Sanat ve sanatçı kavramları her zaman ayrıcalıklı bir yere sahip olmuştur
tüm toplumlarda. Sanat denince akla öncelikle estetik gelir, güzelduyu
gelir, düşünce ve duyguların ustalıkla bir tuvale, sahneye, sözcüklere
yansıtılması gelir. Sanatçı da bu ustalığı büyük bir beceri ve özel
yetenekle ortaya çıkaran kişilere denir. Bu anlamıyla çoğu kez aydın
sözcüğüyle de örtüşmektedir.
Sanat ve sanatçı sözcükleri bizim ülkemizde yıllardır biraz daha hatta
fazla ayrıcalıklı düzeydedir. Öyle bir ayrıcalıktır ki bu; onu ne yere ne
göğe sığdıramaz, ‘ne yerdedir ne göktedir’ dercesine yok sayarız.
Sanatçıyı da ne deve ne kuş, devekuşu örneği, her türlü ‘meslek
erbabının’ dışına iteriz. Ne işçidir, ne memur ne de iş adamı; hepsinin
dışında bir ‘sanatçıdır’ o. Bu nedenle diğer mesleklere verilen her türlü
haktan da yoksundur.
Murat Muslu, sanat yaşamına 1989 yılında Ankara’da karikatürle başlayan
bir isim. Ancak hemen ardından hem sahneyle hem de kamerayla tanışıyor ve
sinema ve tiyatro alanına adım atıyor. A.Ü. Dil-Tarih ve Coğrafya
Fakültesi Tiyatro bölümünden mezun olduktan sonra da 2000 yılında
İstanbul’a yerleşiyor. Burada Hadi Çaman’la başlayan tiyatroculuğunun
yanı sıra dizilerde dublaj asistanlığı/ yönetmenliği yapıyor. Ardından da
gerek sinemada gerekse Yabancı Damat’dan Muhteşem Yüzyıl’a varana dek
birçok dizide oyuncu olarak rol alıyor. ‘Selim’ rolüyle ana
karakterlerden birini oynadığı ‘Uzun Yol’ filmi, BAFTA tarafından 2014
yılında ‘En İyi Yabancı Film’ dalında 87. Oscar ödüllerine aday
gösteriliyor.
Şimdilerde; oyunculuğunun yanısıra yazar olarak da varlığını sürdüren
Murat Muslu’nun en önemli yanı, sanatçı hakları konusunda yaptığı
çalışmalar, bu yolda verdiği mücadele. Bu mücadelesini önce DİSK’e bağlı
Sine-Sen’de (Sinema Emekçileri Sendikası) başlatan Muslu, 2009 yılında
sendikanın yönetim kurulu üyeliğine seçilir. 2010 yılında da tüm
oyuncuların örgütlenerek haklarını araması için sinema ve tiyatro
oyuncularını toparlayarak Oyuncular Sendikası’nın kurulmasına önayak
olur.
Muslu’yla sinema ve tiyatro sanatçılarının hakları ve sorunları üzerinde
konuştuk…
[ Semih
Özcan ] Sinema Emekçileri Sendikası’ndan (Sine-Sen)
Oyuncular Sendikası’na..oyuncular ve genelde sinema-tiyatro sanatçıları
kapsamında, sanat kesiminde sorunları ne düzeyde değişti ya da zorlaştı,
sanatçıların çalışma yaşamındaki süreç ne düzeyde oluştu?
[ Murat Muslu ]Sinema Emekçileri Sendikası (Sine-Sen) sürecindeki sorunlar ne yazık ki
Oyuncular Sendikası kurulduktan sonra da aşılabilmiş, çözülebilmiş değil.
Oyuncular kanuna göre işçi olmalarına rağmen hâlâ bir esnaf gibi, bir
tüccar gibi defter tutmak zorunda bırakılıyor. İş Kanunu ve Sendikalar ve
Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’ndan haklarından yararlanamıyorlar. Bir de
Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’ndan doğan hakları var ki o haklarından da
ne yazık ki yoksun bir şekilde çalıştırılıyorlar. Üstelik şu sıralarda
mecliste olan ve çıkması yılan hikayesine dönen yeni Fikir ve Sanat
Eserleri Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı’nda da
oyuncuların maddi haklarının devrine yıl sınırı koyarak sonsuza dek gasp
edilmesinin önü kesilir gibi yapılırken sinema filmlerinde 5, dizilerde 6
yıl daha gasp edilmesinin yolu açılıyor. Oysaki dünyada böyle bir
uygulama yok. Filmlerin ilk gösteriminden veya umuma iletiminden hemen
sonra haklardan yararlanmaya başlanıyor.
[ Semih
Özcan ] Oyuncular Sendikası’nın kuruluşunda yer aldınız.
Sizi buna iten nedenler nelerdi? Bu düşünce nasıl oluştu, ilk ne zaman
bir araya geldiniz? Yeterince ilgi buldunuz mu? Örneğin şu an sendikanın
gücü ne düzeyde?
[ Murat Muslu ]Sine-Sen yönetimindeyken kafamda “Neden acaba sektörün tanınan bilinen
isimleri sendikaya sahip çıkmıyor? Gelip sendikada hakları için mücadele
etmiyorlar. Görece daha genç oyunculara neden önderlik etmiyorlar?
Oyuncular neden daha çok dernekler aracılığı ile var olmaya çalışıyorlar?”
gibi sorular vardı. Bir çıkış yolu arıyordum. O sıralarda sendika olarak
Sinema İş Yasası’nın çıkarılması için çalışmalar yapıyorduk. Oyuncuları
sürece dahil edebilmek için Sinema İş Yasası İçin Oyuncular Platformu
oluşturdum. Bu arada zaman zaman oyuncular arasında bir aktörler
sendikasının gerekliliği konuşuluyordu. Ancak kimse bir adım atmıyordu.
Genellikle yasaların aktörler sendikasının kurulmasına izin vermediği
şeklinde bir inanış vardı. Öte yandan oyuncular sadece sinema ve dizi
alanında faaliyet yürütmüyorlardı; tiyatro vardı, seslendirme vardı. Bu
alanlar da yeteri kadar Sine-Sen’de var olamıyordu. Kaldı ki Sine-Sen
sinema-dizi sektöründeki bir çok mesleği bir arada barındırıyordu.
Aslında yapılanması bir çeşit konfederasyon gibiydi. Ancak bir çok birimi
bünyesinde barındırsa da bir türlü istenen güçlü örgütlülüğü
sağlayamıyordu. Öte yandan yönetim kurulunun diğer üyeleriyle de aramda
ayrışma başlamıştı. O sıralarda Sendikalar Kanunu’nun değiştirilmesi
gündemdeydi. Acaba biz oyuncular olarak bu sürece müdahil olabilir
miydik. Bunun ancak bir aktörler sendikası ile olabileceği düşüncesi
oluştu bende. Hem bu sürece müdahil olabilmek ve hem de bütün alanlardan
oyuncuları bir çatı altında toplayabilmek adına aktörler sendikasını
kurmak için harekete geçtim. Konuyu Sine-Sen Hukuk Danışmanına ve
yakınımdaki Murat Zubi, Galip Görür, Nazif Uslu, Ferhun Yılmaz ve İhsan
Ustaoğlu gibi oyuncu arkadaşlarıma açtım.“Yasalar izin vermese de fiili
olarak bu sendikayı kuralım. Kapatırlarsa da AİHM’e kadar yolu var,” dedim. Sonrasında İlyas Salman, Tamer Levent, Memet Ali Alabora gibi
tanınmış bazı oyuncularla iletişime geçtim. 2010 yılı Mayıs’ından
Kasım’ına kadar Su Gösteri Sanatları Sahnesi’nde oyuncularla yaptığımız
toplantılarla geçti. 29 Kasım 2010 tarihinde bir otelde yaklaşık 550
civarında oyuncunun katılımıyla büyük buluşmamızı gerçekleştirdik. 29
Mart 2011’de de sendikamızın kuruluş dilekçesini valiliğe verdik.
Sendikanın gücü meselesine gelirsek. Ne yazık ki arzulanan güçlülüğe
henüz ulaşmış değil. Bunu da elbette ki ülkedeki genel örgütsüzlükten
ayrı düşünmek mümkün değil. Sendikaların hali ortada.
[ Semih
Özcan ] Çok güzel ve etkili bir sloganla işe
başlamıştınız: ‘Başrol Dayanışma’nın.. Bunda başarıya ulaşıldı mı?
Başrol ‘dayanışma’nın oldu mu? Yani, oyuncular çalışma koşullarında ve
emeğinin hakları olan ücret konusunda örneğin, amaçlanan düzeye
ulaşabildi mi?
[ Murat Muslu ]Evet, slogan retorik olarak güzel. Ancak içinde yaşadığımız rekabete
dayalı, “insan insanın kurdudur” düşüncesini benimsemiş bir sistem
içerisinde ne yazık ki güzel bir temenni olarak kalıyor. Dayanışma gerçek
anlamda gerçekleşmiş olsa sinema-dizi sektörü bu halde olabilir mi?
[ Semih
Özcan ] Şu an en büyük sorun sanırım dizilerde; hem
çalışma koşullarının ağırlığı hem de ekonomik açıdan sosyal güvenceden
yoksun olduğuz için? Şu an koşullar ne durumda? Bir dizide, setlerdeki
çalışma saatleri ve sanırım zaman da, ne durumda örneğin? Günde kaç saat
çalışıyorsunuz?
[ Murat Muslu ]Çalışma süreleri İş Kanunu’nun öngördüğü saatlerden fazla ne yazık ki.
Kimi zaman 16-18 saat kimi zaman 24 saat. Mikrofon uzatacağınız herhangi
bir sektör emekçisinin size vereceğim farklı yanıtlar olabilir; 2-3 gün
neredeyse uyumadan çalıştığını söyleyenler bile olacaktır. Bu uzun
çalışma saatlerine dizi süreleri gerekçe gösterilse de ki haklı bir
gerekçe değil. Diziler normal sürelerde de olsa bu kuralsız ortamda
tamamen işverenin keyfiyetine bırakılmış bir ortamda gene devam eder uzun
çalışma süreleri. Bir de sinema-dizi sektörünün kendine özgü koşulları
var. Aslında ilgili kanunların bunu gözeterek yeniden yapılandırılması ya
da yeni kanunlar/yönetmelikler çıkarılması gerekmektedir. Örneğin başta
oyuncular olmak üzere sinema-dizi alanında çalışanların toplu pazarlık
toplu sözleşme yapabilmelerinin önünün açılması lazım. Sektör ya sendikal
barajlardan muaf tutulmalı ya da sinema-dizi alanının da içinde yer
aldığı güzel sanatlar işkolu sendikalar kanununda şu an olduğu gibi
ticaret, büro ve eğitim işkolu ile birlikte değil ayrı bir işkolu olarak
tanımlanmalı. Sektörde toplu sözleşme düzenine geçilemediği sürece
sektörün işverenlerinin insafına kalmaya devam edecek oyuncuların veya
diğer sinema-dizi emekçilerinin çalışma koşulları.
[ Semih
Özcan ] Geçtiğimiz günlerde bir TRT dizisinde oluşan
kaza nedeniyle eskiden beri var olan sorun yeniden gündeme geldi? Çalışma
güçlüğü, riski ne düzeyde bu dizilerde. Oyunculuk artık ‘tehlikeli
meslek’ mi? Setlerde gerekli güvenlik önlemleri yok mu? Ve oyuncular bu
tehlikeli çekimlerde, iş güçlüğü, iş riski gibi tazminatlar alabiliyor
mu? Ya da ne bileyim, diyelim ki bir çekimde sakat kaldınız bir süreliğine
ya da sürekli, yaşamınızın bundan sonrası için güvence niteliğinde bir
geliriniz oluyor mu? Böyle durumlarda statünüz ne? Tazminat hakkınız var
mı örneğin? Bir oyuncu olarak film çekimlerinde aldığınız parasal
karşılık ve güvence anlamında, ‘statünüz’ ne? Yani sanatçı mı, işçi mi,
sözleşmeli personel mi? Nasıl bir iş hukukuna tabisiniz? Emeklilik
güvenceniz, sigortanız var mı örneğin? Sigortalı olabiliyor musunuz ya da
özel koşullar taşıyan sözleşmeli olarak mı çalışıyorsunuz? Bir de bu
durum normal bir sinema filmiyle diziler arasında farklılıklar gösteriyor
mu? Diyelim ki başladığınız bir dizi ‘ tutmadı’ diye iki bölüm sonra
yayından kaldırıldı. Bu durumda özlük haklarınız ne oluyor? Daha doğrusu
var mı?
[ Murat Muslu ] 2015
yılında Oyuncular Sendikası ve sektördeki diğer sendikaların çalışmaları
sonucunda sinema-dizi sektörü “az tehlikeli sınıf”tan “tehlikeli sınıf”a
alındı. Öte yandan oyunculuğun madencilikten sonra dünyanın en ağır işi
olduğu hep söylenegelir. Böylesine ağır bir işi tehlikeli bir sektörde
yaparken çeşitli güvenlik önlemlerinin alınması beklenir. Ancak ne yazık
ki setlerin hepsinde olmasa bile çoğunda bu güvenlik meselesi es geçilir.
Ne yazık ki setlerin bir standardı yok. Yani bir işyeri açtığınızda
belediye sizden bazı yükümlülükleri yerine getirmenizi bekler. Ancak
setlerde ne böyle yükümlülükler vardır ne de bunları sürekli denetleyen
kurumlar. Örneğin setlerin sağlık açısından, temizlik açısından hiç
denetlendiğini duymadım, tanık olmadım.
Öte yandan İş Kanunu’na tabii çalıştırılmadıkları için oyuncular, iş
güvencesi, ihbar, kıdem vb. çeşitli tazminatlar gibi haklardan
yararlanamıyorlar. Sigortalarını 4-a eski SSK üzerinden işveren
yatırmadığı için 4-b üzerinden kendileri yatırarak emekli olabilirler
ancak. Oyuncular sürekli iş bulamadıkları için yani bir mevsimlik işçi
gibi sürekli çalışamadıkları için emeklilikleri de neredeyse imkansız.
Ancak Devlet ya da Şehir Tiyatroları gibi ödenekli tiyatrolarda kadrolu
çalışıyorlarsa iş güvencesi ve emeklilikten söz edebiliyoruz.
[ Semih
Özcan ] Tiyatro kökenli bir sinema sanatçısı olduğunuz
için özellikle soruyorum; tiyatro ve sinema oyunculuğu arasında belirgin
farklar var mı ve Türk Sineması bu anlamda kendi özgünlüğünü
oluşturabildi mi? Bunu şunun için soruyorum, Nijat Özön, sanırım ‘Türk
Sineması’na Giriş’ kitabında, Türkiye’de sinemanın Muhsin Ertuğrul’la
başladığının ve onun öneminin altını çizdikten sonra, yine de Türk
Sineması’nın başlangıcının sinemasal öğeler taşımadığını, tiyatronun
etkisi altında kaldığını hatta ilk Türk filmlerinin ‘filme çekilmiş
tiyatro oyunu’ olduğunu belirtir. Günümüze baktığımızda da şunu
görüyoruz; Türk sineması çoğumuzun eleştirdiği o eski Yeşilçam döneminin
de oldukça gerisinde şu an. Nitelik anlamında değil, nicelik olarak
söylüyorum. Yani ne film yapılabiliyor ne de yapılanları oynatacak sinema
salonları bulunabiliyor. Dizilerin müthiş bir ağırlığı var. Ve ilginçtir;
dizilerdeki oyuncuların çok büyük bir bölümü tiyatro kökenli. Dizileri
tiyatrocular götürüyor diyebiliriz. Hani neredeyse, tiyatrocular
dizilerden çekilme kararı alsa, dizi sektörü çökecek boyutlarda. Ne
oluyoruz? Oyunculuk anlamında, başa mı döndük? Türk Sineması kendi
oyuncusunu, sinema oyunculuğu farkını ortaya koymada yetersiz mi kalıyor?
Yoksa bu doğal bir süreç mi? Zaten tiyatro oyunculuğu eğitimi almayan
sinema oyunculuğunu da beceremez mi diyorsunuz?
[ Murat Muslu ]Evet, insanların açık hava sinemalarını veya kapalı sinema salonlarını
hınca hınç doldurdukları günler geride kaldı. Çünkü o yıllarda film
izlemek için halkın gidebileceği sadece sinema salonları vardı. Tek kanal
olduğu içinde sınırlı sayıdaki televizyon dizilerinin hayatımızda
kapladığı alan sınırlı oluyordu. Ta ki 90’larda tecimsel televizyonlar
ortaya çıkana kadar. O günden sonra seyirci sinema yerine dizilere
yöneldi. Aslında Yeşilçam filmlerinin yerini diziler almıştı. Yani artık
toplum Yeşilçam filmleriyle değil, televizyon dizileriyle katharsis
oluyor egemen düzene eklemleniyordu. Ayrıca sinema filmleri 80lerden
bugüne sinema salonu dışındaki video, dvd, internet, televizyon vb.
mecralarda da izlenebiliyor. Yani sinema salonunda film izleme biçiminin
dışında alternatif izleme biçimleri ortaya çıktı. Bu da haliyle salon
izleyicisi sayısını azalttı.
Öte yandan sinemanın veya oyunculuğun ne olduğuna ilişkin görüşler de
Muhsin Ertuğrul’un döneminden bugüne çok değişti ve çeşitlendi. İdeal
olan elbette eğitimli oyuncu olmaktır. Burada eğitim derken illa ki
üniversite eğitimini kast etmiyorum. Ama bir oyuncu ne tür bir oyunda ya
da filmde oynadığını; bu türün veya yönetmenin kendisinden ne tür bir
oyunculuk beklediğini anlayabilmesini sağlayacak eğitimi de bir zahmet
alıversin. Sadece sezgilere ya da rastlantılara dayalı bir oyunculukla
sonsuza kadar başarılı olunamaz.
Tiyatro ile sinema oyunculuğunda en temel fark birinin canlı seyirci
karşısında bütünlüklü olarak oynanması diğerinin kaydedilerek, kayıt
sırasında kesintiye uğratılarak icra edilmesi ve gerçekleştirilen
performansın seyirciyle kayıt sonrası buluşmasıdır. Onun dışında oyuncu
her yerde oyuncudur; oyun metninin/senaryonun ve yönetmenin ihtiyaçları
neyse o çerçevede bir oyunculuk tarzı hayata geçirilir. Doğal oyunculuk,
grotesk oyunculuk, epik oyunculuk vb.
[ Semih
Özcan ] Uzunca bir süredir, Türkiye’de tiyatronun yok
edildiğini, neredeyse bittiğini söyleyip duruyorum/duruyoruz da..sanırım
sinema ondan da önce bitti ya da tükenme noktasında. Sinema salonlarının
bir bir yok edilmesiyle başlayan süreçte, ben tehlikeli bir noktaya
geldiğimizi düşünüyorum bir süredir. Artık sinema salonlarının yokluğu ya
da ekonomik ve çeşitli nedenlerle film yapılamaz hale gelmesinin ötesinde
artık ‘sinema izleyicisinin’ yok olduğu noktaya geldiğimiz kanısındayım,
bilmiyorum çok mu karamsarım. Dikkat ederseniz, nitelikli filmler, tek
tük de yapılsa ya oynayacak salon bulamıyor ya da çok çok az sürelerde
gösterimde kalıyor. Hatta benim biraz da mizahi yaklaşımımla; Türkiye’de
kitapların, oyunların ve filmlerin ‘raf ömrü’ dayanıklı tüketim malları
kadar yok. Yoğurt, yumurta..gibi temel gıda maddeleri örneğin, daha uzun
sürelerde tüketicilerin sunumunda kalıyor. Ancak arada ‘Recep İvedik’
gibi gibi filmler de oldukça yüksek izleyici kitlesine ulaşmayı
beceriyor, uzun süre vizyonda kalabiliyor. Bu tür ‘gişe filmleri’nin
yapısına baktığımızda, bir biçimde televizyonlarda izlediğimiz dizilerin
yeni bir versiyonu olduğu gözlüyoruz, en azından ben böyle gözlemliyorum.
Yine ‘noluyoruz?’ sorusunu yöneltmek durumundayım. Sinema izleyicisini
kaybetti de dizi film izleyicisi mi geldi? Televizyonlar, televizyon
dizileri sinemaları mı belirliyor artık. Hatta hiç unutmuyorum; ‘Kahpe
Bizans’ filmi yapıldığında, filmin yönetmenliğini yapan Gani Müjde’ye
gelen eleştirilerden biri de Mehmet Ali Erbil’in bir sinema oyunculuğu
çıkarmadığı, televizyondaki bilinen konumunu aynen sürdürdüğü
biçimindeydi. Ve Müjde de ‘...ama insanlar onu öyle tanıyor. Özellikle
yaptım’ diyordu. Evet, diziler, sinemayı öldürüyor mu? Sorum bu..
[ Murat Muslu ] Kapitalist mantığın egemen olduğu bir yerde başka türlüsünün
olabileceğine pek aklım yatmıyor doğrusu. Her şeyi belirleyen kâr
ideolojisi olduğu sürece bu böyle devam edecek gibi. Yani ticari sinema
hep egemenliğini sürdürecek. Ancak bir meselesi olan ve bunu yetkin bir
biçim ve özgünlükte hayata geçiren filmler ise yani bir sanat olarak
sinema ise ancak ama devletten ama bazı kurum ve kuruluşlardan ama
seyirciden gerekli destekleri bulduğu sürece var olacaktır. Bu nokta da
ortalama seyircinin ve bu ortalama seyircinin oluşumunda katkısı olan
zihniyetin değişmesi gerekmektedir. Bu zihniyet ki devlete egemen
zihniyettir ve özgürlük ve yaratıcılığın önünde adeta bir Çin Seddi gibi
durmaktadır. Öyle olmasa sinemanın önünü açacak yasal düzenlemeler yapar.
Örneğin sinema alanındaki tekelleşmeye dur diyerek.
Diziler sinemayı öldürüyor mu? sorusuna gelirsek son tahlilde diziler ve
ticari sinema popüler kültür ürünleridir ve birbirlerini beslemeleri
sözünü ettiğim paradigmada normaldir. Elbette ki dizi estetiğinin ve
ticari sinema estetiğinin yaygınlaşması sanat olan sinemayı tehdit eden
bir unsurdur.