ÖYKÜ

Şeyda Gökoğlu   





 

Hikâyeni yaz dedi dünya;
Saklandı bakışlarımın arkasına,
İşte koca evren senin.
Gördüklerim bana aitti,
Anlam yüklemekse akla.
Yaşadım aklın esaretinde,
Ne noktası oldu hikâyemin,
Ne de virgülü.
Var olansa onundu.

BENZEYİŞ


Şişenin dibini buluncaya kadar kadehimi dolduruyorum ve arka arkaya içiyorum. En son kadehi dibini vura vura bitiriyorum ta ki parmaklarımın arasında kırılıncaya kadar. Masada bir sen bir ben oluyoruz. Önce biraz yabancı sonra biraz aşina derken senli benli ve çığırından çıkarınca içimizdekileri, şangırtılar içinde kırıyorum kadehi. Ya sen? Hiçbir cam parçasına dokunmadan kalkıp gidiyorsun sevildiğini bilmenin zaferiyle başın dik, dudaklarında tebessümle uzaklaşıyorsun. Masanın üzerindeki cam kırıkları, ışıkları yoluna yansıtıyor.

Uzun süredir güneşin altında gözlerime yansıyan ışığın yanına doğru yürüdüm. Bu sıcakta ne olur ne olmaz her taraf orman, yangın çıkmasına sebep verebilir. Bahçenin uzanan toprakları üzerinde yürürken ayağımın altında sürülmüş topraklar kum gibi dağılıyor, beni derinliklerine çekiyordu. Her adımımda bir canlı bulunduğu yerden biraz uzağa sıçrıyor veya kaçıyordu. Ne kadar farklıyız ama bir o kadarda benzeriz. Tıpkı toprağa karışmış cam parçası gibiyiz. Bir parça kumuz, işte! Gözümü alan yansımanın kaynağını alıyor ve tehlike oluşturmayacak bir yere götürmek isterken birkaç cam kırığı daha görüyorum. Masanın üzerinde cam kırıkları toprağa yansıyor.

İnsanoğlu neden camı bulmuş? Şeffaf, kir tutmayan. Sadece içindekileri korumak, göstermekle kalmayıp gözlerimizin biyolojisine sığınarak bakışlarımızın arkasına saklanan dünyayı bile daha güzel görmemizi sağlayan cam. Belki de insan yaşamda umduğunu buldu, belki de bir anlamda insanın hallerine en yakın yapıdaydı. Olmak istediklerini, olduklarını cama işledi. İki sevdalının halleri gibi bileşimine sevgiyi, aşkı, ayrılığı kattı.. Birbirlerinin içinde eridiler ve beraber şekil aldılar. Sevgilerini korumak üzere bir araya geldiler. İçindekini olduğu gibi gösteren, süslemeyen, yalın cam gibiydiler. Kırılacağını bile bile.

Sen de öyle olabilseydin keşke.. Bir cam kadar şeffaf, için dışın bir olsaydı. Yalanlarını söylerken; kendin için yeni bir dünyayı inşa ederken bir diğerini yıktığın dünyada cam gibi saydam değildin ama cam kadar keskindin. Seni tanıdığımı sanmışım. Ruhlarımız birbirinin aynası gibiydi. Ne zaman değiştin? Kendime hep bunu soruyorum. Cevap bulamıyorum. Belki de ben değiştim! Yalan! Dünya bizi değiştirdi. Çok şeyler ümit edip az şeylerle avunduğumuz dünya. Nasıl da kolay suçluyu bulmak. Her ikimizin, bu ilişkideki beceriksizliğini başka bir şeye mal etmek ve hatalarımızı görmemek kolaycılığına sığındık. Açıkçası biz o camları bile bile kırdık. Yine de kabullenemiyorum. Üstelik ben, bırakıp gittiğin günden beri kırıkları toplamadım. Bir türlü bir araya gelemeyen gönlümün parçaları gibi sıçradığı yerde kaldılar.

Bu kırıklar zarar verebilir. İşte o yüzden senden sonra da kimseyi sevmedim. Senin parçaladığın gönlümün kırıkları masum bir insana zarar verir diye sevmedim. O Kırıkları camın kırıkları gibi süpürüp çöpe de atmadım. Hâlâ içimde bir umut var. Belki gelir kırıkları toplarsın.

Toprağın yumuşak tavında geri dönüyorum. Az önce tehlike gördükleri adımlarımdan kaçan canlılara dikkat ederek yürüyorum. Güneş tepede ve hava sıcak. Serinlemek için derenin yanındaki ağaçlara yürüyorum. Yaprakların arasından süzülen ışık suyun yüzeyinde pırıltılar yapıyor. Tıpkı cam kırıkları gibi ama sessiz. Kalkıp giderken bıraktığın masada bardağın içindeki su gibi kıpırtılı, kırılmadan az önceki sessizliğinde. Doğa sessiz. Bir benzeyişti hepsi. Aklımın esaretinde yıllarca camları kırdım. Oysa gördüklerim ve yaşadıklarım bana aitti.

Gökyüzünde iki kuzgun çığlık atarak daireler çiziyor. Az sonra tepelerdeki kayalıklardan dört kuzgun daha havalanıyor ve onları iki kuzgun takip ediyor. Şimdi önde iki, arkada dört ve onların arkasında da tekrar iki kuzgun ileri tepelere doğru uçtular. Gözlerim kayaların arasından biten badem ağaçlarına, çalılara ve meşelere takıldı. Toprak, bitkiler ve gökyüzü çok güzel bir ahenk içindeydi. “Bu güne kadar tek bir cam kırmadan yaşadılar” dedim, mırıldanarak. “Birbirleri ile iç içe. Beraber ve birbirlerinin hayatlarından çekip gitmeden….”


dizin    üst    geri    ileri  

 



 30 

 SÜJE  /  Şeyda Gökoğlu  /  yirmi dokuz mayıs iki bin on sekiz   / 28