ANLATI

Semih Özcan   







GULLİVER DEVLER / CÜCELER ÜLKESİNDE

                                                                                         - Yirmi Üçüncü Bölüm -

GEZİNİN AĞACI OLAMAZSAN DÜZENİN YEL DEĞİRMENİ OLURSUN


‘’Dünyanın gerçekten şaşkınlıkla izlediği yüzlerce, binlerce olay yaşanıyordu. Alınması istenen önlemler dünyanın birçok ülkesinde çoktan demokrasi müzelerine kaldırılmıştı. Kötü anılar olarak unutulmuşluğa terk edilen ve bir daha yaşanmak istenmeyen yasak ve kısıtlamalardı.

Cüneyt Arkın’ın başrolünü üstlendiği Yıkılmayan Adam filmi, adı nedeniyle; Kıbrıs’ta yayımlanan ‘Bağımsızlık ve Özgürlük’ kitabı ise Ecevit’i övdüğü için yasaklanmıştı.

Server Tanilli’nin Uygarlık Tarihi ve Çağdaş Dünyaya Giriş kitapları da yasaktı. Yılmaz Güney’i anlatan Erkekçe dergisi de.

Akıl almaz nedenlerle gazete ve dergi toplattırılıyordu.

Bir büyük gazetenin magazin ekinde ‘Kürt Kilimi’ sözcüklerinin yer alması da, Hürriyet gazetesinin Kelebek ekinin toplattırılmasına neden olmuştu.

İlk günlerde hızlarını alamayıp her şeyi yasaklıyorlardı. Erol Toy’un ‘Aydınımız, İnsanımız, Devletimiz’ adlı yapıtı yasaktı. Mete Tunçay’ın ‘Eski Sol Üzerine Yeni Belgeler’ i yasaktı. Pınar Kür’ün ‘Yarın Yarın’ı, Hasan Kıyafet’in ‘Bizim Fabrika’sı da yasaktı.

Adalet Ağaoğlu’nun ‘Fikrimin İnce Gülü’ için verilen toplatma kararının gerekçesi edebiyatseverlerce hemen anlaşılıyordu. Yurtdışında çalışan Alamancı Bayram’ın öyküsünü anlatırken ‘kamu düzenini bozgunculuk’ yapılabilir miydi? Bal gibi yapılırdı. Bayram, askerlik anılarını anlatırken ‘çavuşuyla arasında geçen bir olaya’ değiniyor ve böylece ‘ordunun manevi şahsiyeti’ hiçe sayılıyordu.

Her yasaklamanın, her toplatmanın gerekçeleri biraz düşününce bulunuyordu. Bir tanesi bulunamadı. Türkiye’deki okur-yazar insanlar hep birlikte düşünseydiler yine de bulunamazdı. 1. Ordu Komutanlığı Adli Müşavirliği’nin; Zara, Korku ve Tarzan resimli kitapçıklarının toplatılmasına nasıl karar verdiği bir giz olarak kalacaktı. [1.Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı’nın 24 Ağustos 1983 tarih Ad. Müş. 1983/2515 sayılı emri]

……….

Eşrefpaşa’yı Sevenler Derneği’nden, Torbalı Kasaplar Kulübü, Kınık Traktörcüler Derneği, Ödemiş Televizyonseverler Derneği’ne kadar bölgede ne kadar dernek varsa tümü kapatılıyordu. Ödemiş Patates Ekincileri, Fidancılar ve Pamukçular Derneği de, Oto Tamircileri Yaşatma ve Koruma Derneği de, Briç ve Satranç Derneği de, Sağırları Koruma Derneği de, Fakir Hastalara Yardım Derneği de, ülke ve milletin bölünmez bütünlüğüne her an zarar getirebilirlerdi.‘’
(Erbil Tuşalp, Eylül İmparatorluğu, Yazılama Yayınları, Ağustos 2013/İstanbul, s.283, 338)

İktidar cephesinde bu tür traji-komik olaylar, dahası dramlar yaşanırken, ‘muhalefet’ cephesi de boş duracak değildi elbette. Onlar da ‘iktidarlarını’ bir başka boyutta sağlama alma çabasına girmişlerdi.Ve tıpkı onlar da 12 Eylülcüler gibi bu iktidar savaşına 12 Eylül’ün çok öncesinde başlamışlardı.

Önümde Nesin Vakfı’nın çıkarmış olduğu Nesin 1977 Edebiyat Yıllığı duruyor. Yıllıklar bilirsiniz, bir önceki yılın önemli edebiyat olaylarını, tartışmalarını, yıl içinde yayınlanan şiir, öykü, deneme, inceleme gibi kimi yazınsan örneklerden seçmelerden oluşur. Bu yıllık da 1976 yılına damgasını vuran edebiyatımızdaki gelişmeleri veriyor.

Bin beş yüz küsur sayfalık tuğla bir kitap. Ve yıllığın üçte ikisi sadece iki konuya ayrılmış. Biri Konstantiv Simanov üzerine. Bu doğal hatta güzel bir çalışma. Simanov, on ayrı işi olan, Sovyetlerde devlet başkanının da üzerinde geliri olan, ortalama Sovyet yurttaşlarından farklı olarak makam arabası olan, devletçe kendisine fazladan bir yazlık villa verilen tek kişi. Ve en önemlisi İkinci Dünya Savaşı’nda tüm askerlerin dilinden düşmeyen ‘Bekle Beni’ dizelerinin yaratıcısı Sovyet şairi. Onun üzerine geniş kapsamlı bir çalışma..

Yıllığa ağırlığını veren ikinci dosya ise oldukça ilginç. Tek başına kitabın neredeyse yarısını tutan, başlıbaşına kitap olarak basıldığında bile kalınca bir kitap olabilecek bir dosya: Sabahattin Ali- Sait Faik tartışması. Bir başka deyişle, 1976 yılına bu tartışma damgasını vurmuş.

Günümüz okuru ve aydını, en önemlisi de gençliği için ne kadar gülünç bir tartışma değil mi? Ve bir o kadar da dramatik.

Günümüzde gerek Sabahattin Ali gerekse Sait Faik denince, birbirini tamamlayan edebiyatımızın iki dev ismi akla gelir. Oysa 1976 yılı aydınlarımız bu konuda iki karşıt kampa bölünmüşler. Sabahattin Ali toplumculuğun, Sait Faik ise bireyci, düzenden yana edebiyatımızın temsilcileri olarak lanse edilmişler. Özellikle o yıllarda gündemde olan ‘toplumcu gerçekçi’ler Sait Faik’i yerden yere vururken, Sabahattin Ali’yi toplumcu edebiyatın baş köşesine oturtmuşlar. Burada insan ister istemez, geçtiğimiz aylarda gündeme geldiği gibi örneğin ‘Kürk Mantolu Madonna’nın sadece günümüz medyatiklerince değil, o dönemki ‘aydınlarımız’ca da okunmadığı gerçeğini görüyor. ‘Kürk Mantolu Madonanna’ kadar bireyin sorunlarını işleyen; anlaşılamadığı için ölüm döşeğinde topluma küs bir yalnızlığa gömülen bireyi anlatan kitap değil mi Kürk Mantolu Madonna?

Kaldı ki bir edebi metnin dünya görüşü anlattığı konularda değil, ‘nasıl’ anlattığında ortaya çıkar. Yaşamın ona olumsuzluğuna karşın, inatla yaşama sevincini ve direncini savunan, her bir sözcüğünde buram buram insan sıcaklığı yayılan Sait Faik mi, bireyci, burjuva edebiyatçısı? Ve en önemlisi ‘toplumculuk’ bireyin yok sayıldığı, ortadan kaldırıldığı düzenin adı mı?

Bu toplum ondan önce de yıllar boyunca bir başka saçma tartışmanın içinde çırpınıp durdu; ‘Sanat toplum için mi, sanat için mi?’ 70’li yılların sonlarına doğru buna bir de ‘sanat devrim içindir’ cevheri de eklendi de bereket o pek tutmadı. Ve nedense yıllarca süren bu anlamsız tartışmada hiçbir aydımız çıkıp da ‘Kardeşim sanat insan içindir. İnsana seslenen sanat da doğası gereği hem toplumcu, hem devrimci olmak ama en önemlisi bunu da estetik altyapısı olan sanatsal bir boyut içinde vermek zorundadır’ diyemedi.

Yine bir başka tartışma 80 ortalarına doğru gündeme geldi. Turgut Uyar bir dergiye yaptığı açıklamada Türk şiirindeki gerilemeden söz etti ve Türk şiirinde 80 kuşağının olmadığını söyledi. Anında yaylım ateş başladı. Zaten uzunca bir süredir İkinci Yeni tukakaydı, bu açıklamayla iyice yerin dibine batırıldı. Ve doğal olarak İkinci Yeni’ciler de bireyciydi, burjuva kültürüydü, toplumdan kopuktu. ( ‘Toplumdan kopuk’ bu insanların gençlikten kopuk olmamaları da herhalde yine burjuvazinin sinsi bir oyunuydu. Çünkü Gezi’de kendini kanıtlayan günümüz devrimci gençliğinin ağızlarından bu insanların şiirleri hiç düşmüyor.)

Burada özellikle altını çizmekte yarar görüyorum. Amacım kesinlikle Toplumcu Gerçekçilik eleştirisi yapmak değil, bir durum tespitidir. Dahası çoğumuzun bir dönemler içinde olduğumuz bu anlayışın özeleştirisini yapmaktır.

80 öncesinde Fethi Naci’nin yine kıyametler koparan bir roman saptaması vardı. Türk romanının olmadığını savunan Fethi Naci, bu yöndeki bir soruya da ‘Türk futbolu var mı ki romanı olsun’ diye yanıt veriyordu. Benim de edebiyattaki toplumcu gerçekçi yaklaşımları belirtmekteki amacım da aslında Türkiye’de ideolojik anlamda yaşanan sıkıntının sanata yansımasında yarattığı sorunları ortaya sermek. Sorunu biraz daha irdelemek için azcık gerilere gidelim; Ulusal Kurtuluş Savaşı ve hemen ardından kurulan ilk cumhuriyet hükümetleri dönemine.

Yüzyıllarca bir yandan padişahlık bir yandan da dinsel bağnazlık altında cahil bıraktırılarak yaşamış bir Anadolu. Kendine tümüyle yabancı bir düzene geçiş yapıyor, cumhuriyete. Doğal olarak cumhuriyeti kuranlar da halk tabanı değil, Osmanlı yönetimine Mustafa Kemal’in kişiliğinde toplanarak başkaldıran bir grup asker, yani ordu. Burası önemli. Hani sık sık askeri vesayetten kurtulmaktan söz ederiz ya, ya da askeri darbelere karşı tavır almamızdan…işte bu noktada karşımıza cumhuriyetin sivil kurumlarını kuramayışımız dikilir

Dediğim gibi bir yandan yüzyıllardır padişahlık yönetimi altında dinsel yaptırımlarla donatılmış bir toplum öte yandan aynı tarihlere denk düşen dibimizde başarıya ulaşan Sovyet devrimi. Böyle bir konum ister istemez ‘devletçi’ bir yapılanmayı zorunlu kılıyor. Çünkü sosyalizmin kuruluş aşaması da güçlü devletçiliği zorunlu kılıyor. O dönemler için olması gereken de bu. Cumhuriyeti kuran güç olarak da devletin en organize olmuş kurumu da ordu. Bu anlamda cumhuriyetin ilk yıllarında devletin güçlendirilmesi ordunun da güçlendirilmesini doğurdu. Devletin güçlendirilmesi öylesine ivme kazandı ki başlangıçta ideolojik bir yapısı olmayan cumhuriyet ve kemalizmin, örneğin Kadro hareketi eliyle devletçi bir ideolojiye oturtulması gereği duyuldu. Ve ilk cumhuriyet hükümetleri de elden geldiğince devletçi bir modeli yerleştirmeye çalıştı. Kurtuluş Savaşı bileşenlerinin farklı sınıflardan oluşması, içinde küçük esnaf, toprak ağası ve bürokratların da bulunması nedeniyle, daha doğrusu özellikle emekçi kesimde bir sınıf bilinci ve düzeyi olmaması nedeniyle belki ekonomide sosyalist anlamda devletçi bir ekonomik modeli yaşama geçiremedi ama yönetim mekanizmasında güçlü devletin temelleri atıldı. Sovyet Devriminin getirdiği rüzgarla da özellikle feodal unsurlara karşı devletçi bir modelin öne çıkması, toplumda feodalizme, sömürgeciliğe karşı duran muhalif kanadın da ‘devletçi’ bir yörüngede gelişmesini getirdi. Bu durum 60’yıllara kadar sürdü. Aslında 60’lı yıllarda da değişen bir şey olmadı sadece muhalif sol anlayış devletçi siyasetine anti-emperyalist ulusalcı bir renk vererek solun ilk ayraçlarını atmayı denedi. Bu anlamda 20 Aralık 1961’de içlerinde Muammer Aksoy, Melih Cevdet Anday, Çetin Altan, Orhan Asena, Rona Aybay, Doğan Avcıoğlu, Fakir Baykurt, Deniz Baykal, Cevat Çapan, Mustafa Ekmekçi, Oktay Ekşi, Sabahattin Eyuboğlu, Turan Güneş, Abdi İpekçi, Mahmut Makal, Fethi Naci, Tahsin Saraç, İlhan Selçuk, Turhan Selçuk, İlhami Soysal, Mümtaz Soysal, Server Tanilli, Cavit Orhan Tütengil…. gibi isimlerin de yer aldığı 160 aydının altına imza attığı ‘Yön Bildirisi’ yayınlandı. Yön, daha sonra kadrosuna Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Sadun Aren, Azra Erhat, Talip Apaydın, Şevket Süreyya Aydemir, Taner Timur gibi kişileri de alarak yoluna 1967 Haziran’ına dek dergi olarak devam etti.

Yön, özellikle petrol ve madenlerin devletleştirilmesini savunarak, ABD ve batı emperyalizmine karşı çıkışlar yaparak ilk sol söylemin önünü açtı. Ancak temel sorun yine de aşılamadı. Yani sol söylem de sonuçta iktidar odaklıydı. Yalnızca iktidarın ele geçirilmesine koşullanmıştı. Farklı da olsa sonuçta bir erk, devlet anlayışı getiriyordu. Sosyalist toplumun yapısal dönüşümü, sol kimlik yani muhalif kimlik hiçbir zaman oluşamadı. Erk söylemi sivilleşme yönünde dönüştürülemedi. 80 öncesinde Enis Batur’un çok yerinde bir tespitiyle ‘muhalif söylem biçimi’ oluşturulamadı. Muhalefetimizin dili de erkin dili, gücün dili, devletin dilini aşamadı.

İktidar dili öylesine içimize sindi ki, her sorunda çözümü kendimizde değil, yine bir başka güçte, bir başka erkte arar olduk. Devlet bir ‘baba’ydı ve ‘baba’lık tüm katmanlara yayıldı. Orhan Pamuk’un ‘Kırmızı Saçlı Kadın’ın ağzından söylediği gibi ‘’Herkesin babası çoktur bu ülkede. Devlet baba, Allah baba, Paşa baba, Mafya babası….Burada kimse babasız yaşayamaz.’’ (Orhan Pamuk, Kırmızı Saçlı Kadın, YKY, 2.baskı/Şubat 2016/İstanbul, s.68)

Bu da Osmanlıdan beri sürüp giden bir gelenektir. Bizim Sina hocanın (Sina Akşin) İttihat Terakki’yle ilgili ders notlarında Fuat Paşa’yla ilgili çok ilginç bir anekdotu var. Tanzimat paşalarından Fuat Paşa der ki:

‘’Bir devlette iki kuvvet olur. Biri yukarıdan, biri aşağıdan gelir. Bizim memlekette yukarıdan gelen kuvvet cümlemizi eziyor. Aşağıdan ise bir kuvvet hasıl etmeye imkan yoktur. Bunun için pamukçu muştası gibi yandan bir kuvvet kullanmaya muhtacız. O kuvvet de sefaretlerdir.’’

Fuat Paşa en azından ‘baba dayağının’ da farkında…

Aslında ilk cumhuriyet hükümetleri sivilleşmenin önünü açacak iki önemli fırsat yarattılar. Fakat bu da yeterince kullanılamadı. İlki Köy Enstitülerinin kuruluşuydu. Bu sivilleşme yönünde son derece önemli bir kapıydı. İlk başlarda yararı görüldü de. Köy Enstitüleri yoluyla hem Osmanlıdan miras kalan cehalet büyük oranda ortadan kalkacaktı ama en önemlisi bireyler bizzat teori ve pratiğin içinde kendi yaşamlarını baş aktör olarak düzenleme, geliştirme olanağı bulacaklardı. Başlarda olduysa da Köy Enstitülerinin kısa süre sonra kapatılması bu olanağı ortadan kaldırdı. İkinci önemli fırsat Milli Eğitim’in başına Hasan Ali Yücel’in getirilmesiyle doğdu. Onun zamanında Türk insanının önüne tüm dünyanın ideolojik, felsefi, kültürel ve edebi zenginliği gözler önüne serildi. Hemen hemen çevrilmedik dünya klasiği kalmadı. Türk okuru tüm dünyadaki kültürel gelişmeleri tanıma olanağı buldu. Bu ilk zamanlarda ses de getirdi. Bir süre sonra da bu anlayışı Varlık dergisi ve yayınları sürdürdü. Yine o dönemlerde çıkan A ve Cep dergilerinde örneğin, birçok yazın akımının incelendiği, tartışıldığı görüldü. Ta ki 12 Mart’a varana dek..

12 Mart dönemi malum geleneği hortlattı. Dil yeniden devlet diline döndü. Devletin yarattığı baskın dil, karşıtını da yine ‘erk’ söyleminin içine hapsetti. Ve bu dönemde özellikle edebiyat başta olmak üzere genelde tüm kültürel yapıda, muhalif kesimde ‘toplumcu gerçekçilik’ ortaya çıktı. Görünüşte, düzenin seçeneği olarak toplumculu yani sosyalizmi savunan anlayışı desteklemek amacıyla ortaya çıkan bu görüş aslında muhalif bir söylem ve yaşam biçimi getirmiyor, yalnızca iktidara odaklanarak, devletçi dili ve devlet kurumunu güçlendirmekten öte bir işlev taşımıyordu. Çünkü bu dilde birey ve bireyin toplum içindeki varlığı, ‘burjuva’ değerlerden sayılarak yok sayılıyor, birey kavramını tümüyle dışlayan, aksine savunulan sosyalist düzeni yaratmak için gereken sosyalist insan, sosyalist birey, sosyalist topluma giden yolun da önünü tıkıyordu. Düzenin şekillendirdiği bireyle, düzenin dayattığı toplumsal ilişkilerle, düzenin değer yargıları, ahlak normlarıyla yeni, devrimci bir topluma varılmak isteniyordu. İşte sorun da buydu. Varoluşculuktan yapısalcılığa dek tüm düşün, felsefe ve yazın akımlarına, burjuvaziye hizmet ediyor diye sırtını dönen, tüm düşüncelere kapılarını kapatan toplumcu gerçekçilik, bireyi de yok saydığından, aynı tip insan ve ilişkiler ağıyla aslında devletin ve düzenin güçlendirerek yeniden üretilmesinden başka bir işlev görmemiştir. Amaçlanan düzenin yaşamsal seçenekleri oluşturulmadan, ilişkiler ve etik değerleri yaratılmadan ve her şeyden önce düzenin karşıtı yeni insan ve birey profili kendini varedemeden, doğal olarak yeni bir topluma da varılamadı. Çünkü sadece ve sadece ‘iktidarın ele geçirilmesi amaçlandı, düzenin dönüştürülmesi’ değil.

Toplumcu gerçekçilik yine de 80’lere dek etkisini sürdürdü. Çünkü hem yine bir baskı dönemi içindeydik hem de bu süre içinde bu sanat ve kültür anlayışı sürekli miras yedi. 70’lerin Toplumcu Gerçekçilik adına yazılan şiirleri ya alabildiğine sığ ve slogansal kaldığı için kısa bir süre sonra silindiler ya da Nazım’ın örneğin taklidi düzeyinde kaldılar. Ama bu süreçte sürekli mirasa yüklendiler. Toplumcu anlayışta yazan her kesimi kendilerinden saydılar. Ve bir süre sonra kopmalar da, bu yanlışı görenler de ortaya çıkmaya başladı. Örneğin Ahmed Arif ilklerdendir, hatta toplumcu gerçekçiliğin isim babası da denebilir. İlk bırakan da o oldu. Kendilerini Hasan Hüseyin’e, Enver Gökçe’ye, Attila İlhan’a yakın buldular. Ancak getirdikleri anlayışla bu kişilerin şiirleri taban tabana zıttı aslında. Bunu göremediler. Turgut Uyar, Edip Cansever, Ece Ayhan, Cemal Süreya, İlhan Berk onlar için düzenin yarattığı, burjuvazinin desteklediği bireyci şairlerdi. İkinci Yeni’yi yok saydılar. Şu an gençliğin bilincinde onlar yaşıyor, kendileri yok oldu. Başta da söylediğim gibi, Gezi’nin direnen gençliği duvarları Ece Ayhan'larla, Cemal Süreya'larla, Turgut Uyar, İlhan Berk'lerle donattı..çünkü onların anlaşılmaz bulduğu daha doğrusu anlayamadıkları bu isimleri gençlik çok çok iyi anladı. Onlarda kendini buldu. Çünkü günümüz gençliği artık ‘birey olarak ben de varım. Kendi yaşamıma da anca ben karar veririm’ demesini öğrendi.

Kültürel ve ideolojik ortamımızı önemli boyutlarda gerileten, muhalif bir kimlik, yaşam ve söylem biçemi oluşmasını engelleyen bu anlayış sanatta yalnızca edebiyatta hatta çoklukla da şiirde etkin oldu denebilir. Örneğin, tiyatroda, sinemada, plastik sanatlarda yeterli destek bulamadı. Hatta şiirin dışında örneğin öykü ve romancılığımızda kısa sürede bu anlayışı bırakıp kendi mecrasında yoluna devam etti. Bu açıdan belki nicelik olarak yeterli sayıda olduğu söylenemez ama bugün Türk öyküsü, romanı şiirin çok çok ilerisinde. Hatta daha da ötesi; Turgut Uyar haklı. Şu an Türk Şiiri diye bir olgu yok. Miras bitti. 80 sonrasında Türk şiiri yok. Şiir yazan, üstelik gerçekten iyi şiir yazanlar yok demiyorum. Yalnızca üç beş kişinin varlığı genelleşemez diyorum. Genel anlamda Türk şiiri vardır diyebileceğimiz bir olgu, kuşak bugün için yok diyorum. 70 son kuşaktı. 80 çıkmadı, 90 da öyle şimdi de öyle. Bir edebiyat dergisi çıkarın; karikatür, resim, öykü, deneme tek tük gelir. Ama şiir binlerce gelir. Herkesin şair olduğu ama kimsenin şiir kitabı örneğin okumadığı, ilginç bir genetik toplum yapımız var. Neden? Roman, öykü yazmak, resim yapmak yemiyor. Çünkü onlara zaman ayırması, uğraşıp didinmesi gerekiyor. Ama iki dakikada karaladığı saçmalıkları şiir diye nasılsa yuttururum diyor. Olay bu. Şiiri basit buluyorlar. Şiirin en ince noktasına dek uğraş verilen bir dil ve söz kuyumculuğu olduğu, şiir yazabilmek için çok çok iyi bir bilinç ve dil ustalığı gerektirdiği, her şeyden önce şiirin imgelerle yazıldığı onların umurunda değil. Çünkü onlara nasıl değil, neyin yazılması gerektiğinin önemli olduğu belirtildi. Al bir toplumsal ortam, salla gitsin. Nasılsa; toplumcu olmanın iyi bir marangoz olmayı doğurmadığı, örneğin toplumcu olmanız iyi bir masa yapabileceğiniz anlamına hiçbir zaman gelmediği halde, şiir öyle değil, toplumcuysan sen kafadan şairsin zaten.

Sorunun özü niye bir edebiyat dergisine binlerce kişi şiir gönderirin yanıtında yatıyor. Basit, tamam, onu anladık. Al kalemi, dök iki dakikada deli saçması hezeyanlarını. Da…niye gönderme gereğini duyuyorlar?

Bu biraz da bir dönemin Yeşilçam’a kapağı atıp, meşhur olma sevdalısı Anadolu kızlarının çabalarını anımsatıyor, hani gazozlarına ilaç atılanları…para getirmez, getirmediği gibi siyasal ortamlarda dert de getirdiği halde nedense bizde şiirle meşhur olma sevdalısı, adını duyurma sevdalısı, bir yerlere gelme meraklısı mazoşist bir kesim var.

Heh işte, yıllardır muhalifliklik adına devletin dilini geliştirirsen, iktidar dilini kullanırsan, erk ve gücü yüceltirsen, işte böyle herkes şair kesilir. Çünkü bu insanların her biri bir yerlere gelme, kendi ‘iktidarlarını’ yaratma çabasındalar. Olan biten bu. Yazdıklarının tek bir dizesinin bile bir kişinin ağzında sakız olması, onlar için o kişi ya da kişiler üzerinde iktidar/hükümran olmak çünkü…

Bir de bu şiirin iktidar heveslilerinin yarattığı bir sömürü çarkı var ki, buraya çomak sokmadan duramam. Biliyorsunuz, bu yazı dizisinde daha önce de birçok kez yeri geldiğinde değindim. Yıllarca hem basında hem de yayınevlerinde çalıştım. Uzun yıllar editörlük yaptım. Yayıncılığın her aşamasını, dergi, gazete ve kitap basımının her evresini ve fiyat durumunu iyi bilirim. Son dönemlerde bazı arkadaşlar eskiden üç beş kişi biraraya geldiğinde dergi çıkardıklarını, şimdi fiyatların yükseldiğini, artık o olanağın kalmadığını söylüyorlar ama doğru değil. Belki onların bulundukları ortamda olanaklar kısıtlıdır, sadece bu. Şu an yine çok rahatlıkla bir memur, işçi kendi kısıtlı geliriyle hatta bir öğrenci harçlığıyla dergi de çıkarabilir, kitap da basabilir. Hele hele birkaç kişi biraraya gelirse çok da rahat yapar bu işi. Yayıncılıkta hiçbir zaman maliyeti ve satışı etkileyen basım masrafları değildir, dağıtımdır. Çünkü kitap ve dergi piyasasında gelirin büyük bölümünü dağıtım firmaları alır. Eskiden yüzde kırk civarıydı. Şimdilerde elli hatta altmışı dayatıyorlar. Gazete ondan da beter. Günlük gazete dağıtıcıları tam bir tekel. Piyasayı oldukları gibi yönlendiriyor hatta bir gazetenin satış fiyatına onlar karar veriyorlar. Yapmazsanız, dağıtmıyorlar. Çok somut bir örnek vereyim. 6-7 yıl önce İzmir’de bir yerel gazetede çalışıyorum. 12 sayfalık bir gazete. 5 bin basıyoruz. Matbaaya verdiğimiz para dört yüz lira. Satış fiyatımız elli kuruş. Bir süre sonra dağıtımdan fiyat arttırın emri geldi ve zorunlu olarak bir lira yaptık. Biz yedi yüz elli kuruş düşünmüştük, dağıtım reddetti,hayır, bir lira yapmazsanız, biz gereken karı elde edemeyiz. ( Dağıtım için en az kar marjları var. Hatta en az satış ve para limitleri. Siz gazeteniz satmasa da o parayı onlara vermek zorundasınız.) Ya bir lira yaparsınız ya dağıtımı bırakıyoruz dendi ve biz zorunlu olarak denilen fiyata yükselttik gazeteyi. Tabi, her zamanki bildik yalan duyuruyla, ‘kağıt ve basım giderlerinin artması nedeniyle’….oysa kağıt fiyatlarının artması hiçbir zaman bir gazete, dergi ya da kitap fiyatında yüksek oranda zammı gerekli kılmaz. Kağıt fiyatı en küçük gider kalemidir.

Şimdi, işte bu şiirle kendi iktidar egolarını doyurma yoluna gidenler farkında olmadan kendilerini enayi yerine koydurup, bir güzel sömürttürüyorlar kendilerini. Biz yıllardır bu ülkede yazara verilen yüzde onluk telife direndik, az olduğu için. Yıllardır bunun kavgası yapılıyor. Şimdi benim ‘merdiven altı yayıncılık’ diye nitelendirdiğim, korsandan beter sömürgenler türedi. Bu tür şiir heveslilerini gözüne kestirdiklerinden önce hiçbir telif ödemeden kitap basma yoluna gittiler, şimdilerde utanmazlığı daha da arttırıp, üstüne para alma yoluna gidiyorlar. En fazla üç dört yüz liraya mal olan, ipincecik şiir kitaplarını basmak için üç dört bin lira alıyorlar. Bir sürü enayi de kuyruğa girmiş, bunları besliyor. Sanıyorlar ki onlar adı olan bir yayınevi, geniş bir dağıtım ağı var, diledikleri kitapçılara kitap veriyor. Yalan. Sen kendin yapsan daha iyisini yaparsın. Onlar gibi sen de uydur bir yayınevi adı. Onlar öyle yapıyor. Onlar gibi dağıtımlara, kitapevlerine yalvar yakar bire ikişer sen de bırakırsın. Hatta onlar onu da yapmıyor. Senin çevrendeki kişilere satıyorlar elden, bu da onlara yetiyor, zaten yüz kişiye satsalar yeter. Elli kuruş, bir liraya mal ettikleri kitaba on iki, on üç lira fiyat basıyorlar, alacak yüz tane kek bulduklarında olay bitiyor. Demem o ki; ey Türk gençliği içindeki iktidar canavarını bırak. Senin egon, bazılarına yolunacak kaz gözüküyor.

Türk edebiyatındaki gerilemeden söz edip, Türk şiiri hiç yok dedim (bu konuda öykü ve özellikle de roman, çok daha iyi durumdalar. 80 sonrası öykü kendi özünü buldu, şiirdeki gibi silinmedi. 80 sonrası romancılığımızsa kesinlikle 50’li, 60’lı, 70’li yılların çok üstünde. Özellikle yeni romancılarımız nitelikli ürünleriyle ses getiriyorlar.) Bunun en somut örneğini Gezi’de gördük.

Türk şiiri, 40’lı yıllarda öncüydü. Demokrat partinin baskıcı dönemlerinde yine Türk şiiri ve edebiyatı önderlik etti. Yanına mizahı da alarak…70’li yılların sanattaki öncü gücü yine şiirdi. 80’li yıllarda da eski mirası kullanarak bu öncülüğü sürdürdü. Ama Gezi’de hiç yoktu. İki üç şairin, yazarın varlığı sonucu hiç değiştirmez. Türk şiiri yoktu, hala da yok. Yahu romanda bile, Gezi, Ahmet Ümit, Ayşe Kulin, Ferzan Özpetek’in romanlarına girdi. Daha Gezi’nin şiiri yazılmadı. Hiçbir ego’santrik şairimiz de bu işe koyulmadı. Hoş gerek de yok, Gezi gençliğinin duvarlarına kazıdığı ‘mavi düşünüp siyah yaşıyoruz’ sözünün şiirselliğine, derinliğine, imge gücüne şu anki Türk şiiri çok çok uzak zaten. Erişmesi de olanaksız.

Yazarları, edebiyatçıları, çoklukla da şairlerin toplandığı derneklerse hiç yoktular. Onlar zaten işi tur şirketçiliğine döktüler. Bir sosyal demokrat belediye ya da sivil toplum örgütü davet edecek de, tüm yol masraflarını ve kalma yerini ayarlayacak da onlar da oralara lütfedip yönetim kurulları olarak turistik geziler yapacaklar. Şu an için onların tek yaptıkları bu.

Gezi’nin baş aktörü tiyatroydu. Çünkü son yıllarda tiyatro anormal yıkım görmüş hatta tümüyle yok edilmişti. Ve tiyatro kollektif, zaman ve ekonomik kaynak gerektiren bir sanat dalı olduğu için, geçimini bu işten sağlayan geniş bir kesim olduğu için, Türkçesi günümüz tiyatrocuları ‘zincirlerinden başka kaybedecek birşeyleri olmayan’ bir kesim oldukları için, Gezi’nin sanat alanında öncü gücü onlar oldular. Üstelik hiç umulmayan bir kesimden geldi direniş, maaşla çalışan, istenildiği an işlerine son verilebilen –öyle de oldu- Devlet Tiyatrosu ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’ndan geldi en büyük tepki. Direnişin öncüsü şehir ve devlet tiyatrolarında yıllarca yer almış sanatçılar döküldü sokağa.

Bütün dileğim tiyatronun bu işlevini sürdürmesi, edebiyat gibi kendi önünü kendi tıkamaması. Çünkü tiyatro bu ülkede gerçekten öldü. Her zaman derim; tiyatrolarda geleneksel olarak tatil günleri pazartesidir, diğer günler perdeler açılır. Bizde tam tersi diyeceğim, o bile zor. Hani sadece pazartesileri perde açabilen diğer günler kapalı olan yani ayda dört oyun sergileyebilen topu topu kaç tane tiyatro topluluğu var? Üstelik sadece salonlarına el konulmakla, oyunlarına, topluluklarına inanılmaz vergiler bindirilmekle kalmadılar. Tiyatro izleyicisi de bitirildi. 80 öncesinde de tiyatroya sansür uygulanırdı, baskılar vardı ama yine de ayakta durabiliyorlardı. Örneğin bir tiyatro grubu televizyona çıktığında baskılar ve sansür nedeniyle repertuarlarındaki oyunları, skeçleri rahatlıkla sergileyemez, sansür uygulanırdı. Ama izleyici bunu bilir, sansürsüz oyunlarını izlemek için onların salonlarına koşardı. Şimdiyse aksine televizyondaki o sulu cıvıklıkların izleyicisi türedi, tiyatronun değil. Hiç kimse sansürsüz ve nitelikli oyun izleme derdinde değil. Biz öğrencilik yıllarımızda asla 27 Mart’larda tiyatroya gitmezdik çünkü bilirdik o gün oyunlar ücretsiz, salonlar hıncahınç dolu olur, yer bulunmazdı. Hoş şimdi yine gitmiyorum da merak ediyorum, acaba ücretsiz olan 27 Mart’larda tiyatro salonları dolabiliyor mu? Dahası, her 27 Mart’ta kaç topluluk perde diyebiliyor?

Benzer biçimde sinema da bitti. Öncelikle film yapım sayılarında anormal bir düşüş var, bir. Yapılanların da çoğu gösterim için salon bulamıyor, iki. Ola ki gösterildi, bir haftadan çok, hatta bazen 2-3 gün, vizyonda kalamıyor üç. Bu ülkede kitapla sinemanın ortak bir kaderi var. İkisinin de ‘raf ömrü’ örneğin, temel gıda maddelerinin raf ömrü kadar değil. Marketinizde satılan bir yoğurdun, yumurtanın raf ömrü, bir kitabın raf ömründen, bir filmin vizyonda kalma süresinden çok daha uzun.

Sinemanın da kendi bittiği gibi aynen tiyatroda olduğu gibi izleyicisi de bitirildi. Her şeye karşın yine de çok yüksek gişe hasılatı yapan ‘filmler’ var. Peki onlara bildiğimiz ‘sinema’ izleyicisi mi gidiyor? Hayır! Bu filmlere bakın, tamamının televizyondaki bir karakterin ya da dizinin sinema versiyonu olduğunu hemen görürsünüz. Buralara sinema izleyicisi gitmiyor, onlar bitti. Artık sinemalara televizyon izleyicisi, dizi film izleyicisi gidiyor. İzleyicinin genetik yapısı değişti.

Şimdilerdeyse kendisine ana akım medya adını takan ama sosyal medya karşısında oldukça azınlığa düşen televizyonlar yine bir profil yaratma peşinde. Normalde televizyon izlemem hele dizi film hiç mi hiç izlemem. Sanat ve estetik bulamadığım için.. ancak üç-beş diziyi yaklaşık bir buçuk yıldır gözlem altına aldım. Arada bir tek tük diğerlerine de bakınıyorum. Zaten bu sektörde bir iki bölüm izleseniz dizinin ve konunun tamamını şak diye anlıyorsunuz. Böylesine kısır bir sektör bu. Son dönemde dizilerde belirgin bir biçimde ‘nefret söylemi’ bilinçlere kazınmaya, bu yönde bir profil yaratılmaya çalışılıyor. Öyle ki dizilerdeki entrikalar ve ardı ardına gelen ‘kötülük’ler bırakın ülkemizi dünyanın hiçbir yerinde gerçekliği olmayacak düzeylerde. Aklın sınırlarını zorlayan kötülükler üzerine kurulu konular. Hemen hemen tümünde aynı temanın işlenmesi bunun senaristlerin yaratı özgürlüğüyle açıklanamaz. Üstelik tümünde bu kötülük ve entrikalar ‘meşruluk’ temelinde yürüyor. Yani, yasallık, hukuk kapı dışarı, dizinin beyninize kazıdığı ‘kahramanlar’ ne yaparlarsa yapsınlar meşru. Cinayetse yerinde, dolandırıcılıksa hak etmiştir, dayaksa uygun bir davranış.. Kimilerindeyse, ‘Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz’da olduğu gibi, istediği kadar yasa dışına çıksın, istediği kadar ‘kafalara sıksın’, ‘vatanına milletine bağlıysa’ mafyanın da her yaptığı meşrudur, haklıdır, olması gerekendir. Öyle bir mafya ki, silah ticareti yapıyor, ‘ayrılıkçı terör örgütlerine’ silah satışına kesinlikle karşı, buna karşı mücadele ediyor…devlet de silahını mafyadan almadığına göre, peki bu adamlar silahlarını kime satıyor? Sana ne? İyi ki satıyorlar. Haklılar. Kim takar hukuğu? Burada insan ister istemez bir zamanlar Tansu’nun ettiği sözü anımsıyor:

‘’Devlet için kurşunu atan da yiyen de bizim için şereflidir.’ Uzun sözün kısası televizyonlar nefret söylemiyle harmanlanmış yeni bir insan profili yaratma derdinde. Haberiniz ola….

Farkındaysanız Süje’deki yazılarımda sık sık Gezi’yi öne çıkarıyorum. Çünkü bu bölümün başından beri belirttiğim düzenin ve muhalif kesimin de yarattıkları iktidar söylemli birey tipi ilk kez Gezi’de bozuldu. Gezi, ezber bozan, tüm değerleri ters yüz eden tarihi bir kırılma noktasıdır. Gezi’yi iktidara karşı bir karşı çıkış olarak algılamak, en azından bununla sınırlamak büyük yanlışlık olur. Gezi insanı, Gezi gençliği, “benim yaşantıma ben karar veririm”, “yaşamımın ideolojisini ben belirlerim”, dedi. Birey olarak varlığını ortaya koydu, “ben varım”, dedi. Gezi insanı hem bir ağaç oldu hem bir orman. Şiddet de içermiyordu yaptıkları. Ama başarılı oldular. Varlıklarını kanıtladılar. Birey olabilen Gezi insanı, o süreçte belki de Türkiye’nin ilk komünal yaşamını da ortaya koydu. Bu yönüyle sadece iktidara karşı değil, belki de ondan çok daha fazla Türkiye’de hiçbir işe yaramayan ‘muhalif’ örgütlere, klasik, Ortodoks sola bir tepkiydi. Gerçek muhalif söylemle , gerçek muhalif yaşam biçimiyle bu coğrafya insanı Gezi’de tanıştı.

Türkiye’deki ‘muhalifler’ yıllardır Don Quichotte’taki yel değirmeni olmaktan öteye gidemediler. Küçücük, yeterince umut ‘öğütemeyen’ yel değirmenleri gibi kendilerini ezilen, sömürülen kesimlerin kalesi yerine koydular. Arada bir ayıp olmasın diye üzerlerine Don Quichotte’lar salınınca da doğru yolda olduklarına inandılar. Gezi insanıysa bir başına ağaç olmayı seçti. Ormana da böyle vardı.

Şu an gerek Türkiye’nin siyasal ve ideolojik gelişmesinde söz sahibi olmak isteyen gerekse tiyatro, edebiyat, sinema, resim….gibi ayakta kalmak, yok olmak istemeyen sanat çevresi için yapılacak tek iş Gezi insanıyla kaynaşmak, dahası kendisi Gezi insanı olmaktır.

En güzel dizeler duvarlarda yazıldı, en güzel oyunlar, konserler, parklarda, alanlarda, sokaklarda yapıldı.

Gezinin ağacı olamazsanız, düzenin yel değirmeni olursunuz.

- sürecek -    

dizin    üst    geri    ileri  



 33 

 SÜJE  /  Semih Özcan  /  otuz mayıs iki bin on yedi   / 22