Saatın gece on iki olduğunu varsayıyorum. Ve kendimi bir hayta… gece
serserisi.
Bir ömür ışığa el süremeyecek kadar yaşlıyım. Dilimin tökezlemesi aklımın
tökezleyen işleyişine aynadır. Ve gün geçtikçe artan platonik ibnelerin elde
ettikleri rahatlığın kökü midemi bulandırmalı.
Ama hadım oldum. Ben de düştüm o büyük tuzağa.
Hadım oldum!
Beklemek mi nedir, bir şeyler var ölüme ayna.
Konuk olmak ya da ağırlamak, ağırıma giden şeyler.
Bakın, mekân sahiplenildi mi üzülürüm. Sahipli olan her şey beni üzer.
Mesela şu kadın, kocası ya da her kimse işte onun sevgisel, bilmemnesel
boyunduruğundaki şu kadının durumu üzüyor beni. Sahipli olan her şey beni
üzer. Sahip olunan şeye bir çoban köpeği gerekli. Yâni her sahip en azından
bir köpektir.
Başta canımın en sevdiği köpek olan ben daha da ileri giderek evimin,
ayakkaplarımın, saatımın, çaydanlığımın, … ardı mı kesilir. Ben kendimi
kandırmayıp söylüyorum: Bizim işimiz eşyanın köpekliği. Çok maddî
köpekleriz, arada kuduran. Ve geceleri hadımlığı bir yana bırakıp avazlarla
haykıran, soysuzlaşan, kedileşen köpek… Kim istemezdi ki saygın bir taş
olmayı. Bir olun da görün köpeklerinizi.
Hiçbir kâlp egemen bir sevinç büyütemez ve yaşatamaz. Ben on kere Bacon’luk
yapabilirim. Ama benden yâr olmaz tarihe. O kadar alçalmakla olur mâlolmak
tarihe.
Tüm cinsel istencimi bir taşa yöneltiyorum. Köpeği olduğum için.
Gerçekte bir köpek olduğumu inkârdan gelirsem, korkarım aklım da beni inkâr
edecek. İçim rahat.
En altın saatımın nikelajını söküyorum: Benden bu kadar!
Ondan hoşlanıyorum, o da benden.
Aklım lânet okuyor: Git işe taşa! Helâl olsun aklıma! Taşa işeyim daha iyi.
Çünkü her şey, gerçekte bir bel ağrısı olan ve bedelinin ‘sahip’ olmakla
ödenmesi istenen bir şeyden daha iyidir.