ÖYKÜ

Zeynep Altıntepe  







ANNEMİN ŞARKISI



Yağmur yeni dinmişti. Toprağın ıslak kokusundaki dağınıklığa saplanır gibiydi ürkek adımları. Dış kapının tokmağını çevirip içeriye girdi. Telaşlı gözleriyle etrafa baktı. Birkaç adım daha attıktan sonra sordu:

- Suzan' ı arıyordum ben. Gelmedi mi hala?

Dilimdeki şarkı yarım kaldı. İncecik sızım sızım bir baş ağrısından mürekkepti gün. Unutmuştu gene. Hatırlayınca gözleri saksıdaki küpe çiçeklerine takıldı. Her yerde vardı bu çiçeklerden. Uykuları her yerdeydi.

- Beni yalnız bırakma.

- Buradayım anneanne. Seni yalnız bırakır mıyım hiç?


Ellerine sarıldım. Gitmemiş sarımsak kokusu. Gelmeden önce pencereyi açmış, limonla ovmuş ellerini, dışarı bakmış; onlarca ihtiyar insan. Korkmuş bir an yaşlılığından. Evlatsızlıktan. Bembeyaz saçlar yürüyor bazen gözünün sokaklarında. Elleri hep anneanne kokuyordu. Çocukken kalbimin içindeki sesleri unutayım diye geceleri ağlayarak kına koyardı avuç içlerime. Sabah olunca sanki çok büyük bir şey vuku bulacakmış gibi sevinçle evin arkasındaki eski çeşmeye gidip suyla yıkardık ellerimin kınasını. Seher vakti, günün ilk rüzgâr esintileri ve çeşmenin soğuk suyuyla bir olup kınamı acıtırdı, daha büyük bir kaşıntı ile avuçlarım acımaya başlardı. Sonra kıpkırmızı, peygamber kokulu kınalarım gül gibi açardı iki elimde de. Kokladıkça, kınamı içime çektikçe mutluluktan başım dönerdi.

İnsan mavi bir ufuğa uyandığında ve günün ilk ışığında usulca titrerken rüyasını bir yabancıya anlatmak ister. Kimdir o yabancı, şimdi kimleri dinlemektedir? Bir rüya içinde büyür fakat mor tokalı deftere sığdırılamaz olur o gün.

- Ben bir defter satın aldığım vakit ona kalemi dokunduramam. Kırılır o defterin kalbi sanırdım. O yüzdendir sayısız deftere sahibim. Kimi çok eski bir sabah kokar. Kiminin içinde gül yaprakları unutmuşumdur. Vesikalık fotoğraflar gümüş tel tokalar birkaç eski şarkı. Hepsi dedenin hatırası. Ama tek bir çizik dahi bulunmaz içlerinde. Hepsi hâlâ benim el yazımı bekler, tertemizdir hepsi...

Böyle demişti yıllar önce; bahçe kapısından girip Suzan annemi arayıp da bulamayınca. Kitaplığına bakardım uzun uzun. Defterlerinin kokusu hala burnumda... Kullanılmadan, yazılmadan ve yaşanmadan eskidi gitti hepsi.

Onu yalnız bırakmak ona yapılabilecek en kötü şeydi. Öyle vakitleri olurdu ki anneannemin, gün içinde kısa bir yalnızlığa bile tahammülü yoktu. Sabahattin Ali' nin bir cümlesini mırıldanırdı incecik dudakları henüz her şeyi hatırlarken. Dudakları bazen kalbinin üstünden konuşurdu. Kalbimizin gürültüyle attığı bir yazdı: "Beni yalnız bırakmak beni öldürmekle birdir."
(*)  Bahçede de gözlerime aynı ürkek isyanla, aynı şefkatin şarkısıyla baktı. Ben onu yalnızlıktan koruyan küçük, deli torunu…

Ağlamaya başlayınca ellerini tuttum, gözlerini öptüm.

"Senin suçun değil anneanne. Hiçbiri senin suçun değildi."

Sabah, yorgun bir baba gibi yavaşça yükseliyordu perdenin aralığından. O eşsiz güneş kokulu sabahların kalbinde bir ceylanı izler gibi izlerdim onu. Nefes alışını, ucu kırılmış kınalı tırnaklarını... Son Yaprak' ı okuyordu beni büyütürken, ben gelince kitabı yavaşça bırakırdı. Bazen yazılar yazardı anneannem, şiir yazdığını kimseye söylemezdi. Bense zıplardım, onunla oyunlar oynamak isterdim, onun rengarenk kucağının içinde çocukluğumu unutturan şarkılar söylerdim. Kalbimin bütün gürültülü sesleri dinsin diye etrafında dönerdim. Mutfak penceresinin karşısındaki kirazlar çoğaldı. Sepetlerimizi kolumuza takıp çiçek kokularıyla yorulana kadar o kirazları sevinç içinde toplamak vardı yine. Anneannem gün ışıyınca gözlerini kısarak uyanmaya başlayamıyor artık, pencerelerden utanıyorum bir an. Sonra gözlerimden, kiraz ağaçlarından... Onun kara gözlüsüydüm ben.

- Hangi şarkıyı dinliyorsun?

- Kirli Beyaz Kedi.


Gülümsemişti: "Hümeyra' yı çok severim. Annen de çok severdi."

Mutfakta salata yaparken dilime dolandı yine. " Kurtul anılardan, sarıl yarınlara."

Mümkün mü anneanne? Birden Suzan annemi özledim. Annemle çok zaman geçiremedik. Gözleri dalardı. " Ağlatma beni çocuk." Anlamazdım. Ağlatırdım. Sanki her şeyin suçlusu yaşlı anneanne gibi gelirdi çocukken. Ama ölümün suçlusu yoktu olamazdı. Vakti geldiğinde gerçekleşen her şey gibi ölüm de yalnızca kendi vaktinde gerçekleşirdi.

Ben o balkonda kiraz ağacının karşısında ağlayarak susturdum günleri. O kiraz ağacını iyi tanırım. Gövdesindeki yaralardan bile daha iyi tanırım. Son günlerde hatırladığım en küçük, eski anı bile anında gözlerimi dolduruyor. Özlemek bu mu, yaşamak? Suzan annem... Anneannem... Çocukluğum... O mor tokalı defter...

Dün gece akşam yemeği için masa örtüsünü ararken çekmecede anneannemin sık dişli siyah tarağını buldum. Saçlarını hep bu tarakla tarardı. Altın sarısı saçlarını örünce kıvırcık bir güneş doğardı uzun geceliğiyle annemin yetimliğine. O kendini mutlu etmeyi bilirdi. Biber dolması pişmeye yakın çok mutlu olurdu. Suzan annem yemeklere kaynadıktan sonra tuz atardı anneannemse daha başından eklerdi tuzu. Bu beni hep daha mutlu ederdi. Yazları ona yeni çorbalar yaparken gözlerimden öperdi: "Çorbalarını çok seviyorum harika kızım." Evi yol ağzındaydı. Odasından araba gölgeleri geçerdi gece boyu. Çocukluğum o karanlık yolu aydınlatan araba sesleriyle uzaklara gitmekti biraz da. Uzun bol geceliğiyle o uyurken ben onun koynunda annemleri düşünürdüm. Boyuna düşünürdüm uykum kaçardı. Gölgede ellerime bakardım. Kınalarım çıkmaya başlardı. Anneannemin kırmızı su tulumundaki sıcak suya sığınırdım. Biz anneannemle o kırmızı su tulumuna sarılıp ısınmaya başlayınca dünyanın hep daha iyi bir yer olacağına inanırdık. Böyle öğretmişti anneannem uzun, bitmek bilmeyen bembeyaz kar gecelerinde. Dünya olmasa bile hayatımız iyileşirdi.

"Burundan mama vermeye başladı doktor. Ağzı ile yiyemeyeceğini söylüyor artık."

Dünya.

Senden vakti gelince ağzının sıhhatini, aynalara dağıttığın genç tebessümlerini esirgeyecek olan dünya. Gözlerim dalıyor. Hepimiz sonra bir mezar taşı oluruz. Sarıklı yağmurların gölgesinde, üzerinde çok yürünmemiş bulutlu sokaklara değmeden geçeriz ömrümüzden. Gölgesinde ay kırığı bir düş birikiyor, farkındayım. Oğulları, kızı, gelinleri bilmez bunu ama ben daha önce hissettim o düşü... Bir düş ki hiç tereddüt etmedi aylarca sürdü hüznü. O kazadan ve annemin ölümünden hep kendisini suçladı.

Hastaneye kaldırılırken fersiz gözleri, gözlerimin tam içinde durmuştu. Beni çok sevdiğini, en güzel emaneti olduğumu, küçük dünyamızın yalnızlığına ve iyiliğine kimsenin erişemeyeceğini söylemişti... Sonra burundan verilen mamalar, canının deli gibi çektiği ama yiyemediği yemekler, gittikçe uzayan zaman ve hastane koridorları, ameliyatlar, her gün yinelenen dalgınlıkları ve uykuları... Dalıp giderdi gözü. Bir gözünü açamıyordu artık. Güçlükle nefes alıyordu. Rilke' nin özlediği meleklerin inceliğiyle izlemiştim son gece onu. Başucunda bir şair yeni bir şiire başlıyordu sanki. Rüyaları inliyordu. Melekleriyle konuşuyordu. Annemi fısıldadı ölüm kulaklarına. Son kez güçlükle nefes aldı. Usulca başımı göğsüne yasladım. Kemiklerini hissetti yüzüm. Çocukluğum bir gecede sona ermişti. Karanlık gecenin içinden yorgun ve kayıp çehreme baktım. Baktım ama kendimi göremedim.

Yağmur yeni dinmişti. Anneannemin ıslak pencereye gölgesini düşüren yalnız yüzü, bir zamanlar sanki hiç var olmamış gibi gecenin içinde yitip gitmişti.

___________

(*) Sabahattin Ali


dizin    üst    geri    ileri  

 



 13 

 SÜJE  /  Zeynep Altıntepe  /  yirmi dokuz mayıs iki bin on sekiz  / 28