüz yıkılamayan feodal özellikler. Tam bu
noktada, sosyalist devrimci düşüncelere sahip olmanın; kadının
özgürleşmesinde, kimliğini bulmasında, var olmasında yeterli olup
olmadığı sorunu ortaya çıkıyor. Ve kuşkusuz ayrıca bir feminist düşünce
varlık ve gereklilik nedeni, feminizme bakış açısı tartışmalarını da
beraberinde getirerek..
‘Guguklu Saatin Çaldığı Gün’ bir yanıyla da dönem romanı. Yaşadığımız
ilk ‘kara dönem ’in romanı. 1940’lı yıllardan başlayarak özgürlükler
üzerine çöken kara bulutların, toplum yaşamına müdahalelerin, onu
biçimlendirme çalışmalarının başlatıldığı ve 12 Mart’la doruğa
ulaştırıldığı dönem. Bir yönüyle 12 Mart’ın ve oraya giden sürecin
romanı. Ancak öyle bir dönem romanı ki, şimdiye dek bildik gelen kişi ve
kurumlar yok karşımızda. Tutuklamaların, işkencelerin görüntülerini
bulamıyorsunuz.. 12 Mart’ta içerdekilerin değil, dışarıda kalanların
acılarını görüyoruz. İçeri girenlerin değil, onların yakınlarının
yaşadığı yıkım var karşımızda. Çürüyen aile kavramını, çürüyen
‘cumhuriyet Kurumları’nı görüyoruz. Bu çürümüşlük içinde ilk toplumdan
dışlanan, kendisine ‘ev kadınlığı’ dışında hiçbir seçenek bırakılmayan
annedir ilk önce. Anne gençlik yıllarında, cumhuriyetin ilk yıllarında
övünülerek açılan meslek okullarından hiçbir yüz bulamaz. Öyle ki,
ablasının götürdüğü konservatuarın müdürü çürümenin de baş aktörü olarak
çıkar karşılarına. ‘Kardeşinizi bu okula vermeyin. Siz saygın
insanlarsınız. Burası size göre değil. Maalesef burada öğrenciler
terbiye,nezaket kurallarına pek uymuyorlar. Kardeşinizi ziyan etmeyin’
sözleriyle başvurularını reddederken.
Annenin evlenmesiyle de bu ‘saygın’ ve farklı aile, yapısını sürdürür.
İçten içe kendini çürüterek, içten içe kendini yok ederek. Artık çok
farklı bir aile olmuşlardır;
‘’..ders kitaplarında gösterilen aile resimlerindeki gibi hiç
değildik. Aile resmindeki koltuğunda gazetesini okuyan dede, yün ören
nine hiç olmamıştı. Üstelik masada oturan oğluna ders çalıştıran gülen
baba çoktan evi terk etmişti ve benimle halının üstünde oturup oynaması
gereken küçük kız bebek hiç doğmamıştı. Kestane kavuran, gülen anne ile
ben kaldım evde. Üstelik anne artık kestane falan kavurmuyor, paket paket
sigara içip, asık bir yüzle düşünüyordu. Yeni bir yaşama başlamıştık,
aklım karışıktı. Birkaç sene süren mahkemeler,davalar,icralar, kavgalar,
annemin sokak ortasında yediği dayak, meraklı komşular ve onlara
defalarca, defalarca anlatılan bütün bu olaylar, çığlık çığlığa bağırmak
istiyorum.’’ (s.65)
Ancak bu istek uzun bir süre istek olmaktan öteye geçemeyecektir.
Çünkü sevgiye önem verilen sevgili aile kurumunda, sevmek yasaklanmıştır.
Baba yine odak noktasındadır. ‘’Aile babası’ olarak sevgi çok
önemlidir baba için. Sürekli onun önemini vurgular. Annesiyle
aralarındaki ayrılıktan sonra bile; her cumartesi onu almaya gelen, iki
saat gezdiren, onu sevgiyle kucaklayan bir baba. Ve kızına sevgiyi
yalnızca kendi tanımlayan, sevgiyi yücelttikçe, sevmeyi yasaklayan bir
baba. Bu noktada baba, kızının ‘ilk yalnızlığı, ilk ‘hayal kırıklığı’
dır.
***
s.ö. - Bir yandan, Kemal Bekir, Arif Damar; Nevzat Çıdamlı gibi sanatçı ve
aydın dostları olmuş, 'komünistlikten' yaşamının önemli bir dönemi içerde
geçmiş devrimci bir baba; bir yandan da ataerkil anlayışı üzerinde
alabildiğine hissettiren, senin adına kararlar alan, iş ve eğitim
yaşamını, sevebileceğin kişilerin seçimini senin adına yapmaya çalışan
bir baba..bu 'muhafaza'karlığını korumacılıkla açıklamak yeterli mi? Bu
çelişkinin nedenini şu an yapabiliyor musun? Dahası benzer çelişkili
duyguları şu an senin de yaşadığın oluyor mu? Bunu şunun için soruyorum.
Romanda 12 Mart'ı ve oraya giden dönemi anlatıyorsun. Her ne değin o
dönemde daha çok olsa da yer yer günümüzde de etkisini sürdüren bir açmaz
var. Devrimci kimliklere de soksak, bu toplumun bir parçası olarak
bireyin feodal yapısını kıramaması.. Dün ve bugün karşılaştırmasıyla
kişiliklerin kendi devrimci dönüşümünü yeterince sağlayabildiğini
düşünüyor musun?
Bu soruya ek bir soru daha… Sosyalist bir yapın olmasına karşın aynı
zamanda feminist bir kimliğin de var. Buradan, klasik sol anlayışın
dışında, sosyalizmin tek başına kadının kurtuluşunu, kendi varlığını
kazanmasını sağlayamayacağı sonucunu çıkarabilir miyiz?
s.k. - Bilindiği gibi her yeni doğan insan, doğduğu ailenin kültür yapısı
içinde biçimlenerek büyümek zorunda. İnsanın özünü oluşturan bu aile
kültürünü de biçimlendiren bir toplumun varlığı düşünülürse, insanın
kendisi olması, kendini bulması oldukça zor. Biz dünyanın birçok yerinde
olduğu gibi ataerkil düzenden yakasını kurtaramamış bir toplumuz. Babamın
da etkilendiği bu yapı değişmedikçe kargaşa sürüp gidecektir. Ataerkil
yapı ne yazık ki kadınların gelişimini ve özgürlüklerini kısıtlayan bir
düzenden başka bir şey değil.
Babam kendisindeki bu çelişkiyi belki de çok fark etmeden yaşadı. Buna
neden de kendisinin babasından daha farkı bir yapıda olması, onun kadar
katı kuralları olmayan biri olmasıydı sanırım. İnsanların emeğini,
özgürlüğünü savunan bir ideolojiye olan inancı, bu uğurda iktidarın her
türlü baskısına, cezalandırmasına göğüs germesi, ideolojisine olan
inancından son nefesine kadar vazgeçmemesine karşın kadına bakış açısında
tutucu bir yan olduğunun farkındaydım. Toplumun kadından beklediği
davranışları destekleyici bir yaklaşımı olması, onun koruyuculuğundan çok
bu düzene karşı koyamadığındandı diye düşünüyorum. Çünkü erkekti, erkek
olmanın avantajlarını yaşıyordu. Kızıyla arkadaş olmayı becerirken diğer
hemcinslerinin katılığından eser yoktu, bir anlamda kızını özgür
bıraktığı izlemini yaratıyordu. Ancak gerçek bu değildi. Denetim ve
gözlem altında olduğunuz her anınızda hissediliyordu. Yani sizin
kendinizi biçimlendirmenize pek olanak bulamıyordunuz o düzen içinde.
Ben otuzlu yaşlarımdan itibaren bunları dillendirmeye başlamıştım,
yakın çevremle. Görüldüğü gibi kadının da bir şeyleri fark etmesi ve bunu
dillendirmesi zaman alıyor. Günümüzde kadınlar maruz kaldıkları baskılar
karşısında seslerini internet aracılığı ile daha çok duyurma imkânı
buldular ve giderek çoğaldıklarına inanıyorum. Bu sevindirici bir şey
tabii. Devrimci erkekler bu anlamda kendilerinde oluşturulan feodal
yapıyı sorgulayabileceklerdir. Bu sorgulama onları dönüştürecek ve
kadınlarla omuz birliği olmadan sosyalizme varılamayacağına hak
vereceklerdir diye inanıyorum. Sosyalizme inanan bir kadının feminizmden
uzak olmasını düşünemiyorum, “Sosyalistim ama feminist değilim” gibi
söylemler içinde olan hemcinslerimi duydukça da bu anlamda şaşırıyorum.
Sosyalizm; özgürlüğü ve emeğin hakkını savunan yapısıyla zaten feminizmi
içinde barındırıyor. Feminizmi içselleştirmeyen bir kimsenin ben solcuyum
demesi çok anlamsız. Kadınların da erkekler kadar yakasını kurtaramadığı
bu erk egemen yapının değişmesi ve dönüşmesi tüm feministler gibi benim
de hayalim elbet. Bir gün gerçekleşecek bir hayal olduğuna inanıyorum.
s.ö. - Her ne değin romanın geçmişin eleştirel bir dökümü, geçmişle bir
yüzleşme olsa da yer yer nostaljik bir hüzün, bir özlem de buldum ben.
Örneğin, pikaptan yayılan müzik eşliğinde söylenen ' Barbara' şiiri
yalnızca o dönem değil, şimdi de ağlatıyor gibi geldi bana. Bu kez tam
tersini soruyorum. Geçmişe göre bugün daha da kötüleşen yaşamlarımız
oluyor mu? Yalnızca yok olana bir özlem mi?
s.k. - Eşyalarla pek bağımın olmadığını vurgulayayım önce. Nostaljiden
benim anladığım; bir anının yaşandığı ortamda hissedilen duygulara olan
özlemden başka bir şey değil. Soba, pikap, yumuşak bir divan gibi
nesneler ortamı tanımlamak dışında bende fazla bir özlem yaratmıyor.
Yazdıklarımın gelecekte okunacağı düşünülürse, geçmiş bir dönemi geleceğe
resmetmek amacıyla anlatılmış ve o dönemin kullanılmış, zamanı bitmiş
eşyalarıyla döşeli bir fotoğraf canlandırılmış gibi düşünün
Teknolojiyi seviyorum. Soba yakmanın bir kadın için nasıl bir eziyet
olduğunu çok iyi biliyorum. Dikkat ederseniz geçmişin eşyalarını özlemle
anan kişiler hep çocukluklarından söz ederler. Çünkü o anın
sorumluluklarını taşımıyorlardır. Evi ısıtmak, o yün yatakları temiz
tutmak, o sıcak ve sevimli ortamı hazırlamak, bazen çok gereksiz bulduğum
devasa halılarla başetmek hep yetişkin bir kadının emeği ile ortaya konur
ve bir o kadar da eziyetli, zor iştir bu. Kimse bunu dillendirmez. Bu
yüzden nostalji diye adlandırılan özlem duygusu o an için yaşanan huzura,
o an için hissedilen yaşam sevgisine olan bir anmadan başka bir şey değil
benim için. Dediğin gibi Barbara’yı halen okuyor ve okudukça savaştan
nefret ediyoruz. Çok daha gelişmiş araçlarla eski ya da yeni harika
müzikler dinleyebiliyoruz. Bu anlamda iyileşen yaşam biçimine karşın
yaşamdan mutlu olamıyorsak, giderek kötüleştiğini düşünüyorsak sebebini
hayatımızı kıskaç içine alan kapitalist dünya sistemini sorgulayarak
bulmamız gerekiyor. Babam kapitalist sistemi “Kapitalizm insanın ciğerini
söker kendisine yedirir” diye tanımlardı. Böyle bir sistemde insanın
mutlu olmasını beklemek neredeyse imkânsız bence.
s.ö. - Romanında anlatımından belli oluyor ama yine de belirli bir tarih
vermiyorsun, annenin ‘ziyan olmaması’ için konservatuara alınmadığı dönem
hangi yıllar? Ve o günden bu yana ailenin dışında, toplumda ve çevrende
de gözlemlediğin, etkilendiğin siyasi gelişmelerden de söz edebilir
misin?
s.k.- Annemin Konservatuara gitmesine engel olan kişi, ileri sürdüğü
ahlaki gerekçelerle bizzat konservatuarın o dönem müdürüymüş. Yani
1940’lı yılların hemen başı olabilir. Annemin de bana konservatuara
gidemediğime üzülmemem için defalarca anlattığı bir anısıydı. Sanata olan
yatkınlığımı bildiği için sanatçı olmak isteğime beni karşısına alarak
değil ama gizlice karşı çıkıyordu. Bu, toplumun ahlak, namus geleneği ve
ahlaki ikiyüzlülüğünün bir kadını nasıl biçimlendirdiğini açıkça
anlatıyor. Böylece sanatın ülkemizde dünyanın neresinde kaldığını daha
net görebiliriz. Sanatın her dalı için geçerli bu dediğim. Erkek
mahlasıyla yazan kadınların varlığı az değil bu ülkede geçmişte
biliyorsunuz.
Saçlarını örtmeden sarıya boyamayı, erkek takım elbisenin kadına
uyarlanmış modeli olan tayyör giymeyi özgürlükleri sanan kentli
kadınların üç beş kentte yaşamaları ve bir takım ahlaki baskıları
sorgulamadan içselleştirmeleriyle oluşmuş bir cumhuriyeti yaşadık,
yaşıyoruz. Ninelerinin ezilmişliğini farkında olmadan bu göstermelik
özgürlükleriyle içlerinde taşıdılar. Birçok geri kalmışlığımızın temel
taşında ne yazık ki bunlar yatıyor. Mahalle baskılarını dışardan değil
bizzat içimizde yaşadık, yaşattılar.
Toplumun siyasi yapısında görevli kişiler de toplumun içinden çıkan
kişiler olduğundan ve kendilerince kurulu düzen dedikleri bu yapıdan
beslendiklerinden yine ne yazık ki böyle sürüp gitti. Kısaca eğitimin
düzeni besleyen, büyüten, pekiştiren katkısıyla…
Çevremde en bariz gördüğüm örnekler benim de içinde bulunduğum 70’li
yılların hippi diye adlandırılan kuşağın düşünce ve yaşama biçimine karşı
başlatılan, Amerikan emperyalizmi destekli kapitalist önlemlerdi.
İnanılmaz medyatik bir propaganda başlatılmış ve hippilerin uyuşturucu
bağımlısı, önlerine gelenle seks yapan gençlerden oluşan marjinal bir
topluluk olduğu insanlara aşılanmaya başlamıştı. Aileler çocuklarının
hippi olmaması için ellerinden gelen baskıyı esirgemiyorlardı. Komik olan
hippilerin giyim ve saç modelinin hoş karşılanışıydı, koca koca adamların
saçlarını uzatmaları, kadınların kısa ve çiçekli giysiler giymeleriydi.
Bu kısa sürdü, hepsi yine anne ve babalarının görünümüne geçiş yaptılar.
Hippilerin “savaş yapma sev” demelerinin üstünde kimse durmadı. Sevmeyi
sevişmek olarak algılayarak hippileri sevmemek için daha çok bahane
ürettiler. Komün halinde yaşamayı, paylaşmayı, bireysel özgürlüğü
savunan, kapitalizme karşı bir yaşam geliştirmeyi hedefleyen insanlar
böylece dağıtıldılar. Bunlar benim bizzat gözlemlediğim siyasi
gelişmelerden biriydi çevremde.
***
Babasına ve karşı verdiği uzun bir savaşın ardından sevdiği kişiyle
evlenir. Sevdiği kişi yine ‘aydın’dır, bale sanatçısıdır, iş ile ilgili
çalışmak üzere bir batı ülkesine, Almanya’ya düşer yolları. Çocukluğundan
bu yana alışık olduğu sevgisiz aile ortamı burada da değişmez. Varlığı
burada da, üstelik yabancılaştığı bir ülkede daha da silinmiştir. Baba
evinden farkı yoktur bu yaşamın da.
‘’Sabahla başlayan gün geceyle bitiyor. Sonra bir daha, bir daha… Yine
de gölgelerim var benim, onlarla yüzleşmeliyim. Bu derin üzüntü halinden,
isteksizlikten, karamsarlıktan kurtulmak istiyorum. İplerimin kontrolünü
elime geçirmeliyim, Ben olmalıyım, ben kendim olmalıyım, ben kendimi
bulmalıyım.
Kentin bir kıyısında doğmuş, yaşamının çoğunu, terk edilmiş annesinin
büyük gözaltısında geçirmiş, uysal görünümlü, Madonna kadar hüzünlü
gözleri olan küçük kız çocuğunun isyanını biran önce bastırmalıyım,
yaşayamıyorum.’’ (s.144)
***
s.ö. - Evleneceğin kişiye karşı da bir tavır var babanda..ve buna karşı
çıkıyorsun doğal olarak. Ancak, evlilik yaşamın, neredeyse babanı haklı
çıkaracak türden çünkü bu kez tepkileri sen veriyorsun. Biraz da bunun
için bu roman 'kendinle yüzleşme' mi diyorum?
s.k. - Babamın hatası evlenmek istediğim kişiyle arama girip zorla bana
olamaz diye dayatmasıydı. Oysa benim o kişiyle onu tanıyacak kadar zaman
geçirmeme olanak tanısaydı, eminim ki ben o evliliği yapmamış olacaktım.
Evliliğimi onaylaması ise yine ona göre bekâretimi kaybetmiş olduğumu
sanmalarıydı ki; bu bence yaptığı en büyük hataydı. Bir ülke dolusu
kadının yaptığı yanlış evliliklerin nedeni de bu zaten bence. Bunlar
günümüzde büyük kentlerde azalmış görünse de koskoca bir Anadolu halen bu
geleneğin pençesinde yaşayan kadın acılarıyla doludur. Benim yüzleşmem
kendimle eviliğin süresini neden uzatmamla ilgili… Halen cevabını
dosdoğru veremediğim gereksiz bir uzatmayla ilgili…
s.ö. - ''Sevgi önemliydi,sevmek değil. Böylece çığlık atma hakkımı yitirdim'
diyorsun. Daha sonra kazandın mı bu duygunu? Şaka bir yana, söylemek
istediğim şu; romanında 12 Mart dönemini, o dönemin aile içine
yerleştirdiği kaotik ortamı, üstelik çok da başarılı veriyorsun. Ancak
daha sonra 12 Eylül denilen bir başka faşist ara dönem daha yaşadık. O
dönemi de bir başka kitapla yazmayı düşünüyor musun? Ya da ben o zamanlar
yeterince çığlık attım, yazmaya gerek yok mu diyorsun?
s.k.- Evet, 12 Mart dönemi silindir gibi geçti üzerimizden demiştim.
Babamın işini kapatıp, düşünce suçluluğundan kaçak duruma düşmesi
yüzünden hayatımız olumsuz yönde değişmişti. 12 Mart’ın etkilediği ülke
insanlarından biriydik. 12 Eylül’le ilgili, üyesi olduğum KYD – Kadın
Yazarlar Derneği projesi olan “Tanıklıklarla 12 Eylül” kitabımızda benim
de paylaştığım bir anı var. 12 Eylül’den çok söz söyleme hakkını kendimde
bulmuyorum açıkçası. Çünkü o kadar çok bedel ödeyen insan var ki. Kimini
tanıyor olmam, kiminin anılarına uzaktan ya da yakından tanıklık etmiş
olmam bana bu hakkı vermiyor. Sadece onların öykülerinden bahsedebilirim.
Çok acı öyküler…
12 Eylül tabii ki bitmedi, halen sürdüğünün iyi kötü farkındayız
çoğumuz. Yaşamış olduğumuz ve halen yaşıyor olduğumuz hayatlar hakkında
elbette söyleyeceklerim de bitmedi. Yeni bir roman eşikte diyebilirim.
Yine hayatlarımızı şekillendiren ülkenin gerçekleri içinde yaşanan ne
varsa anlatılacak yeni bir roman…
Sevilmeyi istediğimiz kadar sevebilmeyi de önemli görüyorum. İnsanlar
durmadan sevilmek istiyorlar. Kendi verebildiğimiz bir şeyin karşılığını
beklemek hakkımız olabilir ancak. Bunu yaşamadığımızda da yapılacak pek
bir şey yok… Sadece roman yazmak kalıyor geriye. Ben de bunu yaptım.
s.ö. - '' 'Komünistim ben' demiş. Üç yıl çekmiş cezasını sonra eve gelmiş.
Guguklu saatin çaldığı gündü. Dün gibi hatırlıyorum.'' (s.56)
Yaşadığın bugünlerde de, Guguklu Saat'in çaldığı gün/günlerin oluyor
mu?
s.k. - İnsanın yaşadığı, şahit olduğu her şey, her an bir öykü konusu
olabilir. Yaşadığı hayattan beslenen, yazmayı kendine uğraş edinmiş her
kişi için bu böyle. Ben ilk hatırladığım görüntüden yola çıkarak kendime
ulaşmaya çalıştım, “Guguklu Saatin Çaldığı Gün” bunun için bir
başlangıçtı. Hafızama kazınan her görüntüyü “Guguklu Saatin Çaldığı Bir
Gün” kadar anlatılmaya değer buluyorum…
Yaşadığım bu süreç içinde anı başlıkları, “Deniz’lerin Asıldığı Gün”
olabilir ya da “Ethem’in Vurulduğu Gün” de olabilir… “Ali Hüseyin
Korkmaz’ın Linç Edildiği Gün” kadar “Medeni Adındaki Bir Gencin Vurulduğu
An” kadar çoğalabilir başlıklar. Hafızamıza kazılan görüntüler, içimize
işleyen seslerden birisiyle başlayan bir serüven olabilir yazmak…
Geleceğe resmedilecek o kadar çok anı biriktiriyor ki insan, yazmaktan
başka bir çare bırakmıyor tüm bunlar. “Ağaçları öldürdükleri Gün”
başlamıştı her şey, diye yazılabilir bu günün anıları, bir toplumun
isterse nasıl değişip, dönüştüğüne şahit olduğumuz çok şey yaşadık son
günlerde… Guguklu Saat'in çaldığı gün/günlerim hiç olmaz mı? Elbette
oldu/ oluyor. Daha da olacak.