Melek Ekim Yıldız   

  'KURGU ÖYKÜ' 







GERÇEKLEŞMEYEN



                                   "Kalbimde sıkıntılı bir huzur var ve dinginliğim tamamen
                                    Kaderime razı olmamdan kaynaklanıyor.”
F. Pessoa

 

Adını bilmiyordum. Hiç söylememişti. Ben de sormamıştım. Sonrasındaysa önemi kalmadı. Buraya getirildiğimizde tesadüfen yan yana düşmüş olmaklığımızın dışında, birbirimize yakın durmamıza neden olacak insani bir özellik yoktu. Her ikimizde de. O basit sorunun ardından, yanıt vermek yerine saçlarıma dokunduğunda genel şaşkınlığımın yerini o ana özgü bir şaşkınlığa bırakışını anlamanın zor olmasının içinde bulunduğumuz koşullarla bir ilgisi olduğunu düşünüyordum. Hepimiz afallamıştık aslında; evlerimizden, iş yerlerimizden alınıp buraya getirilmiştik, sokakta yürümekteyken alınanlar bile vardı aramızda. Her yaştan ve toplumun her kesiminden kadın ve erkeklerden oluşan küçük sayılabilecek bir gruptuk başlangıçta. Zamanla sayımız artacaktı, çok artacaktı.

 

Ucu bucağı görünmeyen bozkırın ortasındaki, kocaman tek katlı ve içinde hiçbir şey olmayan bir binanın içindeydik ilk günler. Gündüzleri binanın dışına çıkabiliyor; yakıcı güneşin altında gidilebilecek hiçbir yer olmadığını görerek, gecenin gelmesini bekliyorduk. Hiç kimse bir diğerine neden olduğumuzu sorma gereği duymuyordu; biliyorduk.

Yaşam koşullarımızın iyileştirileceği söylenmişti ve sabretmemiz istenmişti. Kimsenin fazladan bir şey talep ettiği yoktu, bu yüzden sabır isteği boşunalığından öte anlamsızdı. Kabullenişimize sarılmış, olabildiğince yavaş geçen zamanın salınışını izlemeye bırakmıştık kendimizi.

Geceleri bize verilmiş ince şilteleri boş binada uygun yerlere atıp, uyumaya çalışıyorduk. İlk günler şilte sayısı insan sayısına denk olmadığından bir kısmımız duvar kenarlarına monte edilmiş tahta sıralarda idare etmeye çalışıyordu. Ben ve yanımdaki de o idarecilerdendik. Bazen başımı dizlerine koyuyor, bacaklarımı karnıma çekip uyumaya çalışıyordum. Bazen de o, başını omzuma yaslayıp kestiriyordu. Başım dizinde, geceleyin bozkırın sesini yarı endişe yarı onaylama ile dinlerken, civardaki türdeşlerime bakıp, bu kadar yalnız nereden geliyor, diye sordum. Sustu, öyle çok sustu ki uyumuş olduğunu düşündüm. Sonra eli saçlarımdaydı.

Beni aldıklarında ki bir süredir bunu beklemekteydim, takım elbisesine uymayan kravatı ve yumuşatılmış ses tonuyla iknayı amaçlayan bir bürokratın karşısına çıkarıldım. Bir hastalık gibi algıladıkları durumum ve o durumun topluma zararına ilişkin uzun bir söylevin ardından hükümetin aldığı kararı açıkladı. Varoluşsal hastalığımızın, durumu böyle nitelendiriyorlardı, toplumda daha fazla yayılmasını önlemek amacıyla, bir tür karantina uygulaması planlamışlardı ben ve benim gibi olanlar için. Fiziksel varlığımızı sürdürebilmemiz için gereken tüm önlemlerin alınması hükümetin birincil göreviydi ve güçlü hükümetimiz görevini büyük bir sorumluluk duygusu ile yerine getirmeye hazırdı. İtiraz hakkım varmış gibi hissetmememden daha çok burada ya da başka yerde olmanın benim için fark etmiyor oluşundan, karşımdakinin her cümlesine istekle kafa salladım. Hazırlık için çok zaman yoktu. Her şey çok çabuk olup bitti. İmzalamamı istedikleri her şeyi imzaladım; hazır olmamı istedikleri zamanın çok öncesinde, gitmek için hazırdım.

Önceleri sayıca azdık, ama hızla çoğalıyorduk. Her gün yeni bir grup katılıyordu aramıza. Kısa zamanda çoğalmanın olumsuz etkileri gözle görünür hale gelmeye başladı; aramızdan çıkan hevesli ve doğal liderler aracılığıyla buradaki yaşamın organize edilmesi gerektiğine ilişkin sonu gelmez tartışmalarla gündelik sessizliklerimiz yerini sıkıntılı bir gürültüye bırakmaya başladı.

Yeni bir yaşam kurmaktan söz ediliyordu; barınaklar inşa etmekten, iş bölümünden, yaşamı organize etmekten. Dışına atıldığımız toplumun bir benzerini burada kuracak; diğerlerinin gözünde bir hastalıktan başka bir şey olmayan tek ortak niteliğimizi ise ne yapacağımızı bilmeyerek; her birimiz için yeni bir sayfa açacaktık. Karantinanın üyelerini heyecana getirecek ve yeni yaşamın inşasına gönüllü katılımlarını sağlayacak söylevler tok sesli ve etkileyici görünüme sahip adamlar tarafından veriliyor; buraya atılışlarından dolayı aşağılanmış hisseden yüzlerce insana umut aşılanmaya çalışılıyordu.

Buradaki ilk günlerimizin gecelerinden birinde, elini beklenmedik bir anda saçımda hissettiğim adam yeni yapılanmanın ateşli önderlerinden birine dönüşmüş, kendine yarattığı meşguliyetle neredeyse mutlu bir insan izlenimi vermeye başlamıştı. Onu ve diğerlerini uzaktan izlerken, varoluşsal felaketimizin yeni ve daha güçlenmiş bir halde, büyük bir darbeye hazırlanmakta olduğunu görebiliyordum. Yalnızlardan kurulmuş yeni bir toplumun içinden çıkacak yepyeni bir yalnızlık türünün vurgununun geldiğimiz yerdekinden çok daha sert olacağını öngörmenin diğerleri için zor oluşunu anlayamıyordum. Yalnızın çaresinin bir diğer yalnız olduğu fikrinin devasa bir sanı olduğunu düşünüyor ama fikrimi kendime saklıyordum.

Bizi içinde istemeyen diğer toplumun maddi yardımlarıyla kısa sürede inşa edilen şehrin farklı yerlerindeki “ ev”lere önderlerimizin yardımıyla yerleştirildik. Hayatı sürdürmek için gereken her şeye sahiptik. Neredeyse. Sırada yaşantımızı sürdürmek için katılmak zorunda olduğumuz iş bölümünün organize edilmesi vardı. Aldatıcı bir yaşama sevincinin haresini yüzlerinde taşıyan yalnızlar ordusu, hevesle paylarına düşecek toplumsal statü ve rollerin derdine düşmüştü. Organik Dayanışma Koordinasyon Merkezi, yalnızların geride bıraktıkları yaşamda yaptıkları işler ve meslekleri konusunda bilgilendirilmek istiyor; insanlar öncekinden daha aşağı bir statüye layık görülme kaygısıyla merkezin önünde uzun kuyruklar oluşturuyorlardı. Bildirimde bulunmayan az sayıda insan ki ben de aralarındaydım, vasıf gerektirmeyen işlere yerleştirildiler; kimseye itiraz hakkı tanınmadı.

Geride bıraktığımızın oldukça kötü bir taklidi olan bir yaşamı sürdürmekte olduğumuz düşüncesi her geçen gün biraz daha büyürken içimde, sessizliğimi korumak için olağanüstü bir gayret gösteriyordum. Saçlarımdaki dokunuşunun anısını taze tutarak varlığına katlanabildiğim adamın seyrek fakat tutkulu ziyaretleri dışında kendimi canlı hissettiğim an sayısı yok denecek kadar azdı ve sürdürmeyi daha ne kadar sürdürebileceğimi bilmiyordum.

Yalnızlık hissinin geçici ve mücadele edilebilirse ortadan kaldırılabilir bir oluş olduğuna inanmış – inandırılmış- bu insanların arasında daha ne kadar kalabileceğimi kendime sormaya başlamamın kaçınılmaz sonuçlarına hazırdım.

Geldiklerinde, geleceklerine emin olduğumdan, birkaç parça eşyamı bir çantaya yerleştirmiş, hemen alabileceğim bir yerde tutmaya başlamıştım, hazırdım. Öncekine benzer bir konuşma ve konuşmacı hazırda bekliyordu, ancak bu sefer dinlemeye tahammülüm yoktu.

Yalnızca ellerini saçlarımda hissettiğim anda gerçekten var olabilmiş adamın üzgün ve “keşke” diyen bakışlarını görmezden gelerek, beni yinelenecek bir geleceğe götürmek üzere harekete hazır olan kamyonetin arkasına bindim. Benden birkaç dakika önce araca bindirilmiş olan kadının karşısına oturdum ve gözlerine baktım. Bakışları benimkilere çok benziyordu.


dizin    üst    geri    ileri  


 

 

 SÜJE  /  Melek Ekim Yıldız  /  sekiz ocak iki bin on dört      15