GERÇEKLEŞMEYEN
"Kalbimde sıkıntılı bir huzur
var ve dinginliğim tamamen
Kaderime razı olmamdan kaynaklanıyor.”
F. Pessoa
Adını bilmiyordum. Hiç söylememişti. Ben de sormamıştım. Sonrasındaysa
önemi kalmadı. Buraya getirildiğimizde tesadüfen yan yana düşmüş
olmaklığımızın dışında, birbirimize yakın durmamıza neden olacak insani
bir özellik yoktu. Her ikimizde de. O basit sorunun ardından, yanıt
vermek yerine saçlarıma dokunduğunda genel şaşkınlığımın yerini o ana
özgü bir şaşkınlığa bırakışını anlamanın zor olmasının içinde
bulunduğumuz koşullarla bir ilgisi olduğunu düşünüyordum. Hepimiz
afallamıştık aslında; evlerimizden, iş yerlerimizden alınıp buraya
getirilmiştik, sokakta yürümekteyken alınanlar bile vardı aramızda. Her
yaştan ve toplumun her kesiminden kadın ve erkeklerden oluşan küçük
sayılabilecek bir gruptuk başlangıçta. Zamanla sayımız artacaktı, çok
artacaktı.
Ucu bucağı görünmeyen bozkırın ortasındaki, kocaman tek katlı ve
içinde hiçbir şey olmayan bir binanın içindeydik ilk günler. Gündüzleri
binanın dışına çıkabiliyor; yakıcı güneşin altında gidilebilecek hiçbir
yer olmadığını görerek, gecenin gelmesini bekliyorduk. Hiç kimse bir
diğerine neden olduğumuzu sorma gereği duymuyordu; biliyorduk.
Yaşam koşullarımızın iyileştirileceği söylenmişti ve sabretmemiz
istenmişti. Kimsenin fazladan bir şey talep ettiği yoktu, bu yüzden sabır
isteği boşunalığından öte anlamsızdı. Kabullenişimize sarılmış,
olabildiğince yavaş geçen zamanın salınışını izlemeye bırakmıştık
kendimizi.
Geceleri bize verilmiş ince şilteleri boş binada uygun yerlere atıp,
uyumaya çalışıyorduk. İlk günler şilte sayısı insan sayısına denk
olmadığından bir kısmımız duvar kenarlarına monte edilmiş tahta sıralarda
idare etmeye çalışıyordu. Ben ve yanımdaki de o idarecilerdendik. Bazen
başımı dizlerine koyuyor, bacaklarımı karnıma çekip uyumaya çalışıyordum.
Bazen de o, başını omzuma yaslayıp kestiriyordu. Başım dizinde, geceleyin
bozkırın sesini yarı endişe yarı onaylama ile dinlerken, civardaki
türdeşlerime bakıp, bu kadar yalnız nereden geliyor, diye sordum. Sustu,
öyle çok sustu ki uyumuş olduğunu düşündüm. Sonra eli saçlarımdaydı.
Beni aldıklarında ki bir süredir bunu beklemekteydim, takım elbisesine
uymayan kravatı ve yumuşatılmış ses tonuyla iknayı amaçlayan bir
bürokratın karşısına çıkarıldım. Bir hastalık gibi algıladıkları durumum
ve o durumun topluma zararına ilişkin uzun bir söylevin ardından
hükümetin aldığı kararı açıkladı. Varoluşsal hastalığımızın, durumu böyle
nitelendiriyorlardı, toplumda daha fazla yayılmasını önlemek amacıyla,
bir tür karantina uygulaması planlamışlardı ben ve benim gibi olanlar
için. Fiziksel varlığımızı sürdürebilmemiz için gereken tüm önlemlerin
alınması hükümetin birincil göreviydi ve güçlü hükümetimiz görevini büyük
bir sorumluluk duygusu ile yerine getirmeye hazırdı. İtiraz hakkım varmış
gibi hissetmememden daha çok burada ya da başka yerde olmanın benim için
fark etmiyor oluşundan, karşımdakinin her cümlesine istekle kafa
salladım. Hazırlık için çok zaman yoktu. Her şey çok çabuk olup bitti.
İmzalamamı istedikleri her şeyi imzaladım; hazır olmamı istedikleri
zamanın çok öncesinde, gitmek için hazırdım.
Önceleri sayıca azdık, ama hızla çoğalıyorduk. Her gün yeni bir grup
katılıyordu aramıza. Kısa zamanda çoğalmanın olumsuz etkileri gözle
görünür hale gelmeye başladı; aramızdan çıkan hevesli ve doğal liderler
aracılığıyla buradaki yaşamın organize edilmesi gerektiğine ilişkin sonu
gelmez tartışmalarla gündelik sessizliklerimiz yerini sıkıntılı bir
gürültüye bırakmaya başladı.
Yeni bir yaşam kurmaktan söz ediliyordu; barınaklar inşa etmekten, iş
bölümünden, yaşamı organize etmekten. Dışına atıldığımız toplumun bir
benzerini burada kuracak; diğerlerinin gözünde bir hastalıktan başka bir
şey olmayan tek ortak niteliğimizi ise ne yapacağımızı bilmeyerek; her
birimiz için yeni bir sayfa açacaktık. Karantinanın üyelerini heyecana
getirecek ve yeni yaşamın inşasına gönüllü katılımlarını sağlayacak
söylevler tok sesli ve etkileyici görünüme sahip adamlar tarafından
veriliyor; buraya atılışlarından dolayı aşağılanmış hisseden yüzlerce
insana umut aşılanmaya çalışılıyordu.
Buradaki ilk günlerimizin gecelerinden birinde, elini beklenmedik bir
anda saçımda hissettiğim adam yeni yapılanmanın ateşli önderlerinden
birine dönüşmüş, kendine yarattığı meşguliyetle neredeyse mutlu bir insan
izlenimi vermeye başlamıştı. Onu ve diğerlerini uzaktan izlerken,
varoluşsal felaketimizin yeni ve daha güçlenmiş bir halde, büyük bir
darbeye hazırlanmakta olduğunu görebiliyordum. Yalnızlardan kurulmuş yeni
bir toplumun içinden çıkacak yepyeni bir yalnızlık türünün vurgununun
geldiğimiz yerdekinden çok daha sert olacağını öngörmenin diğerleri için
zor oluşunu anlayamıyordum. Yalnızın çaresinin bir diğer yalnız olduğu
fikrinin devasa bir sanı olduğunu düşünüyor ama fikrimi kendime
saklıyordum.
Bizi içinde istemeyen diğer toplumun maddi yardımlarıyla kısa sürede
inşa edilen şehrin farklı yerlerindeki “ ev”lere önderlerimizin
yardımıyla yerleştirildik. Hayatı sürdürmek için gereken her şeye
sahiptik. Neredeyse. Sırada yaşantımızı sürdürmek için katılmak zorunda
olduğumuz iş bölümünün organize edilmesi vardı. Aldatıcı bir yaşama
sevincinin haresini yüzlerinde taşıyan yalnızlar ordusu, hevesle
paylarına düşecek toplumsal statü ve rollerin derdine düşmüştü. Organik
Dayanışma Koordinasyon Merkezi, yalnızların geride bıraktıkları yaşamda
yaptıkları işler ve meslekleri konusunda bilgilendirilmek istiyor;
insanlar öncekinden daha aşağı bir statüye layık görülme kaygısıyla
merkezin önünde uzun kuyruklar oluşturuyorlardı. Bildirimde bulunmayan az
sayıda insan ki ben de aralarındaydım, vasıf gerektirmeyen işlere
yerleştirildiler; kimseye itiraz hakkı tanınmadı.
Geride bıraktığımızın oldukça kötü bir taklidi olan bir yaşamı
sürdürmekte olduğumuz düşüncesi her geçen gün biraz daha büyürken içimde,
sessizliğimi korumak için olağanüstü bir gayret gösteriyordum.
Saçlarımdaki dokunuşunun anısını taze tutarak varlığına katlanabildiğim
adamın seyrek fakat tutkulu ziyaretleri dışında kendimi canlı hissettiğim
an sayısı yok denecek kadar azdı ve sürdürmeyi daha ne kadar
sürdürebileceğimi bilmiyordum.
Yalnızlık hissinin geçici ve mücadele edilebilirse ortadan
kaldırılabilir bir oluş olduğuna inanmış – inandırılmış- bu insanların
arasında daha ne kadar kalabileceğimi kendime sormaya başlamamın
kaçınılmaz sonuçlarına hazırdım.
Geldiklerinde, geleceklerine emin olduğumdan, birkaç parça eşyamı bir
çantaya yerleştirmiş, hemen alabileceğim bir yerde tutmaya başlamıştım,
hazırdım. Öncekine benzer bir konuşma ve konuşmacı hazırda bekliyordu,
ancak bu sefer dinlemeye tahammülüm yoktu.
Yalnızca ellerini saçlarımda hissettiğim anda gerçekten var olabilmiş
adamın üzgün ve “keşke” diyen bakışlarını görmezden gelerek, beni
yinelenecek bir geleceğe götürmek üzere harekete hazır olan kamyonetin
arkasına bindim. Benden birkaç dakika önce araca bindirilmiş olan kadının
karşısına oturdum ve gözlerine baktım. Bakışları benimkilere çok
benziyordu.