Aklı Silin ve
Bedeninizi “Kutsal” Bir İkonaya Dönüştürün!.. (IV)
Alegoriden postyapısalcılığa –yapısökümden karşı
hakikate
Walter Benjamin Pasajlar yapıtında, alegori ustasından modernizme evrilen
süreci;sınıfsal,kültürel ve sosyal görüngüleriyle yorumlar. Lüks üretimle
fetişleşen meta,Paris’in caddelerinde, pasajların açılmasıyla eş zamanlı
görünür kılınmıştır. Paris’te 1848 Şubat Devrimi ertesi, işçi sınıfının
barikatları kanla bastırıldıktan hemen sonra finans kapitalin
egemenliğini ilan eden Bonapart bir gecede gümrük duvarlarını aşağı
çekerken, meta şehvetinin dolup taşacağı görkemli pasajlar hızla Paris
caddelerini kaplamaya başlayacaktır. Bir yandan işçi sınıfı Paris’in
içinden, banliyölerdeki konutlara kovulmakta diğer yandan değişim değeri
yükselen metalar pasajların bol ışıklı vitrinlerinde güler yüzlü bir
biçimde egemenliklerini ilan etmektedirler. Bu yenilgi ortamının;
diktatörlüğün, yıkıntının ve paramparça olan burjuva değerlerin
içerisinden kendini kurtarmaya çalışan sanatçının kaçıp sığınacağı yer
kentin bu yeni görkemli dokusudur.
Benjamin’e göre Baudelaire, toplum sözleşmesinin bozulduğu ve hümanizmin
ideallerinin çağdaş burjuva sanatçısı için anlamsız hale geldiği bir
dönemde; yıkıntıların meta görkemi ile sıvandığı yeni kentte,
kalabalıklara nihilizmiyle karışmış sembolist aylaktır. Böyle bir kent,
Baudelaire tarafından donmuş, cansız ve dış dünyadan bağları kopartılmış
olarak tasvir edilir.Bohem ve aylak olarak karşılık bulan Flanör
karakterinde, kentin dokularında karşısına çıkan çöp yığınlarının,
paçavraların, en alttakilerin, kuralsızların öznel zaman içerisindeki
cehennemsi hayatları, acıları yazgısal bir tavırla mutlaklaştırılır.
Flanör bu betimlemeleri güncelden tarih öncesi mitolojiye, imgelere
kaçarak sembolize ederek karamsar, umutsuz bir biçimde vermeyi tercih
eder.
Benjamin’e göre, Paris’in o günkü dünyasındaki tüm deneyimler; gerçek
anlamda yarının damgasını taşıyan tüm ne varsa yıkıma yazgılı olarak
sergilenmiştir.“Gerçi anılan dönemde Paris, hala ayaktadır ve toplumsal
gelişmenin belirleyici büyük ilkelerinde de bir değişiklik olmamıştır”
diye uyarır Benjamin. “ (Pasajlar, Walter Benjamin, s.183,184)
Bu tespit, Georg Lukacs’ta modernizmin doğalcı ve gerçeküstü alegorisinde
öznel gizilliğin mutlaklaştırılması ve nesnel gerçekliğin çarpıtılması
ilkesi olarak kavramlaşıyor.
Postyapısalcı görüşlerinin henüz nüvelerinin yer aldığı Pasajlar
yapıtının son bölümünde Walter Benjamin bu duruma değinir. Lirik şiirin
algılanması bakımından koşullar artık elverişsizdir. Okuyucu çevresi
kendi kültürel mirasının bir parçası olan lirik şiire daha soğuk bakmaya
başlamıştır. Umut ve coşku çok ender durumlarda okurların deneyimleriyle
olan ilişkilerini koruyabilmektedir (a.g.e, s. 203) Bu dönemi 1850’lerden
başlatmaktadır Benjamin...
Fransa’da işçilerin kıyımıyla ve aydınlanmanın sorgulanmasıyla dönüşen
toplumsal-kültürel dönemi açıklarken yalnızca lirizmin yerini
karamsarlığa bırakmasındaki durumu ortaya sermek istememiştir, aynı
zamanda bu süreci artık, gerçekçi tutumlarla hakikati bulmanın mümkün
olmadığı bir milat olarak ilan etmiştir. Hakikati bulma çabası bundan
böyle insanın toplum içerisindeki yaşamı anlatılarak ortaya konulamaz,
çünkü uygarlaşmış kitlelerin kuralla bağlanmış, doğal olmaktan çıkmış
yaşamlarında belirginleşen deneyimin tam karşıtıdır hakiki deneyim. (a.g.e,
s.203, 204)
Böylece sanatta ve şiirde, canlı insan, toplumsal deneyimlerinden
kopar.İlk uğrak; öznenin donmuş, tarihsellikten kopmuş olguları,
temsillerinde ürettiği sembolcü, gerçeküstü aşkınlaştırma ise ikinci
uğrak postmodernizmin salt bedene kapandığı anlam yitimidir. Birisi
bütüncül gerçekliğin, kişisel mutlaklaştırma ile yıkımıyken diğeri
gerçekliğin yerine, varlığın tekil halinin ve deneyiminin geçirilmesiyle
yıkımıdır.
Alegoriyi eleştiren Benjamin’indeneycilik ve özdekçilik
açmazı
Benjamin, Baudelaire’inin yaşamında ve şiirinde, öznel zaman içindeki
bireylik halini aşkınlaştırmasına savaş açarken, toplum ile insan
arasında bağ kuran özdeşlikçi yasalardan ve tarihsellikten nefret eder.
“Saf” varlığın büyüsünü yeniden keşfederek özdekçi metafiziğin
limanlarına yelken açacakların ilk kılavuzlarından biri, öznel idealizm
karşıtlığında böyle bir paradoksal çözülmenin ürünüdür.
Günümüz postmodernlerine kapı açacak olan rafine bir deneyciliğin
yükselişi, tüketim toplumunda bedenin hazcı bir indirgemeyle yeniden
keşfi yanılgısından başka bir şey değildir.
Burada özellikle Henri Bergson’un bellek kavramına ve kendi oluşturduğu
diyalektik imge (sonradan özellikle Theodor Adorno’nun eleştirisiyle terk
ettiği) kavramlarına tutunur.
Bellek kavramına göre, düşüncelerin oluşumunda kuramlar değil deneyimler
esastır. Deneyimler ve anlamları, toplumsal alan içerisindeki maddi
üretimsel etkinlikle bağlamlı davranışlara, kültürel yapı ilişkilerine
göre oluşmazlar ve birlikte tarihsel bir evrim geçirmezler. Deneyim o
anki diyalektik somutluk değil gelenektir. Şeylere, olgulara ilişkin
belleğimizde yer etmiş olan her imge deneyimdir. Bunlar kuşaktan kuşağa
bilinç dışı imgeler biçimde insan belleğinde kümelenirler ve saf verilere
işaret ederler. Yani herhangi bir kuramın, felsefi düşüncenin,
ideolojinin, siyasi retoriğin yerine insanlığın tarihsel olarak aktarılan
olgusal saf kavrayışı karşımıza çıkar. Bergsoncu bellekte oluşan imgeler
Carl Jung’un arketipine benzer bilinç dışı kolektif izlerdir.
Benjamin Bergson’un belleğindeki deneyimleri birbirine bağlamadan her
birinin kendi değişim ve gelişim süreçlerini tekil olarak ele alarak
alegorideki cansızlığın, donukluğun yerine panzehir olarak diyalektik
imgeyi koyar. Burada da tarihselci anlayışa denk düşen bir belirlenim söz
konusu değildir. Diyalektik durağanlık dediği bu yaklaşımda nesnelerin,
şeylerin, olguların her biri kendi ifadesini(anlamını) üreten tekil
güçler olarak ele alınır ve özdeşlik yadsınır. Nesneler uzay boşluğunda
birbirine belirli bir mesafede duran fakat topluca bütün içeriği veya
anlam oluşturmayan yıldızların içerildiği takımyıldızı gibidirler. Bu
minyatürleşme; her bir tekilin, üzerindeki hiyerarşik etkinin(belirlenim)
dışına çıkarak kendi kavramlarını inşa etmesi, varlığın ve tarihi öznenin
şeyleşmesiyle sonuçlanır.
Diyalektiğin bu dil oyunlarıyla çekimser reddi yirminci yüzyılın ikinci
yarısında bedenin yersiz yurtsuzlaşması, nesnel bütünlüğün tümüyle
reddedilmesi ve Bergson’cu bir şekilde tekilin kendini sonsuz tekrar
olarak kavram üretimine dönüştürmesi anlamında Deleüze, Derrida, Lacan,
Guattari ve Foucault’ta tezahür edecektir.
Bu ontik gizemciliği Eagleton, “Benjamin’in rüyası, nesnesine tümüyle
gömülecek kadar içkin bir eleştiri biçimidir” diye değerlendirir.
(Estetiğin İdeolojisi, Terry Eagleton, s. 410)
Bu durumda görüngülerdeki bilginin doğruluğundan hiçbir koşulda kuşku
duymamak mutlak bir özdekçiliğe varmaktadır. Özel mülkiyet toplumunun
gerçeklerini, yabancılaşmış algıları yok sayarak büyü çağındaki gibi
kavramları sezgisel bir saflıkta aramanın saflığına düşmektir. Eagleton
bunu sözcük ve nesnelerin kendiliğinden bir uyuma sahip olduğu “mutlu
cennet bahçesi” olarak tarif eder. (a.g.e,s. 411)
Güç istemi ve üstinsan yanılgısı
Aydınlanmanın hayal kırıklığı yaratan ülküsel öğretilerine baltayı ilk
vuranlardan biri olan Nietzsche; ihanete uğramış,kapana kısılmış ve bu
yolla tüm bedensel potansiyelleri iğdiş edilmiş “hayvanı” geri çağırır.
Yüce bedenin, gücü ele geçirdiğinde yaşayacağı ihtişamı hatırlatır, adeta
insanın eline bir mızrak vererek yel değirmenlerine saldırmasını, insanın
tüm türsel erinçlerini kanatları içine hapsedip döndüren katı gövdeyi
(kurumları, normları, ahlakı) parçalamasını ister. Güç isteminde, bedenin
kendini bir fark olarak özgürce inşa etmesi; sanatsal bir varlığa
dönüşmesiyle, ölü dirilecek, tüm kısıtlar kalkacak yaşam yeniden
kazanılmış olacaktır. Her tekilliğin,üretici maddi güçlerin içindeki
varlığına dayanmadan, ortak bir kurtuluş anlatısını eylemeden kendi
özgürlüğünü nasıl var edeceği ise bir muammadır. İnsan doğası
evrenseldir. Marx bize bunu öğretir. Postmodernlerin üzerini örttükleri
gerçek, kapitalizmde bireysel gelişimin, erincin diğerinin sömürüsü ve
kanı pahasına olmasıdır. Aynı anda hem farklı hem eşit (özgür) olabiliriz
fakat eşitliği sağlamadan farklılaşamayız. Toplumun büyük bir çoğunluğu
üzerindeki sömürü ve adaletsizlik kalkmadan bireylik halindeki eşitlik
sağlanamaz; çünkü bireylik halindeki eşittik aslında bireyin tüm öz
potansiyellerini, yeteneklerini gerçekleştireceği ve farklılaştıracağı
gerçek bir özgürlük alanına ihtiyaç duyar. Yani farklı bir beden
inşasının koşulu özgürlüktür, kapitalizmden ve yabancılaşmaktan
kurtulmaktır; işte bu, postmodernistin alerji duyduğu büyük bir anlatıdır,
evrensel-bütüncül olan ama illaki yaşama içkin olan hakikattir.
Postmodernizmin ruhu: karşı sanat
Bir bakıma postmodernizmin sanatta boy veren damarları, özdeşliğin reddi
üzerinde kurgulanır. Her türlü bütüncül düşüncenin hegemonya yaratacağı
bilgisi(yanılsaması) ile kuram yadsınır ve beden tek başına Heidegger’in
zaferiyle varlığa atılmış olarak toplumsallıktan soyutlanır.
Eagleton Postmodernizmin Yanılsamaları kitabında, “Bütünlük aramamak
yalnızca kapitalizme bakmamanın kodunu oluşturur.” derken bütünlük
karşısındaki kuşkucu tutumun ister sağdan ister soldan gelsin açık bir
sahtekârlık olduğu belirtilmektedir. (s.24)
Postmodernist yazar, verili olanı bilimsel yöntemle aşamadığından,
çoğunlukla da kapitalist küreselliğin egemen kıldığı rüzgârın etkisiyle
bu sahtekârlığı paylaşır. İdeoloji, politik söylem ve toplumcu bakış,
toptancı bir şekilde sanatsal özerkliği bozan,eseri araçsallaştıran yoz
yapılar olarak ele alınır. Bu açıdan postmodernizimde birey/özne tümlükten
ayrılmış tekil bir bedendir, yaşama dair söyleyeceği evrensel anlatısı,
politik etiği yoktur, çevresini ve doğayı ilkel büyü dönemindeki gibi
dolayımsız algılar. Düşünmeyi ve anlatıyı yürüten akıl yerine sezgi ve
saf duyumsayış yerleşmiştir. Her türlü kavram yapı sökümüne uğrar, içi
boşaltılır. Dil bedendeki anlık duyumsanan keyfi göstergeden başka bir
şey değildir. Sözcük ya da metin, bedene yapışmış görsel bir şölendir
artık, amacı kendidir. .
Hiçbir temele, köke, özdeşliğe bağlı olmayan beden bir makine gibi
sürekli ürettiği bilgiyle(arzu) de yersiz yurtsuzdur. Bilgiler bedenin
anlık kıvrımlarındaki görüngüler olarak süreksizdir; yani herhangi bir
tarihsel diyalektik bağlam içermezler. Olguların farklılıklar, kimlikler
içinde olup bittiği ve kendi akıbetine bırakıldığı kültürelci bir çokluk
tanımlanabilir ancak. .
Deleüze, insanın bir toplumsal yapı içinde olduğu gerçekliğini yadsıyacak
denli “şizoid” (bilinçdışının yıkımıyla, bedenin arzulara dayalı aktif
gücünün ve özgürlüğünün kurulacağını öngören özdekçi/metafizik
düşünce)olmadığı için üretim ilişkilerinin belirlediği tarihsel bir
ilişki biçimiyle ilgilenmemekle birlikte arzu makinesi olarak tanımladığı
bedenin, kişilerarası çoklu bağlarından, katmanlarından ve anlamlarından
bahseder. Yalnız bu bağlar bedenin yalnızca kendi güç inşası ve Spinozacı
bir tarifle upuygunluk gerçeklemesi olup haz ve sevinç ya da negatif
etkiyle keder üretirler ve asla bir kavram ya da öznelci fikre
ulaşmazlar. Öznebirey yerine bir beden olduğundan kendini diğeriyle özdeş
kılacak ve herkes için temel politikalar planlayacak bir tinsellik içinde
olamaz. Dönüştürülecek bir bütün olmadığına göre tarihi özne de yoktur.
Bu metafizik özdekçiliğin edebiyat ve şiirdeki izdüşümü gerçekçiliğin
yani diyalektik ve tarihsel maddeciliğin tümüyle yadsınmasıdır. Başta
evrensellik, özdeşlik, tarihsel örüntü, belirlenim olmak üzere; sınıf
çatışmasının yarattığı adaletsiz, haksız, şiddete dayalı dünyada
taraflılık esası yadsınır. Saf sezginin krallığını ilan eden postmodern
yazar, şair (sanatçı) nesnel biçimlemeden, hakikatten uzaklaşarak,
temelsizliğin ve merkezsizliğin müphemliği ve açık uçluluğu arasında
bedeni süreksiz bir imge yaparak, dış dünyayla bağlamı olmayan, keyfi ve
çoklu anlamlar kurar. Olguları, görüntüleri, kişileri hikâyeye ya da
şiire taşırken onların taşıdığı sınıfsal ve tarihsel ilişkilerle
ilgilenmez hatta keyfine göre onları parçalar, göstergeler dünyasındaki
kodlara istediği gibi bükerek bir oyuna dönüştürebilir ya da istediği
anlamları yükleyerek anlamsızlaştırabilir; üretilen soyut, muğlak, kapalı
yapı insandan kopuk “karşı sanat” olarak yükselir.
Marcel Duchamp’ın geçen yüzyılın başlarında ters çevirdiği pisuarından çok
daha bilinç dışı ve bedencidir postmodernizm...Kullanılmış, kirli pisuar,
ataerkinin fallus azametine bir alt göndermeyse;bu postmodernizm için;
yıkılması gereken bir mesaj örüntüsünden başka bir şey değildir. Bedri
Baykam’ın yıllar önce bir holding babasına, resim sanatı diye bir milyona
sattığı boş çerçevesi ya da narsisizmin tezahürü olarak menisini
sakladığı buruşmuş bir peçete imdada yetişebilir. Baykam’ın bedeninden
yükselen arzu, kendinden bir güç inşasıyla, holdingin sunduğu haz
nesnesine; milyoncuğuna kavuşurken, burada hiçbir göndermeye veya
anlatıya varmamış olan çerçeve ve peçete; fetiş bir meta olarak
özgürlüğün ve estetiğin anıtı sayılabilmektedir. Öyleyse sanatçı,beden ve
yaşam konusunda tarihselci tümlük bilgisine ulaşmadan yapıtını gerçek bir
bilgi olarak kuramaz. Eagelton’un Marksçı söylemiyle, üretici kişiyle
tüketici kişi aynı bedende çelişki oluşturur. Biri kendi yabancılaşmış
emeğiyle değer üretmeye çalışırken diğeri tüketici olarak dış merkezle
yaratılmıştır. Duyusal olan ve duyumsal olan üretim ilişkilerinin bütün
işleyişinin etkisi altındadır. Bu bütünsel merkezileşmiş yapı içinde
kendi farklılığı iğdiş olmuştur.Bu açıdan bedenin öz deneyiminden kendi
saf kuramını damıttığını ne kadar söylerse söylesin, burjuva ideolojisine
angaje “karşı sanatçı” olmaktan kurtulamaz.Öyleyse bedendeki bilgi,
tümcül nesnel anlatıyla bağlam oluşturmaz ise sanatçı hakikatin değil
yalanın, anlamsızlığın yani burjuva ideolojisinin bilgisini verir.
“Dil yerkürenin herhangi bir köşesindeki çıkmaza girmiş bir politik
gerçekliği anlatmıyorsa başka ne işe yaradığını anlamak güç.”
Terry
Eagleton