“O güzel kız kardeşim kendini yalnız hissetmesin diye…”
Günlük güneşlik bir gün, uçsuz bucaksız bir çimenlik. O, bu çimenlikte
dört beş yaşlarında ölesiye mutlu bir çocuk. Özgür. Özgür ve o yaştaki
bütün oğlan çocukları gibi arsız. Hayat arsızı. Arkadaşlarıyla boğuşa
oynaşa kendi doğasına ve karşısında kocaman bir tepsi gibi duran güneşe
doğru koşuyor. Yüreği; neşeden, heyecandan ve koşarak yarattığı hızdan
göğüs kafesini yırtıp çıkacak gibi atıyor. Çığlıkları kuş şakımalarına
karışıyor. Dur durak bilmeden kollarını iki yana açmış koşuyor, koşuyor,
koşuyor, sanki uçuyor sanki uçuyor sanki uçuyor ve gökyüzüne yükseliyor…
Bir el, sadece bir el silah sesi, her şeyi bir anda bitiriyor.
İşte her şey bu kadar ani oluyor.
Nefesi tıkanıyor. Gözleri bulanıyor. Durdu duracak kalbi… Durdu
duracak.
Arkadan gelenler önemli değil ama o ilk el, atılan o ilk kurşun, onu
arkadaşlarından, onu; bu mutlu bu masum bu yaşam dolu tablodan silip
çıkarıyor. Kuşları korkutup çığlık çığlığa uçurarak uzaklaştırıyor.
Güneşi söndürüyor. Havayı karartıyor. Yüreği kanatıyor…
Loş, pis bir sokakta yapa yalnız şimdi.
Göğsünün üzerinde yapışkan, sinsi bir ağırlık. Artık çocuk değil.
Yaşlı ve çirkin bir adam olmuş birden. Yaşlıdan çok yıpranmış, vaktinden
çok önce çökmüş bir adam. Çok yorgun ve üstü başı çok kirli. Yaralanmış.
Çok yaralanmış. Sesini duyduğu kurşun, ona denk gelmiş. Ağır kanamalı
yaralanmış. O ıssız, uğursuz sokakta bir duvara yaslanmış çaresizce
kanının kollarından ellerine doğru aktığını ıslaklığından fark ediyor.
Ellerine doğru inen kendi kanına tiksintiyle bakıyor. Farkında olmadan
ellerini göğsüne götürüyor. Tutturamıyor. Usulaca biraz daha yukarıya
çıkıyor. Anlıyor ki boynundan vurulmuş. “Eyvah! Eyvahhh!” İçi boşalıyor
sanki. Yavaş yavaş, oturur gibi düşüyor önce. Sonra boylu boyunca uzanıp
kalıyor sokağa. Kan göğsünden yere, sırtına, bacaklarına, bacaklarından
ayaklarına akıyor. Üstü başı bütün kan. Sürekli kanıyor. Ne çok kanı
varmış. Baktıkça şaşırıyor. Bütün sokak kan olmuş. Ilık, yapış yapış,
vıcık vıcık kan. Oysa o kandan ve kan kokusundan ölesiye korkar. Olanlara
inanamıyor bir türlü. Son bir gayretle kalkıyor. Karanlık sokakta bir
oraya bir buraya devriliyor. Yürümek istiyor ama sadece ayaklarını
sürüyor. Bağırıyor. Kimse penceresini açıp da bakmıyor, “Ne oluyor” diye
merak etmiyor. O, bağıra çağıra yardım istiyor. Ortalıkta çıt çıkmıyor.
Kendi sesinden ürküyor. Sonra yine düşüyor, pat. Yıkılıyor. Kendinden
tiksinerek yatıyor. Kendi kanının içinde, kendinden tiksinerek yatıp
kalıyor.
Artık sessizce olacakları bekliyor. Ve korktuğu, korkarak beklediği
oluyor; bir çift göz, o bir çift kocaman göz, tüm alıcılığıyla, sahibi
olmadan gelip karşısına dikiliyor. Ölüm bundan bin kat evla olsa gerek.
Bin kat evla. Ama yıllardır istiyor, yıllardır bekliyor, gelmiyor.
Özellikle o gözler üzerindeyken istiyor ölmeyi. O gözlere karşı ölüme
sığınıp birden kurtulmayı. Öylece boynunu büküp bekliyor ama ölüm bile
gelmiyor.
Usul usul ağlıyor…
Yarı uyanıyor ki, yüzü ıslak. Gözlerini yumup bekliyor. Yeniden dalar
gibi oluyor. Yeniden uykuyla uyanıklık arasında bir yerde kaybolup
gidiyor.
Karşısına bir insan gibi gelip dikilen o güzel ve acımasız gözler. Ne
güzel gözler bunlar, kocaman kocaman, ela gözler. Başkalarına bakarken
derin bir orman, engin bir deniz, yücelerden dingin bir dağ, neşeli bir
derecik, bir uysal ceran. Ama ona baktığında insanı donduracak kadar
inceleyici. Soğuk. Can alıcı. Baktı mı insanın tüm ruhuna bakıyor sanki.
Bir bakışta insanın ciğerini okuyor. O gözler yalanın, dolanın, şerefin
şerefsizliğin nerde olduğunu anlamaya muktedir. Baktı mı, öldürmese de
süründürüyor. Ve şimdi tüm dikkatiyle ona bakıyor yine. Ona bakıyor.
Göğsünün içinde bir sis bir duman bir kara bulut.
O, bu kadar zaman olmuş o gözlere bir kez bakabildi. Bir kez. Bakmak
denmez ona asla. Bir kez karşılaştı bir kez göz göze geldi. O oldu zaten.
O oldu. Artık gelemiyor. Artık gelemiyor. Çünkü o ilk karşılaşmadan sonra
o gözlere bakamıyor. Yıllar yıllar oldu, nice devirler geldi geçti ama
başını kaldırıp da o gözlere bakmıyor, bakamıyor. Ve o gözleri asla
unutamıyor. Ne zaman karşı karşıya getirileceklerini bilse titreme
nöbetlerine düşüyor. Ne zaman karşı karşıya getirseler kafasını bir türlü
kaldıramıyor. Hep o bakıyor ona, hep o. Bakıyor, inceliyor. Karşı karşıya
olmasalar, kilometrelerce uzakta olsalar bile onun bakışları üzerinde
oluyor hep. Hep peşinden geliyor. İzliyor. Hiç huzur vermiyor. Hiç. Hiç.
Hiç.
O gözler Azrail’e bin kere rahmet okutuyor…
Göğsünün üzerinde ağır bir yük. Kendini bilmeden yatıyor. Farkında
olmadan gözyaşları yüzünü, damla damla sızarak ve yol yol iz bırakarak
ıslatıyor.
Derin derin nefesler almaya çalışıyor. O nefes almaya çalıştıkça
akciğerleri beton bir kalıp oluyor. Ciğerleri bir türlü esnemiyor,
açılmıyor, rahatlatmıyor. Nefes almaya çalışıyor, olmuyor. Vermeye
çalışıyor, olmuyor. Nefesi boğazına tıkanıp kalıyor. Bir korktuğu da bu
zaten. O zorladıkça boğazından kesilen bir horozun sesine benzer bir
acayip hırıltı çıkıyor ama nefes çıkmıyor. Çiğerlerindeki havayla
boğuluyor neredeyse. Boğuluyor.
Çığlığı keskin bir kılıç olup boğazını parçalıyor. Aynı anda
aksırmaya, öksürmeye başlıyor. Tükürüğü ağzından burnundan geliyor.
Öksürükle nefesi açılır gibi oluyor ama o daha beter bir açmaza düşüp
tükürüğünü kan sanıyor. Kan sanıyor... Kendi çığlığıyla sıçrıyor.
Şimdi tam uyanık…
Üzerine bir yüz eğiliyor ve bir çift göz yanaşıyor ama hemen de
kayboluyor. Ölümcül bir gayretle çırpınarak kalkmaya, kendini o gözlerden
kurtarmaya uğraşıyor. Kalkamıyor. Başını yastıktan bir türlü
doğrultamıyor. Gücü yok. Tüllerin içinden süzülerek pencereden odaya,
yüzüne vuran renkli ışıkların loşluğu arasından fark ediyor ki o kanlı
sokakta değil. O sokakta değil çok şükür. Odasında. Yatağında… Az önce
burnunun hemen ucunda görünüp kaybolan gözler ise ela değil mavi. Mavi ve
endişeli. O gözler değil yani… Yeni kız bu. Yeni kız… Swetlana…
Swetlana, buraya geleli birkaç ay olmuş ve bu birkaç ay içinde başına
gelenlerden dersini almış. Bu nedenle sinmiş yatağın bir tarafına,
sessizce bekliyor. Artık başlayınca kaç saat süreceği bilinmez
hırıltılara katlanmayı öğrendi. Ona bakmamayı öğrendi. Böyle zamanlarda
ellememeyi, ses çıkarmamayı, görmemeyi, duymamayı, bilmemeyi, ama en çok
da bakmamayı.
Kız onun nöbetine ilk tanık olduğunda çok korkmuş, çok. Ama onlar
eğitimli. Korkuya teslim olmuyorlar hemen. Yardım istemeye yeltenmiş,
telefonla Timur’u aramaya kalkmış, ilk tokadı da o zaman yemiş. Yine de
yılmamış, direnmiş, onu öylece bırakıp gitmemiş. Sabaha kadar başında
beklemiş. Havlu kâğıdı ıslatıp ıslatıp yüzünü, ensesini, koltuk altlarını
silmiş. O ittikçe aldırmayıp terini silmeyi sürdürmüş. Hırıltısı bir
türlü bitmeyip çaresiz kalınca ellerini alıp çıplak tenine, vücuduna
dokundurmuş. Onu okşamaya çalışmış. Bir yararı olmamış… Ancak sabaha
doğru nefesi kendiliğinden açılınca kâbus bitmiş. Kız, o rahatlayıp
uyuduktan sonra ancak uykuya yatmış.
Kız birkaç gün sonra meseleyi kendince anlamış, ikinci nöbette ses
çıkarmamaya çalışmış. Yattığı yerde geçmesini beklemiş. Ama huzursuz bir
bekleyiş olmuş. Kıpırtılarından kızın gözünü yummadığını anlamış. O ağır
nöbet arasında bile anlamış, onun kendini dert ettiğinin farkına varmış.
Bu durum önceleri daha çok kızmasına neden olmuş. Öfkesi kontrolden
çıkmış. Ama sonra ilk kez, belki de ilk kez sevgiye benzer bir kıpırtı
doğmuş içinde… Swetlana bu kâbusa ilk tanık olduğunda, “Görürse görsün
orospu, hepsi gördü, ne olacak ki“ diye üzerinde durmamışmış ama onun
sorgulamayan, bir şey talep etmeyen, razı gelen, ızdırabını dindirmeye
çalışan haline alışınca onun diğerleriyle birlikte gönderilmesine, yeni
bir kız getirilmesine izin vermemiş. İlk kez böyle bir şey yapmış, ilk
kez. Ama artık her şey gibi gururunu da yerle bir eden bu parçalanmış
halini sürekli görsün istemiyor. Tahammülü yok böyle bir duruma.
Swetlana’nın kendi kararıyla gitme şansı yok ama gitsin istemiyor.
Kendisinden tiksinsin istemiyor. Onu aşağı görsün istemiyor. Aksine
yanında dursun, onu karanlık gecelerde sarıp sarmalasın, yüreğini
yumuşatsın, ısıtsın istiyor…
Hırıltısı geçse de hâlâ nefes almakta zorluk çekiyor. Sanki can
verecek de veremiyor. Swetlana sırtını dönmüş, uyur gibi yapmaya,
gözlerini kulaklarını kapalı tutmaya çalışıyor. Ne olursa olsun, yatakta
kendisine bakmamaya çalışıyor. Uyurken de uyanıkken de bakmamaya
çalışıyor. Artık iyice biliyor ki, ölse bile dönüp bakmayacak. Kimseye
söylemeyecek. Kimseyi çağırmayacak. Timur’dan, Yuri’den hatta öz ağabeyi
Cemil’den bile yardım istemeyecek. Durumu kimseye anlatmayacak.
Bekleyecek. Sadece sabırla bekleyecek. Bakmayacak.
Kimsenin kendisine doğrudan bakmasını sevmiyor sahiden. Kimseyle göz
göze gelmeyi, birinin kendine baktığını algılamayı sevmiyor. Kendisine
doğudan bakılmasından hiç hoşlanmıyor. “Ürperiyorum” demiyor, diyemiyor,
“Hazzetmem” diyebiliyor.
Başı mecalsiz yastığa düşüyor yeniden. Swetlana dayanamayıp, çıplak
vücuduna bir şey giyinmeden, giyinmek gereğini duymadan mutfağa koşup bir
bardak suyla dönüyor. Suyu başucundaki komodine, ilaçların yanına bırakıp
hemen yataktaki yerine arkası dönük uzanıp siniyor.
Doğrulmaya çalışıyor. Titreyen elleriyle ilaç şişesine uzanıyor, bir
yudum su alıyor ama yutamıyor. Bir kez daha öksüre öksüre, öğüre böğüre
yutamadığı suyu üstüne başına, yatağa püskürtüyor. Elindeki ilaç şişesini
duvara fırlatıyor. İstanbul’un, Ankara’nın namlı doktorlarının, beş
yıldızlı otel gibi lüks olan hastanelerinin başhekimlerinin yedi
sülalesine dümdüz gidiyor. Canı burnunda, öfkesinden kuduruyor. Ama
yapacak bir şey yok. Sabredip beklenilecek. Bu kez çaresizlikten
gözlerinden yaşlar boşalıyor. Boş bir çuval gibi bırakıyor kendini
yatağa. O başını yastığa bırakıyor ama geçmiş onun başını bırakmıyor.
Bütün acısıyla çullanıyor üzerine. Gözleri açık, tavana bakarak ve
çaresizce sakin olmaya çalışarak yatıyor… Birden sıçrıyor…
Ama, ama bugün pazartesi değil ki. Bugün pazar. O lanetli güne,
pazartesiye daha çok var. Saat, daha sabahın ikisi. Daha çok zaman var o
uğursuz pazartesi gününün sabahına, o uğursuz saate, o uğursuz dakikaya
daha çok var… Kimi kandırıyor. O gün çoktan geldi de geçti bile. Olanlar
oldu. Yapacağını yaptı. Üzerinden yıllar yıllar geçti… Zaman aşımı bile
oldu.
Ama günlerden pazartesi değilse bu yaşadıkları ne oluyor? Neden?
Neden? Bir tek o mu suçlu… Çok gençti. Ne yaptığını bilmiyordu. Onlara
güvenmişti. İyi bir iş yaptığını düşünmüştü.
Allah’ım, bugün pazartesi değil. Pazartesi değil bugün Allah’ım. Bugün
o gün değil… Neden? Neden? Akşamı anımsıyor birden.
Bütün nefreti ve lanetiyle akşamı anımsıyor. O akşamı, ve beyefendiyi
anımsıyor.
“Sana ne verdiler” diye sormak istiyor akşam. Tüm davetlilerin;
bakanların, kulüp başkanlarının, cemiyet adamlarının arasında bağıra
çağıra sormak istiyor. Gelinle damadın, nikâhı kıymaya gelmiş büyük
şehrin belediye başkanının, piyasaya yeni sürülmüş manken gibi kızların,
acar futbolcuların ve badem bıyıklı yeni tüccarların arasında beyefendiye
sormak istiyor, “Sana ne verdiler?” Bakalım salondaki herkes o soruyu
duyduğunda, bakışlarındaki herkese yönelik o aşağılama kalacak mı?
Yüzünde her zaman taşıdığı o yavşak gülümseme duracak mı?
“Bilmediğim adamlar yirmi yıl önce ruhumu elimden alıp bana bir tatil
köyü verdiler. Bilmediğim adamlar yirmi yıl önce ruhumu elimden alıp bana
bir tatil köyü verdiler tamam da, sana ne verdiler? Okumuş olman, koskoca
bir adam olman fark etmiyor. Ruhunu aldılar da sana ne verdiler? İki
tatil köyü mü? Üç mü? Beş mi?”
Şimdi her şey hatırlıyor. Akşamın tüm ayrıntılarını anımsıyor. Ve
anımsadığı her ayrıntı, gelip gelip nefesini tıkıyor. Akşam, limandaki
büyük otelin salonunda düğün var. Paşa, kızını evlendiriyor. Gitmemek
olmaz. Gitse de zaten herkes huyunu biliyor. İki üç yılda bir, bir on
dakika. Gidip bir masaya ilişiyor. On dakika oturuyor. Düğünse takısını
takdim ediyor başka bir toplantıysa gereğini yapıp kalkıyor. Herkes onun
toplum içine bu kadar az katılmasında bir kibir olduğunu düşünüyor. Bu da
onun çok işine geliyor. Şanı yürüyor. Kimse gelip de ona bulaşmıyor,
mesele yaratmıyor.
Oysa durum farklı. O kasabaya inmiyor değil, inemiyor. Topluluklara
karışamaz o. Ya o gözlerle bir yerde karşılaşırsa. Olur da karşılaşırsa
donup kalmaktan düşüp bayılmaktan korkuyor. Zorunlu hallerde kasabaya
sadece Timur’un kullandığı zırhlı bir arabayla gidip geliyor. Timur onu
her yere götürüyor. Timur onun eli ayağı. Cemil’den bile çok, ona
güveniyor. Kırk yılda bir, bir yere gittiğinde de, başını kaldırıp bir
yana bakamıyor. Arabanın koyu renk camlarından içerisinin görünmeyeceğini
bile bile dışarıya bakmıyor. Gideceği mekâna, arabayı kapısının ağzına
park ettirerek giriyor. Timur hemen koşup kapıyı açıyor. O hemen inip
mekâna giriyor. Kimseyi görmemeli kimseye bakmamalı kimseyle göz göze
gelmemeli. Hayati bir konu olmadıkça yollarda asla durulmuyor. Tüm kasaba
onun bu tutumunu gururuna, meşhur kibrine bağlıyor. Oysa içinde olanları
bir tek o biliyor. Yıllarca yer ayırtan, kayıt olan müşteri listesini tek
tek incelemiş biri o. İçi titreye titreye, asla olmayacağını bile bile
ama korka korka incelemiş biri. Kasabaya inme meselesi de aynı işte. O
gözlerle bir yerde karşılaşmak olasılığından öylesine ürkmüş ki kasabaya,
kente gitmekten çoktan vazgeçmiş. Otelde bile çok dolaşmaz. İnsan içine
çıkmaz olmuş.
Kırk yılda bir on dakikalığına kasabaya iniyor ve yıllar sonra nereden
çıktıysa bu sefer de beyefendiyle yüz yüze geliyor dün akşam. Yüzünde her
zamanki o cellât gülümsemesi, herkesi tek tek süzüyor. Herkesi,
darağacındaymış da o çekip almış ama sandalyeden de indirmemiş gibi
bakıyor. Herkese, fermanı için kalemini kıracakmış da kırmamış gibi
yukardan bakarak salonda geziniyor, tıkınıyor. Neredeyse patlayacak.
Zaten o kadar yiyor ki bir gün öyle olacak. Patlama anı gözünün önüne
gelince gülecek gibi oluyor. Geceye tahammülü artıyor.
Salona girip de tenha bir yer bakınırken kalabalığın arasında
dikkatini çekiyor beyefendi. Horoz gibi kabarmış hâli, içgüdüleri hemen
uyarıyor. İlk tepkisi acilen, hemen salondan çıkmak oluyor. Ama beyhude.
Geç kalmış. Beyefendi tarafından görülmüş. Bir baş hareketi
çıkamayacağını derin, sarsıcı bir huzursuzlukla anlatıyor. “Eyvah!”
Timur olanları fark ediyor. Çaresizce yüzüne bakıyor. Beklemek
zorundalar. Pezevenk, yanlarına gelmek için inadına ağırdan alıyor.
İçinden bağırmak, haykırmak geliyor. “Sana ne verdiler?“ “Senin ruhun kaç
tatil köyü ediyor?” Ah bir sorabilse. Bir sorabilse… Onu görmeye hiçbir
zaman tahammülü olmadı. Ne babasını öldürdüğü kızın gözlerinden korka
korka katıldığı duruşmalarda ne öncesinde ne sonrasında. Kendini ne kadar
hazırlarsa hazırlasın tahammülü olmadı. O kürsüdeyken yüzüne karşı hep
öyle bağırmak istedi. Şimdi de bağırmak istiyor. Tüm gücüyle duygularını
bastırıyor. Her gün azalan gücünü fark ettikçe de paniğe kapılıyor. Ya
bir gün bastırma gücü tükenir de hislerine hâkim olamazsa. Ya olmadık bir
yerde bağırırsa… Felaketi düşünmek bile istemiyor.
Bir masaya iliştiğini fark ediyor. Timur oturtmuş olmalı. İçindeki
isyan büyüdükçe büyüyor. Beyefendi beğenip mekâna gelmez ama
yanındakileri peşine takmasından korkuyor. Beyefendileri ağırlamaktan,
beyefendilerin tanımadığı misafirlerine kadın ayarlamaktan, kuş sütü
eksik olmayan sofralar kurmaktan, kumara götürmekten, kumarı çevirmekten
bıktı artık. Bıktı tükendi artık. Tü-ken-di.
Neyse ki çevresi yağcılarla çok kalabalık oluyor da yine bir baş
işaretiyle gidebileceğini söylüyor. Timur işareti ondan önce çakıp
toparlayıp salondan çıkarıyor. Son hızla otele yetiştiriyor. Swetlana onu
tatlılıkla karşılıyor.
Güzel bir gece oluyor. Ama sonrası… Keşke uyumasaydı. Keşke hiç
uyumasa, çıksa sabaha kadar dolaşsaydı.
Hiçbir şey hiçbir şey onun nöbetlerine, kasılma-katılma ataklarına
engel olamıyor. Nerelere, kimlere gitmedi, nerelere kimlere götürmediler?
Olmadı. Bir şifa bulamadı. Bekliyor. Hiçbir şey düşünmemeye çalışarak
bekliyor.
Sabretmekten başka yapacak bir şeyi yok ama gittikçe sabrı azalıyor.
Aksine nöbetler sıklaşıyor. Sıkıştırıyor. Hayat çoğu zaman bir cehennem.
Bir saate yakın sakin olmaya çalışarak bekliyor.
Artık nefesi hafif hafif düzelmiş, kalp çarpıntısı azalmış yatağın
içinde toparlanmış oturuyor. Neon ışıklarının vurduğu pencereden dışarıya
doğru, sisli bir boşluktan başka bir şey görmeden bakıyor. Swetlana’nın
hafif soluğunu dinliyor, geçmişi ve geleceği tasa etmeden, öylece
beklemeye çalışıyor. Gevşemeye. Artık bedeni nöbetin son aşamasında.
Gerçek uykuya benzer bir rahatlama için kendini bırakmaya hazırlanıyor.
Tedirgin olmadan yatağa tam uzanmak için ağır ağır pikenin altına doğru
kayıyor. Gözleri kapanmaya istekli. Kapatıyor.
Kapatmasıyla açması bir oluyor. Bir çift ela göz bu sefer tam
başucunda. Öylece durup bakıyor. Bedeni yok sadece bir çift göz. Ne
yardım ediyor ne tiksiniyor ne alay ediyor. Tüm ciddiyetiyle göz
kırpmaksızın bakıyor. Bakıyor. Artık uyku haram. Artık nefes alıp
verebilmek hayal.
Ölmek istiyor. Bugün pazartesi olmadığı için, bugün pazartesi olduğu
için, bugün herhangi bir gün olduğu için ölmek istiyor. O ela gözler ona
bakmasın diye ölmek istiyor. Artık hiçbir şeyi taşıyacak gücü kalmadığı
için ölmek. Ama öldürmeyen Allah öldürmüyor.
Bu düş bu karabasan yıllardır her pazartesi olmasa da bazı
pazartesileri gelip üzerine kapanıyor başka bir gün değil, sadece
pazartesi. Yalnızca pazartesi. Her pazartesi olsa alışacak bir şekilde.
Tam “Artık olmuyor kurtuldum” dediğinde hortluyor yeniden. Bir lanet gibi
üzerine çöküp, ağır karanlık kan kokulu kanatlarını üzerine kapatıp
başlıyor göğsünü gagalamaya. Onun yüzünden tansiyon hastası oldu. Onun
yüzünden şeker hastası oldu. Onun yüzünden kalbi hiç iyi değil. Onun
yüzünden sevişemiyor bir türlü. Hep yarım. O yüzden sevdiği kadın,
‘Gülsümmmm’ hep uzağında. O yüzden “geyik i” sevmiyor, o yüzden yalanı
doğrusundan çok muhabbetleri istemiyor. O yüzden sırtını dayayacak bir
oğul yapamadı. Hiçbir kadını doğurtamadı. O yüzden yalnız kaldığında hep
ağlıyor.
Yeniden yatağın içinde toparlanıp oturuyor. Kendi tarafındaki gece
lambasını açıyor. Yana döndüğünde Swetlana’nın acı dolu bakışlarıyla
karşılaşıyor. Swetlana ağlamış. Onun masum ve güzel yüzüne bakmaya
dayanamıyor. Onu öyle görünce ciğerine keskin bir bıçak saplanmış gibi
oluyor. Yaralı bir hayvan gibi inliyor. Artık yeter… Yeter… Yeter…
Yataktan hızla kalkıyor. Banyoya gidiyor. Duşa girip soğuk suyun
altında bekleyecek. Suyun altında ayakta duramazsa oturacak, oturamazsa
yatacak. Ne olursa olacak. Yeter ki bir az hava girsin ciğerlerine. Ruhu
biraz huzur bulsun. Duş bazen iyi geliyor. Su; ağladığını da nefes almak
için uğraşıp başaramayınca boğazını yırtan hırıltısını duymanın
çaresizliğini de ondan gizleyebiliyor. Ama banyoya girer girmez aynada
hayalete dönmüş bir yüzle karşılaşıyor. Her şeyi solmuş bir yüz. Tıraşlı
kafasındaki yarım santimlik saçlar gri, surattaki üç günlük sakallar gri,
bakışlar gri. Hayalet gibi bir şey. Anında geri çıkıyor. Bu haliyle
duştan bir hayır gelmez.
Aynı hızla odaya dönüyor. Kendi yattığı taraftaki komodinin üst
çekmecesinde her zamanki yerinde duran tabancayı kapıp odadan ok gibi
fırlıyor. Merdivenlerden mermi hızıyla inip kendine tahsis ettiği dört
katlı villadan dışarıya çıkıyor. Ayakları çıplak. Odada biraz daha kalsa
ya kendi kafasına ya Swetlana’nın kafasına sıkacak.
Tatil köyünün en sakin saati. Disko kapanmış, sarhoşlar ya odalarında
ya kuytuluklarda uzanmış. Gündüz ağır başlı, gece kuduruk İngilizlerle
hep kuduruk Ruslar bile sızmış. Sesler kesilmiş. Mutfak ise yeni günün
hazırlıkları için beklemekte. Bu nedenle daha tabak çanak gürültüsü
başlamamış. Sanki derin bir huzur var ortalıkta.
O hiç birinin farkında değil. O içinin karanlık hücresinde alkolün,
sigaranın ve başka birçok alışkanlığın yıprattığı bedeni ve öksürüğüyle
yalınayak hedefsizce yürüyor.
Kâbusunun karanlığında yürüyor ve gece mi gündüz mü bilmiyor.
Gözlerini kapatsa da açsa da, rüyada olsa da olmasa da o gözler peşini
bırakmıyor. Ezâ içinde. Bütün ruhu bütün bedeni ezâ içinde. Artık
dayanamıyor artık taşıyamıyor.
Yel yepelek yürüyor.
Nasıl güzel bir gece. Yıldızlar avuç avuç. Gökyüzünde bir düğün alayı.
Havada çam, ıhlamur ve çiçek kokusu. Uzaktan, kıyıyı okşayan dalgaların
güzel şarkısı.
Ne havanın ne gökyüzünün farkında. Bir sahile bir ormanlığa doğru
gidip gidip geliyor.
İlk zamanlar memleketten, o kurak, çorak araziden kavruk insanlardan
farklı, lüks, pırıltılı, sosyetik bu yere gelmek, hayal bile edemeyeceği
kadar güçlü olmak gururunu ne çok okşamış. Nasıl havalarda uçurmuş.
Kendini ne çok bir şey zannetmiş. Kumsalı, ormanı, denizi, dünyada hiç
fakirlik yokmuşçasına rahat yaşayan insanları, serbest kadınları görünce
sanki cennete düşmüş. Kendine bir cehennem yarattığını fark edememiş. O
adama karşı eli tetiğe gittiğinde yarattığı cehennemi görememiş.
Kendisine hiç bir zararı olmamış o insana ateş ettiğinde neler
yaşayacağını kavrayamamış. Düşünmesine izin verilmemiş. İnsanın hayatının
ciddi bir kötülük yaptığında nasıl kirli bir bataklığa dönüştüğünü
algılayamamış. Bu kötülüğün asla peşini bırakmayacağını anlamamış. O bir
anın hesabının yıllarca nefes alamamak olduğunu bilememiş.
“Allah’ım, Allah’ım cenneti alıp bana bir tatil köyü verdiler. Artık
bir cennet hayalim bile yok. Sen de bıraktın. Beni bu cehennemden kim
çıkaracak?“
Onlar “Vatan” için demişlerdi, Timur ise, “Bir defadan bir şey olmaz
reis”
Ne vatan için olmuştu yaptığı ne bir defada kalmıştı cinayet.
Bir pazartesi günü bir cinayet işlemişti. İyi bir adamı pusuya
düşürmüştü.
Sonraki her pazartesi gecesi aynı cinayeti işlemişti. Daha doğrusu her
pazartesi aynı sinsi yöntemle, pusu kurarak, bir cinayet işlemişti. Her
pazartesi gecesi kendisini, çocukluğunu, annesini, ilkokul öğretmenini,
en sevdiği ablası Sakine’yi, Gülsüm’ü, doğmamış oğullarını pusu kurup
öldürmüştü. Ama en çok o ela gözlerin sahibi kızın babasını öldürmüştü.
Kız pusuyu görmüştü. Ellerine kan bulaştırdığını görmüştü. Ve bir daha da
bakışlarını üzerinden çekmemişti.
Ondan vatanını alanlar, sürekli bir şeyler istemekteydiler. Sürekli,
sürekli. “Bu malı karşıya yolla.” “Bu adamı karşıya geçir.” “Şunu
ağırla.” “Şunu ağırla ve videoya çek” “Şu gemiye şunu yüklet” Oysa o
artık rahat bırakılmak istiyor. İhalelerle, yüklerle, belgelerle uğraşmak
istemiyor. Bilmediği adamları mekânında ağırlamak istemiyor. Ağaların
mekâna gelmesini hem mekânın hem de onun patronu gibi davranmalarına
tahammülü kalmadı. Artık doğru dürüst nefes almak istiyor. Unutmak,
unutmak, unutmak… Kim olduğunu? Ne yaptığını Unutmak… Unutamıyor. En çok
da o ela gözler unutmasına izin vermiyor.
Bir türlü unutturmuyor bir türlü rahat bırakmıyorlar. Gençliğindeki
kadar güçlü değil artık. Direnci giderek azalıyor. Kaldıramıyor…
Yaşlanınca çenesi düşen, sürekli konuşan, kendilerini susturamayan
kederli kadınlar gibi oldu. Sürekli ağlıyor. Ayıplanacağını bildiğinden
sürekli yalnız kalıp ağlıyor. Şimdi de öyle bir yandan söyleniyor bir
yandan ağlıyor. Ama bu kez sesli ağlıyor.
Özel misafirler için ayrılmış bungalov görünümlü içleri pek lüks
evlerin oraya yaklaştığında, ağaların; orada, bahçenin bir köşesinde
donatılmış bir masa etrafında mırıl mırıl konuştuklarını görüyor. Onları
öyle bulacağını bilerek geldi. Onların artık buraya gelmemesini istiyor.
Kendisinin gidecek yeri yok. Onlar gitsin. Bir daha gelmesinler. Daha
kirlenecek bir yerciği kalmamış ama gelip daha da kirletmesinler. Onu
yormasınlar. Çok yorgun o. Çok yorgun. Çok.
Silahı önce onlardan, ağalardan birine kararlama çevirip bekliyor. O
onları görüyor ama onlar onun farkında değil. Burada akıllarına bile
gelmez böyle bir şey olacağı. Evlerinden bile daha fazla güvendeler. Kaç
tane güvenlik önlemi var. Kaç güvenlik hattı. O yüzden öylesine rahatlar.
Cipleri, korumaları ve şoförleriyle geldiler. Korumalar izinli, uyumak
için gitmişlerdir ama aranırlarsa odalarında bir kadının koynundadırlar.
Ağaların arasında çok nefret ettiği biri yok vazgeçiyor. Sonra gökyüzüne
doğrultuyor silahı. Oradan da vazgeçiyor. Ama artık eli silahı kavramış.
Kendisine rağmen kavramış. Koşarak denize doğru gidip “Tak tak tak “ diye
sıkıyor. Yeterli gelmiyor. Bir daha bir daha sıkıyor. Ne yaparsa yapsın
içinin yangınını söndürmüyor. Çaresiz kalakalıyor. Ağlaya ağlaya olduğu
yere çöküyor. Bağıra bağıra ağlıyor artık. Bebekliği sayılmazsa ömründe
ilk defa bilincinde olarak bağırarak ağlıyor, kimseyi iplemeden
haykırarak ağlıyor. Atmış tabancayı bir kenara, çömelmiş, başını
ellerinin arasına almış, ağlıyor. Timur yetişmiş, başucunda. Eğilmiş,
usul usul teskin etmeye çalışıyor. Uzaktan, patlayanın havai fişek değil
de silah olduğunu anlayanların sesleri, duyulur duyulmaz bir şekilde
hissediliyor. Swetlana da koşmuş gelmiş. Üstünde incecik bir gecelik.
Korkusunu bir yana bırakmış kolundan tutmuş onu ayağa kaldırmaya
uğraşıyor. Kimse görmeden onu odaya götürme telaşında.
Uzaktaki seslerden olaya doğru gelmeye çalışan grubun otel görevlileri
tarafından dağıtıldığı anlaşılıyor. Bir sessizlik oluşuyor. Her zaman
tedbirli olan Timur yine de belinden silahını çekip bekliyor. Az ilerde
mokasen hafifliği bir küçük kuru dal kırıyor, bir ayak sesi yaklaşıyor.
Sanki çıt çıkarmamaya çalışıyor. Timur o yana, gelene doğru dönüp
bakıyor. Ayak sesi kesiliyor. Ama yakında bir yerde adam. Yakında bir
yere gelip duruyor, her kimse. Timur gelene doğru yürüyor. Karanlıkta
karartı oluyorlar. Gelen, sanki Timur’a mır mır bir şeyler söylüyor. Bir
şey anlatıyor. Cemil’in sesine benzetiyor. Her kimse gelen, küçük bir
oğlan çocuğuna büyük masallar anlatan bir adamın sesiyle konuşuyor
Timur’la.
Swetlana olanların, seslerin farkında değil, onu kalkamaya ikna etmeye
çabalıyor. Ama yine de, silahı daha bir kavramış olarak üzerlerine gelen
Timur’u ilk o fark ediyor. Timur’un bakışlarındaki değişimi o fark
ediyor. Çömlediği yerden ayağa kalkıp önüne atılıyor. Timur, Swetlana’yı
geri doğru savuruyor ve silahı doğrudan onun ensesine dayıyor. Ne
olduğunu anlamadan kulağının dibinde iki el silah sesi duyuyor ve
akabinde boynunda bir sıcaklık bir yanma hissi artarak beliriyor.
İçindeki bütün sesler birden susuyor. Çevresindeki bütün hareket
birden duruyor. Ağır çekim bir film izler gibi oluyor. Sisler arasından
Swetlana’yı ve o ince geceliğini görüyor. Ona doğru uzanmış kendi
ellerini görüyor. Uzaktan bir siren sesi duyuyor. İlk kez hayatında ilk
kez ürkmeden o sesi dinliyor. Kendisine, yaptığının korkusuyla bakan
Timur’un gözlerini görüyor ağır çekim. “Seni affediyorum” demek için
elini uzatıyor ağır çekim. Her şey ağır çekim. İçinde serin bir rüzgâr
esiyor. İlk kez ferah bir rüzgâr, içinde. Yine o eski çocuk. Yine otların
arasında ve özgür. Gözlerini yumup, ölüme teslim oluyor. “Nihayet” diyor.
“Allah’ım nihayet bitiyor”
Ölmüyor ama. Swetlana’nın Timur’un bileğine vurmasıyla, kurşunlar
hayati bir zarar vermiyor. Kurtulmak derse kurtuluyor. Ölse, kimsesizler
mezarlığında olacağını biliyor. Ama kurtuluyor. Üç ay sonra tedavisi
bitip hastaneden çıkıyor ve artık sağ elini kullanamıyor. Hastanedeyken
kendisine; çok iyi bildiği bir kural iletiliyor mahkemeye başvurmazsa ve
konuşmazsa bir şey yapılmayacağı, ellenmeyeceği bildiriliyor.
Köye dönüyor. Baba evine. Yaşlılıkta tek gözü kapanmış olan annesiyle
yaşamaya başlıyor. Duyuyor ki Timur ve Cemil almış yerini. Öyle istemiş
ağalar… Bir gün tüm gücüyle karşısına çıkacağını, kapıp götüreceğini
hayal ettiği Gülsüm evlenmiş, torun tosuna karışmış, kocasını kaybetmiş
ama buna karşın yüzüne bile bakmıyor. Köy küçük. Ne zaman karşılaşsalar
başını çevirip görmemezlikten geliyor. Hatta biraz küçümseyerek saklıyor
bakışlarını. Kahroluyor. Ara ara Swetlana geliyor hatırına. Ona ne
yaptıklarını merak ediyor. Kahroluyor. Ara ara ela gözlü kadın geliyor
hatırına. Kahroluyor… Kahrola kahrola anasının başını bekliyor.
Her şeye kahrederek bekliyor, bekliyor, bekliyor… Ölüm gelmeyince
gelmiyor işte…