Yağmur yeni dinmişti. Toprağın ıslak kokusundaki dağınıklığa saplanır
gibiydi ürkek adımları. Dış kapının tokmağını çevirip içeriye girdi.
Telaşlı gözleriyle etrafa baktı. Birkaç adım daha attıktan sonra sordu:
- Suzan' ı arıyordum ben. Gelmedi mi hala?
Dilimdeki şarkı yarım kaldı. İncecik sızım sızım bir baş ağrısından
mürekkepti gün. Unutmuştu gene. Hatırlayınca gözleri saksıdaki küpe
çiçeklerine takıldı. Her yerde vardı bu çiçeklerden. Uykuları her
yerdeydi.
- Beni yalnız bırakma.
- Buradayım anneanne. Seni yalnız bırakır mıyım hiç?
Ellerine sarıldım. Gitmemiş sarımsak kokusu. Gelmeden önce pencereyi
açmış, limonla ovmuş ellerini, dışarı bakmış; onlarca ihtiyar insan.
Korkmuş bir an yaşlılığından. Evlatsızlıktan. Bembeyaz saçlar yürüyor
bazen gözünün sokaklarında. Elleri hep anneanne kokuyordu. Çocukken
kalbimin içindeki sesleri unutayım diye geceleri ağlayarak kına koyardı
avuç içlerime. Sabah olunca sanki çok büyük bir şey vuku bulacakmış gibi
sevinçle evin arkasındaki eski çeşmeye gidip suyla yıkardık ellerimin
kınasını. Seher vakti, günün ilk rüzgâr esintileri ve çeşmenin soğuk
suyuyla bir olup kınamı acıtırdı, daha büyük bir kaşıntı ile avuçlarım
acımaya başlardı. Sonra kıpkırmızı, peygamber kokulu kınalarım gül gibi
açardı iki elimde de. Kokladıkça, kınamı içime çektikçe mutluluktan başım
dönerdi.
İnsan mavi bir ufuğa uyandığında ve günün ilk ışığında usulca titrerken
rüyasını bir yabancıya anlatmak ister. Kimdir o yabancı, şimdi kimleri
dinlemektedir? Bir rüya içinde büyür fakat mor tokalı deftere
sığdırılamaz olur o gün.
- Ben bir defter satın aldığım vakit ona kalemi dokunduramam. Kırılır
o defterin kalbi sanırdım. O yüzdendir sayısız deftere sahibim. Kimi çok
eski bir sabah kokar. Kiminin içinde gül yaprakları unutmuşumdur.
Vesikalık fotoğraflar gümüş tel tokalar birkaç eski şarkı. Hepsi dedenin
hatırası. Ama tek bir çizik dahi bulunmaz içlerinde. Hepsi hâlâ benim el
yazımı bekler, tertemizdir hepsi...
Böyle demişti yıllar önce; bahçe kapısından girip Suzan annemi arayıp da
bulamayınca. Kitaplığına bakardım uzun uzun. Defterlerinin kokusu hala
burnumda... Kullanılmadan, yazılmadan ve yaşanmadan eskidi gitti hepsi.
Onu yalnız bırakmak ona yapılabilecek en kötü şeydi. Öyle vakitleri
olurdu ki anneannemin, gün içinde kısa bir yalnızlığa bile tahammülü
yoktu. Sabahattin Ali' nin bir cümlesini mırıldanırdı incecik dudakları
henüz her şeyi hatırlarken. Dudakları bazen kalbinin üstünden konuşurdu.
Kalbimizin gürültüyle attığı bir yazdı: "Beni yalnız bırakmak beni
öldürmekle birdir."
(*)
Bahçede de gözlerime aynı ürkek isyanla,
aynı şefkatin şarkısıyla baktı. Ben onu yalnızlıktan koruyan küçük, deli
torunu…
Ağlamaya başlayınca ellerini tuttum, gözlerini öptüm.
"Senin suçun değil anneanne. Hiçbiri senin suçun değildi."
Sabah, yorgun bir baba gibi yavaşça yükseliyordu perdenin aralığından. O
eşsiz güneş kokulu sabahların kalbinde bir ceylanı izler gibi izlerdim
onu. Nefes alışını, ucu kırılmış kınalı tırnaklarını... Son Yaprak' ı
okuyordu beni büyütürken, ben gelince kitabı yavaşça bırakırdı. Bazen
yazılar yazardı anneannem, şiir yazdığını kimseye söylemezdi. Bense
zıplardım, onunla oyunlar oynamak isterdim, onun rengarenk kucağının
içinde çocukluğumu unutturan şarkılar söylerdim. Kalbimin bütün gürültülü
sesleri dinsin diye etrafında dönerdim. Mutfak penceresinin karşısındaki
kirazlar çoğaldı. Sepetlerimizi kolumuza takıp çiçek kokularıyla yorulana
kadar o kirazları sevinç içinde toplamak vardı yine. Anneannem gün
ışıyınca gözlerini kısarak uyanmaya başlayamıyor artık, pencerelerden
utanıyorum bir an. Sonra gözlerimden, kiraz ağaçlarından... Onun kara
gözlüsüydüm ben.
- Hangi şarkıyı dinliyorsun?
- Kirli Beyaz Kedi.
Gülümsemişti: "Hümeyra' yı çok severim. Annen de çok severdi."
Mümkün mü anneanne? Birden Suzan annemi özledim. Annemle çok zaman
geçiremedik. Gözleri dalardı. " Ağlatma beni çocuk." Anlamazdım.
Ağlatırdım. Sanki her şeyin suçlusu yaşlı anneanne gibi gelirdi çocukken.
Ama ölümün suçlusu yoktu olamazdı. Vakti geldiğinde gerçekleşen her şey
gibi ölüm de yalnızca kendi vaktinde gerçekleşirdi.
Ben o balkonda kiraz ağacının karşısında ağlayarak susturdum günleri. O
kiraz ağacını iyi tanırım. Gövdesindeki yaralardan bile daha iyi tanırım.
Son günlerde hatırladığım en küçük, eski anı bile anında gözlerimi
dolduruyor. Özlemek bu mu, yaşamak? Suzan annem... Anneannem...
Çocukluğum... O mor tokalı defter...
Dün gece akşam yemeği için masa örtüsünü ararken çekmecede anneannemin
sık dişli siyah tarağını buldum. Saçlarını hep bu tarakla tarardı. Altın
sarısı saçlarını örünce kıvırcık bir güneş doğardı uzun geceliğiyle
annemin yetimliğine. O kendini mutlu etmeyi bilirdi. Biber dolması
pişmeye yakın çok mutlu olurdu. Suzan annem yemeklere kaynadıktan sonra
tuz atardı anneannemse daha başından eklerdi tuzu. Bu beni hep daha mutlu
ederdi. Yazları ona yeni çorbalar yaparken gözlerimden öperdi:
"Çorbalarını çok seviyorum harika kızım." Evi yol ağzındaydı.
Odasından araba gölgeleri geçerdi gece boyu. Çocukluğum o karanlık yolu
aydınlatan araba sesleriyle uzaklara gitmekti biraz da. Uzun bol
geceliğiyle o uyurken ben onun koynunda annemleri düşünürdüm. Boyuna
düşünürdüm uykum kaçardı. Gölgede ellerime bakardım. Kınalarım çıkmaya
başlardı. Anneannemin kırmızı su tulumundaki sıcak suya sığınırdım. Biz
anneannemle o kırmızı su tulumuna sarılıp ısınmaya başlayınca dünyanın
hep daha iyi bir yer olacağına inanırdık. Böyle öğretmişti anneannem
uzun, bitmek bilmeyen bembeyaz kar gecelerinde. Dünya olmasa bile
hayatımız iyileşirdi.
"Burundan mama vermeye başladı doktor. Ağzı ile yiyemeyeceğini
söylüyor artık."
Dünya.
Senden vakti gelince ağzının sıhhatini, aynalara dağıttığın genç
tebessümlerini esirgeyecek olan dünya. Gözlerim dalıyor. Hepimiz sonra
bir mezar taşı oluruz. Sarıklı yağmurların gölgesinde, üzerinde çok
yürünmemiş bulutlu sokaklara değmeden geçeriz ömrümüzden. Gölgesinde ay
kırığı bir düş birikiyor, farkındayım. Oğulları, kızı, gelinleri bilmez
bunu ama ben daha önce hissettim o düşü... Bir düş ki hiç tereddüt etmedi
aylarca sürdü hüznü. O kazadan ve annemin ölümünden hep kendisini
suçladı.
Hastaneye kaldırılırken fersiz gözleri, gözlerimin tam içinde durmuştu.
Beni çok sevdiğini, en güzel emaneti olduğumu, küçük dünyamızın
yalnızlığına ve iyiliğine kimsenin erişemeyeceğini söylemişti... Sonra
burundan verilen mamalar, canının deli gibi çektiği ama yiyemediği
yemekler, gittikçe uzayan zaman ve hastane koridorları, ameliyatlar, her
gün yinelenen dalgınlıkları ve uykuları... Dalıp giderdi gözü. Bir gözünü
açamıyordu artık. Güçlükle nefes alıyordu. Rilke' nin özlediği meleklerin
inceliğiyle izlemiştim son gece onu. Başucunda bir şair yeni bir şiire
başlıyordu sanki. Rüyaları inliyordu. Melekleriyle konuşuyordu. Annemi
fısıldadı ölüm kulaklarına. Son kez güçlükle nefes aldı. Usulca başımı
göğsüne yasladım. Kemiklerini hissetti yüzüm. Çocukluğum bir gecede
sona ermişti. Karanlık gecenin içinden yorgun ve kayıp çehreme baktım.
Baktım ama kendimi göremedim.
Yağmur yeni dinmişti. Anneannemin ıslak pencereye gölgesini düşüren
yalnız yüzü, bir zamanlar sanki hiç var olmamış gibi gecenin içinde yitip
gitmişti.