‘’Dünyanın gerçekten şaşkınlıkla izlediği yüzlerce, binlerce olay
yaşanıyordu. Alınması istenen önlemler dünyanın birçok ülkesinde çoktan
demokrasi müzelerine kaldırılmıştı. Kötü anılar olarak unutulmuşluğa terk
edilen ve bir daha yaşanmak istenmeyen yasak ve kısıtlamalardı.
Cüneyt Arkın’ın başrolünü üstlendiği Yıkılmayan Adam filmi, adı
nedeniyle; Kıbrıs’ta yayımlanan ‘Bağımsızlık ve Özgürlük’ kitabı ise
Ecevit’i övdüğü için yasaklanmıştı.
Server Tanilli’nin Uygarlık Tarihi ve Çağdaş Dünyaya Giriş kitapları da
yasaktı. Yılmaz Güney’i anlatan Erkekçe dergisi de.
Akıl almaz nedenlerle gazete ve dergi toplattırılıyordu.
Bir büyük gazetenin magazin ekinde ‘Kürt Kilimi’ sözcüklerinin yer alması
da, Hürriyet gazetesinin Kelebek ekinin toplattırılmasına neden olmuştu.
İlk günlerde hızlarını alamayıp her şeyi yasaklıyorlardı. Erol Toy’un
‘Aydınımız, İnsanımız, Devletimiz’ adlı yapıtı yasaktı. Mete Tunçay’ın
‘Eski Sol Üzerine Yeni Belgeler’ i yasaktı. Pınar Kür’ün ‘Yarın Yarın’ı,
Hasan Kıyafet’in ‘Bizim Fabrika’sı da yasaktı.
Adalet Ağaoğlu’nun ‘Fikrimin İnce Gülü’ için verilen toplatma kararının
gerekçesi edebiyatseverlerce hemen anlaşılıyordu. Yurtdışında çalışan
Alamancı Bayram’ın öyküsünü anlatırken ‘kamu düzenini bozgunculuk’
yapılabilir miydi? Bal gibi yapılırdı. Bayram, askerlik anılarını
anlatırken ‘çavuşuyla arasında geçen bir olaya’ değiniyor ve böylece
‘ordunun manevi şahsiyeti’ hiçe sayılıyordu.
Her yasaklamanın, her toplatmanın gerekçeleri biraz düşününce
bulunuyordu. Bir tanesi bulunamadı. Türkiye’deki okur-yazar insanlar hep
birlikte düşünseydiler yine de bulunamazdı. 1. Ordu Komutanlığı Adli
Müşavirliği’nin; Zara, Korku ve Tarzan resimli kitapçıklarının
toplatılmasına nasıl karar verdiği bir giz olarak kalacaktı. [1.Ordu ve
Sıkıyönetim Komutanlığı’nın 24 Ağustos 1983 tarih Ad. Müş. 1983/2515
sayılı emri]
……….
Eşrefpaşa’yı Sevenler Derneği’nden, Torbalı Kasaplar Kulübü, Kınık
Traktörcüler Derneği, Ödemiş Televizyonseverler Derneği’ne kadar bölgede
ne kadar dernek varsa tümü kapatılıyordu. Ödemiş Patates Ekincileri,
Fidancılar ve Pamukçular Derneği de, Oto Tamircileri Yaşatma ve Koruma
Derneği de, Briç ve Satranç Derneği de, Sağırları Koruma Derneği de,
Fakir Hastalara Yardım Derneği de, ülke ve milletin bölünmez bütünlüğüne
her an zarar getirebilirlerdi.‘’ (Erbil Tuşalp, Eylül İmparatorluğu, Yazılama Yayınları, Ağustos
2013/İstanbul, s.283, 338)
İktidar cephesinde bu tür traji-komik olaylar, dahası dramlar yaşanırken,
‘muhalefet’ cephesi de boş duracak değildi elbette. Onlar da
‘iktidarlarını’ bir başka boyutta sağlama alma çabasına girmişlerdi.Ve
tıpkı onlar da 12 Eylülcüler gibi bu iktidar savaşına 12 Eylül’ün çok
öncesinde başlamışlardı.
Önümde Nesin Vakfı’nın çıkarmış olduğu Nesin 1977 Edebiyat Yıllığı
duruyor. Yıllıklar bilirsiniz, bir önceki yılın önemli edebiyat
olaylarını, tartışmalarını, yıl içinde yayınlanan şiir, öykü, deneme,
inceleme gibi kimi yazınsan örneklerden seçmelerden oluşur. Bu yıllık da
1976 yılına damgasını vuran edebiyatımızdaki gelişmeleri veriyor.
Bin beş yüz küsur sayfalık tuğla bir kitap. Ve yıllığın üçte ikisi sadece
iki konuya ayrılmış. Biri Konstantiv Simanov üzerine. Bu doğal hatta
güzel bir çalışma. Simanov, on ayrı işi olan, Sovyetlerde devlet
başkanının da üzerinde geliri olan, ortalama Sovyet yurttaşlarından
farklı olarak makam arabası olan, devletçe kendisine fazladan bir yazlık
villa verilen tek kişi. Ve en önemlisi İkinci Dünya Savaşı’nda tüm
askerlerin dilinden düşmeyen ‘Bekle Beni’ dizelerinin yaratıcısı Sovyet
şairi. Onun üzerine geniş kapsamlı bir çalışma..
Yıllığa ağırlığını veren ikinci dosya ise oldukça ilginç. Tek başına
kitabın neredeyse yarısını tutan, başlıbaşına kitap olarak basıldığında
bile kalınca bir kitap olabilecek bir dosya: Sabahattin Ali- Sait Faik
tartışması. Bir başka deyişle, 1976 yılına bu tartışma damgasını vurmuş.
Günümüz okuru ve aydını, en önemlisi de gençliği için ne kadar gülünç bir
tartışma değil mi? Ve bir o kadar da dramatik.
Günümüzde gerek Sabahattin Ali gerekse Sait Faik denince, birbirini
tamamlayan edebiyatımızın iki dev ismi akla gelir. Oysa 1976 yılı
aydınlarımız bu konuda iki karşıt kampa bölünmüşler. Sabahattin Ali
toplumculuğun, Sait Faik ise bireyci, düzenden yana edebiyatımızın
temsilcileri olarak lanse edilmişler. Özellikle o yıllarda gündemde olan
‘toplumcu gerçekçi’ler Sait Faik’i yerden yere vururken, Sabahattin
Ali’yi toplumcu edebiyatın baş köşesine oturtmuşlar. Burada insan ister
istemez, geçtiğimiz aylarda gündeme geldiği gibi örneğin ‘Kürk Mantolu
Madonna’nın sadece günümüz medyatiklerince değil, o dönemki
‘aydınlarımız’ca da okunmadığı gerçeğini görüyor. ‘Kürk Mantolu Madonanna’
kadar bireyin sorunlarını işleyen; anlaşılamadığı için ölüm döşeğinde
topluma küs bir yalnızlığa gömülen bireyi anlatan kitap değil mi Kürk
Mantolu Madonna?
Kaldı ki bir edebi metnin dünya görüşü anlattığı konularda değil, ‘nasıl’
anlattığında ortaya çıkar. Yaşamın ona olumsuzluğuna karşın, inatla
yaşama sevincini ve direncini savunan, her bir sözcüğünde buram buram
insan sıcaklığı yayılan Sait Faik mi, bireyci, burjuva edebiyatçısı? Ve
en önemlisi ‘toplumculuk’ bireyin yok sayıldığı, ortadan kaldırıldığı
düzenin adı mı?
Bu toplum ondan önce de yıllar boyunca bir başka saçma tartışmanın içinde
çırpınıp durdu; ‘Sanat toplum için mi, sanat için mi?’ 70’li yılların
sonlarına doğru buna bir de ‘sanat devrim içindir’ cevheri de eklendi de
bereket o pek tutmadı. Ve nedense yıllarca süren bu anlamsız tartışmada
hiçbir aydımız çıkıp da ‘Kardeşim sanat insan içindir. İnsana seslenen
sanat da doğası gereği hem toplumcu, hem devrimci olmak ama en önemlisi
bunu da estetik altyapısı olan sanatsal bir boyut içinde vermek
zorundadır’ diyemedi.
Yine bir başka tartışma 80 ortalarına doğru gündeme geldi. Turgut Uyar
bir dergiye yaptığı açıklamada Türk şiirindeki gerilemeden söz etti ve
Türk şiirinde 80 kuşağının olmadığını söyledi. Anında yaylım ateş
başladı. Zaten uzunca bir süredir İkinci Yeni tukakaydı, bu açıklamayla
iyice yerin dibine batırıldı. Ve doğal olarak İkinci Yeni’ciler de
bireyciydi, burjuva kültürüydü, toplumdan kopuktu. ( ‘Toplumdan kopuk’ bu
insanların gençlikten kopuk olmamaları da herhalde yine burjuvazinin
sinsi bir oyunuydu. Çünkü Gezi’de kendini kanıtlayan günümüz devrimci
gençliğinin ağızlarından bu insanların şiirleri hiç düşmüyor.)
Burada özellikle altını çizmekte yarar görüyorum. Amacım kesinlikle
Toplumcu Gerçekçilik eleştirisi yapmak değil, bir durum tespitidir.
Dahası çoğumuzun bir dönemler içinde olduğumuz bu anlayışın
özeleştirisini yapmaktır.
80 öncesinde Fethi Naci’nin yine kıyametler koparan bir roman saptaması
vardı. Türk romanının olmadığını savunan Fethi Naci, bu yöndeki bir
soruya da ‘Türk futbolu var mı ki romanı olsun’ diye yanıt veriyordu.
Benim de edebiyattaki toplumcu gerçekçi yaklaşımları belirtmekteki amacım
da aslında Türkiye’de ideolojik anlamda yaşanan sıkıntının sanata
yansımasında yarattığı sorunları ortaya sermek. Sorunu biraz daha
irdelemek için azcık gerilere gidelim; Ulusal Kurtuluş Savaşı ve hemen
ardından kurulan ilk cumhuriyet hükümetleri dönemine.
Yüzyıllarca bir yandan padişahlık bir yandan da dinsel bağnazlık altında
cahil bıraktırılarak yaşamış bir Anadolu. Kendine tümüyle yabancı bir
düzene geçiş yapıyor, cumhuriyete. Doğal olarak cumhuriyeti kuranlar da
halk tabanı değil, Osmanlı yönetimine Mustafa Kemal’in kişiliğinde
toplanarak başkaldıran bir grup asker, yani ordu. Burası önemli. Hani sık
sık askeri vesayetten kurtulmaktan söz ederiz ya, ya da askeri darbelere
karşı tavır almamızdan…işte bu noktada karşımıza cumhuriyetin sivil
kurumlarını kuramayışımız dikilir
Dediğim gibi bir yandan yüzyıllardır padişahlık yönetimi altında dinsel
yaptırımlarla donatılmış bir toplum öte yandan aynı tarihlere denk düşen
dibimizde başarıya ulaşan Sovyet devrimi. Böyle bir konum ister istemez
‘devletçi’ bir yapılanmayı zorunlu kılıyor. Çünkü sosyalizmin kuruluş
aşaması da güçlü devletçiliği zorunlu kılıyor. O dönemler için olması
gereken de bu. Cumhuriyeti kuran güç olarak da devletin en organize olmuş
kurumu da ordu. Bu anlamda cumhuriyetin ilk yıllarında devletin
güçlendirilmesi ordunun da güçlendirilmesini doğurdu. Devletin
güçlendirilmesi öylesine ivme kazandı ki başlangıçta ideolojik bir yapısı
olmayan cumhuriyet ve kemalizmin, örneğin Kadro hareketi eliyle devletçi
bir ideolojiye oturtulması gereği duyuldu. Ve ilk cumhuriyet hükümetleri
de elden geldiğince devletçi bir modeli yerleştirmeye çalıştı. Kurtuluş
Savaşı bileşenlerinin farklı sınıflardan oluşması, içinde küçük esnaf,
toprak ağası ve bürokratların da bulunması nedeniyle, daha doğrusu
özellikle emekçi kesimde bir sınıf bilinci ve düzeyi olmaması nedeniyle
belki ekonomide sosyalist anlamda devletçi bir ekonomik modeli yaşama
geçiremedi ama yönetim mekanizmasında güçlü devletin temelleri atıldı.
Sovyet Devriminin getirdiği rüzgarla da özellikle feodal unsurlara karşı
devletçi bir modelin öne çıkması, toplumda feodalizme, sömürgeciliğe
karşı duran muhalif kanadın da ‘devletçi’ bir yörüngede gelişmesini
getirdi. Bu durum 60’yıllara kadar sürdü. Aslında 60’lı yıllarda da
değişen bir şey olmadı sadece muhalif sol anlayış devletçi siyasetine
anti-emperyalist ulusalcı bir renk vererek solun ilk ayraçlarını atmayı
denedi. Bu anlamda 20 Aralık 1961’de içlerinde Muammer Aksoy, Melih
Cevdet Anday, Çetin Altan, Orhan Asena, Rona Aybay, Doğan Avcıoğlu, Fakir
Baykurt, Deniz Baykal, Cevat Çapan, Mustafa Ekmekçi, Oktay Ekşi,
Sabahattin Eyuboğlu, Turan Güneş, Abdi İpekçi, Mahmut Makal, Fethi Naci,
Tahsin Saraç, İlhan Selçuk, Turhan Selçuk, İlhami Soysal, Mümtaz Soysal,
Server Tanilli, Cavit Orhan Tütengil…. gibi isimlerin de yer aldığı 160
aydının altına imza attığı ‘Yön Bildirisi’ yayınlandı. Yön, daha sonra
kadrosuna Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Sadun Aren, Azra Erhat, Talip Apaydın,
Şevket Süreyya Aydemir, Taner Timur gibi kişileri de alarak yoluna 1967
Haziran’ına dek dergi olarak devam etti.
Yön, özellikle petrol ve madenlerin devletleştirilmesini savunarak, ABD ve
batı emperyalizmine karşı çıkışlar yaparak ilk sol söylemin önünü açtı.
Ancak temel sorun yine de aşılamadı. Yani sol söylem de sonuçta iktidar
odaklıydı. Yalnızca iktidarın ele geçirilmesine koşullanmıştı. Farklı da
olsa sonuçta bir erk, devlet anlayışı getiriyordu. Sosyalist toplumun
yapısal dönüşümü, sol kimlik yani muhalif kimlik hiçbir zaman oluşamadı.
Erk söylemi sivilleşme yönünde dönüştürülemedi. 80 öncesinde Enis
Batur’un çok yerinde bir tespitiyle ‘muhalif söylem biçimi’
oluşturulamadı. Muhalefetimizin dili de erkin dili, gücün dili, devletin
dilini aşamadı.
İktidar dili öylesine içimize sindi ki, her sorunda çözümü kendimizde
değil, yine bir başka güçte, bir başka erkte arar olduk. Devlet bir
‘baba’ydı ve ‘baba’lık tüm katmanlara yayıldı. Orhan Pamuk’un ‘Kırmızı
Saçlı Kadın’ın ağzından söylediği gibi ‘’Herkesin babası çoktur bu
ülkede. Devlet baba, Allah baba, Paşa baba, Mafya babası….Burada kimse
babasız yaşayamaz.’’ (Orhan Pamuk, Kırmızı Saçlı Kadın, YKY,
2.baskı/Şubat 2016/İstanbul, s.68)
Bu da Osmanlıdan beri sürüp giden bir gelenektir. Bizim Sina hocanın
(Sina Akşin) İttihat Terakki’yle ilgili ders notlarında Fuat Paşa’yla
ilgili çok ilginç bir anekdotu var. Tanzimat paşalarından Fuat Paşa der
ki:
‘’Bir devlette iki kuvvet olur. Biri yukarıdan, biri aşağıdan gelir.
Bizim memlekette yukarıdan gelen kuvvet cümlemizi eziyor. Aşağıdan ise
bir kuvvet hasıl etmeye imkan yoktur. Bunun için pamukçu muştası gibi
yandan bir kuvvet kullanmaya muhtacız. O kuvvet de sefaretlerdir.’’
Fuat Paşa en azından ‘baba dayağının’ da farkında…
Aslında ilk cumhuriyet hükümetleri sivilleşmenin önünü açacak iki önemli
fırsat yarattılar. Fakat bu da yeterince kullanılamadı. İlki Köy
Enstitülerinin kuruluşuydu. Bu sivilleşme yönünde son derece önemli bir
kapıydı. İlk başlarda yararı görüldü de. Köy Enstitüleri yoluyla hem
Osmanlıdan miras kalan cehalet büyük oranda ortadan kalkacaktı ama en
önemlisi bireyler bizzat teori ve pratiğin içinde kendi yaşamlarını baş
aktör olarak düzenleme, geliştirme olanağı bulacaklardı. Başlarda olduysa
da Köy Enstitülerinin kısa süre sonra kapatılması bu olanağı ortadan
kaldırdı. İkinci önemli fırsat Milli Eğitim’in başına Hasan Ali Yücel’in
getirilmesiyle doğdu. Onun zamanında Türk insanının önüne tüm dünyanın
ideolojik, felsefi, kültürel ve edebi zenginliği gözler önüne serildi.
Hemen hemen çevrilmedik dünya klasiği kalmadı. Türk okuru tüm dünyadaki
kültürel gelişmeleri tanıma olanağı buldu. Bu ilk zamanlarda ses de
getirdi. Bir süre sonra da bu anlayışı Varlık dergisi ve yayınları
sürdürdü. Yine o dönemlerde çıkan A ve Cep dergilerinde örneğin, birçok
yazın akımının incelendiği, tartışıldığı görüldü. Ta ki 12 Mart’a varana
dek..
12 Mart dönemi malum geleneği hortlattı. Dil yeniden devlet diline döndü.
Devletin yarattığı baskın dil, karşıtını da yine ‘erk’ söyleminin içine
hapsetti. Ve bu dönemde özellikle edebiyat başta olmak üzere genelde tüm
kültürel yapıda, muhalif kesimde ‘toplumcu gerçekçilik’ ortaya çıktı.
Görünüşte, düzenin seçeneği olarak toplumculu yani sosyalizmi savunan
anlayışı desteklemek amacıyla ortaya çıkan bu görüş aslında muhalif bir
söylem ve yaşam biçimi getirmiyor, yalnızca iktidara odaklanarak,
devletçi dili ve devlet kurumunu güçlendirmekten öte bir işlev
taşımıyordu. Çünkü bu dilde birey ve bireyin toplum içindeki varlığı,
‘burjuva’ değerlerden sayılarak yok sayılıyor, birey kavramını tümüyle
dışlayan, aksine savunulan sosyalist düzeni yaratmak için gereken
sosyalist insan, sosyalist birey, sosyalist topluma giden yolun da önünü
tıkıyordu. Düzenin şekillendirdiği bireyle, düzenin dayattığı toplumsal
ilişkilerle, düzenin değer yargıları, ahlak normlarıyla yeni, devrimci
bir topluma varılmak isteniyordu. İşte sorun da buydu. Varoluşculuktan
yapısalcılığa dek tüm düşün, felsefe ve yazın akımlarına, burjuvaziye
hizmet ediyor diye sırtını dönen, tüm düşüncelere kapılarını kapatan
toplumcu gerçekçilik, bireyi de yok saydığından, aynı tip insan ve
ilişkiler ağıyla aslında devletin ve düzenin güçlendirerek yeniden
üretilmesinden başka bir işlev görmemiştir. Amaçlanan düzenin yaşamsal
seçenekleri oluşturulmadan, ilişkiler ve etik değerleri yaratılmadan ve
her şeyden önce düzenin karşıtı yeni insan ve birey profili kendini
varedemeden, doğal olarak yeni bir topluma da varılamadı. Çünkü sadece ve
sadece ‘iktidarın ele geçirilmesi amaçlandı, düzenin dönüştürülmesi’
değil.
Toplumcu gerçekçilik yine de 80’lere dek etkisini sürdürdü. Çünkü hem
yine bir baskı dönemi içindeydik hem de bu süre içinde bu sanat ve kültür
anlayışı sürekli miras yedi. 70’lerin Toplumcu Gerçekçilik adına yazılan
şiirleri ya alabildiğine sığ ve slogansal kaldığı için kısa bir süre
sonra silindiler ya da Nazım’ın örneğin taklidi düzeyinde kaldılar. Ama
bu süreçte sürekli mirasa yüklendiler. Toplumcu anlayışta yazan her
kesimi kendilerinden saydılar. Ve bir süre sonra kopmalar da, bu yanlışı
görenler de ortaya çıkmaya başladı. Örneğin Ahmed Arif ilklerdendir,
hatta toplumcu gerçekçiliğin isim babası da denebilir. İlk bırakan da o
oldu. Kendilerini Hasan Hüseyin’e, Enver Gökçe’ye, Attila İlhan’a yakın
buldular. Ancak getirdikleri anlayışla bu kişilerin şiirleri taban tabana
zıttı aslında. Bunu göremediler. Turgut Uyar, Edip Cansever, Ece Ayhan,
Cemal Süreya, İlhan Berk onlar için düzenin yarattığı, burjuvazinin
desteklediği bireyci şairlerdi. İkinci Yeni’yi yok saydılar. Şu an
gençliğin bilincinde onlar yaşıyor, kendileri yok oldu. Başta da
söylediğim gibi, Gezi’nin direnen gençliği duvarları Ece Ayhan'larla,
Cemal Süreya'larla, Turgut Uyar, İlhan Berk'lerle donattı..çünkü onların
anlaşılmaz bulduğu daha doğrusu anlayamadıkları bu isimleri gençlik çok
çok iyi anladı. Onlarda kendini buldu. Çünkü günümüz gençliği artık
‘birey olarak ben de varım. Kendi yaşamıma da anca ben karar veririm’
demesini öğrendi.
Kültürel ve ideolojik ortamımızı önemli boyutlarda gerileten, muhalif bir
kimlik, yaşam ve söylem biçemi oluşmasını engelleyen bu anlayış sanatta
yalnızca edebiyatta hatta çoklukla da şiirde etkin oldu denebilir.
Örneğin, tiyatroda, sinemada, plastik sanatlarda yeterli destek bulamadı.
Hatta şiirin dışında örneğin öykü ve romancılığımızda kısa sürede bu
anlayışı bırakıp kendi mecrasında yoluna devam etti. Bu açıdan belki
nicelik olarak yeterli sayıda olduğu söylenemez ama bugün Türk öyküsü,
romanı şiirin çok çok ilerisinde. Hatta daha da ötesi; Turgut Uyar haklı.
Şu an Türk Şiiri diye bir olgu yok. Miras bitti. 80 sonrasında Türk şiiri
yok. Şiir yazan, üstelik gerçekten iyi şiir yazanlar yok demiyorum.
Yalnızca üç beş kişinin varlığı genelleşemez diyorum. Genel anlamda Türk
şiiri vardır diyebileceğimiz bir olgu, kuşak bugün için yok diyorum. 70
son kuşaktı. 80 çıkmadı, 90 da öyle şimdi de öyle. Bir edebiyat dergisi
çıkarın; karikatür, resim, öykü, deneme tek tük gelir. Ama şiir binlerce
gelir. Herkesin şair olduğu ama kimsenin şiir kitabı örneğin okumadığı,
ilginç bir genetik toplum yapımız var. Neden? Roman, öykü yazmak, resim
yapmak yemiyor. Çünkü onlara zaman ayırması, uğraşıp didinmesi gerekiyor.
Ama iki dakikada karaladığı saçmalıkları şiir diye nasılsa yuttururum
diyor. Olay bu. Şiiri basit buluyorlar. Şiirin en ince noktasına dek
uğraş verilen bir dil ve söz kuyumculuğu olduğu, şiir yazabilmek için çok
çok iyi bir bilinç ve dil ustalığı gerektirdiği, her şeyden önce şiirin
imgelerle yazıldığı onların umurunda değil. Çünkü onlara nasıl değil,
neyin yazılması gerektiğinin önemli olduğu belirtildi. Al bir toplumsal
ortam, salla gitsin. Nasılsa; toplumcu olmanın iyi bir marangoz olmayı
doğurmadığı, örneğin toplumcu olmanız iyi bir masa yapabileceğiniz
anlamına hiçbir zaman gelmediği halde, şiir öyle değil, toplumcuysan sen
kafadan şairsin zaten.
Sorunun özü niye bir edebiyat dergisine binlerce kişi şiir gönderirin
yanıtında yatıyor. Basit, tamam, onu anladık. Al kalemi, dök iki dakikada
deli saçması hezeyanlarını. Da…niye gönderme gereğini duyuyorlar?
Bu biraz da bir dönemin Yeşilçam’a kapağı atıp, meşhur olma sevdalısı
Anadolu kızlarının çabalarını anımsatıyor, hani gazozlarına ilaç
atılanları…para getirmez, getirmediği gibi siyasal ortamlarda dert de
getirdiği halde nedense bizde şiirle meşhur olma sevdalısı, adını duyurma
sevdalısı, bir yerlere gelme meraklısı mazoşist bir kesim var.
Heh işte, yıllardır muhalifliklik adına devletin dilini geliştirirsen,
iktidar dilini kullanırsan, erk ve gücü yüceltirsen, işte böyle herkes
şair kesilir. Çünkü bu insanların her biri bir yerlere gelme, kendi
‘iktidarlarını’ yaratma çabasındalar. Olan biten bu. Yazdıklarının tek
bir dizesinin bile bir kişinin ağzında sakız olması, onlar için o kişi ya
da kişiler üzerinde iktidar/hükümran olmak çünkü…
Bir de bu şiirin iktidar heveslilerinin yarattığı bir sömürü çarkı var
ki, buraya çomak sokmadan duramam. Biliyorsunuz, bu yazı dizisinde daha
önce de birçok kez yeri geldiğinde değindim. Yıllarca hem basında hem de
yayınevlerinde çalıştım. Uzun yıllar editörlük yaptım. Yayıncılığın her
aşamasını, dergi, gazete ve kitap basımının her evresini ve fiyat
durumunu iyi bilirim. Son dönemlerde bazı arkadaşlar eskiden üç beş kişi
biraraya geldiğinde dergi çıkardıklarını, şimdi fiyatların yükseldiğini,
artık o olanağın kalmadığını söylüyorlar ama doğru değil. Belki onların
bulundukları ortamda olanaklar kısıtlıdır, sadece bu. Şu an yine çok
rahatlıkla bir memur, işçi kendi kısıtlı geliriyle hatta bir öğrenci
harçlığıyla dergi de çıkarabilir, kitap da basabilir. Hele hele birkaç
kişi biraraya gelirse çok da rahat yapar bu işi. Yayıncılıkta hiçbir
zaman maliyeti ve satışı etkileyen basım masrafları değildir, dağıtımdır.
Çünkü kitap ve dergi piyasasında gelirin büyük bölümünü dağıtım firmaları
alır. Eskiden yüzde kırk civarıydı. Şimdilerde elli hatta altmışı
dayatıyorlar. Gazete ondan da beter. Günlük gazete dağıtıcıları tam bir
tekel. Piyasayı oldukları gibi yönlendiriyor hatta bir gazetenin satış
fiyatına onlar karar veriyorlar. Yapmazsanız, dağıtmıyorlar. Çok somut
bir örnek vereyim. 6-7 yıl önce İzmir’de bir yerel gazetede çalışıyorum.
12 sayfalık bir gazete. 5 bin basıyoruz. Matbaaya verdiğimiz para dört
yüz lira. Satış fiyatımız elli kuruş. Bir süre sonra dağıtımdan fiyat
arttırın emri geldi ve zorunlu olarak bir lira yaptık. Biz yedi yüz elli
kuruş düşünmüştük, dağıtım reddetti,hayır, bir lira yapmazsanız, biz
gereken karı elde edemeyiz. ( Dağıtım için en az kar marjları var. Hatta
en az satış ve para limitleri. Siz gazeteniz satmasa da o parayı onlara
vermek zorundasınız.) Ya bir lira yaparsınız ya dağıtımı bırakıyoruz
dendi ve biz zorunlu olarak denilen fiyata yükselttik gazeteyi. Tabi, her
zamanki bildik yalan duyuruyla, ‘kağıt ve basım giderlerinin artması
nedeniyle’….oysa kağıt fiyatlarının artması hiçbir zaman bir gazete,
dergi ya da kitap fiyatında yüksek oranda zammı gerekli kılmaz. Kağıt
fiyatı en küçük gider kalemidir.
Şimdi, işte bu şiirle kendi iktidar egolarını doyurma yoluna gidenler
farkında olmadan kendilerini enayi yerine koydurup, bir güzel
sömürttürüyorlar kendilerini. Biz yıllardır bu ülkede yazara verilen
yüzde onluk telife direndik, az olduğu için. Yıllardır bunun kavgası
yapılıyor. Şimdi benim ‘merdiven altı yayıncılık’ diye nitelendirdiğim,
korsandan beter sömürgenler türedi. Bu tür şiir heveslilerini gözüne
kestirdiklerinden önce hiçbir telif ödemeden kitap basma yoluna gittiler,
şimdilerde utanmazlığı daha da arttırıp, üstüne para alma yoluna
gidiyorlar. En fazla üç dört yüz liraya mal olan, ipincecik şiir
kitaplarını basmak için üç dört bin lira alıyorlar. Bir sürü enayi de
kuyruğa girmiş, bunları besliyor. Sanıyorlar ki onlar adı olan bir
yayınevi, geniş bir dağıtım ağı var, diledikleri kitapçılara kitap
veriyor. Yalan. Sen kendin yapsan daha iyisini yaparsın. Onlar gibi sen
de uydur bir yayınevi adı. Onlar öyle yapıyor. Onlar gibi dağıtımlara,
kitapevlerine yalvar yakar bire ikişer sen de bırakırsın. Hatta onlar onu
da yapmıyor. Senin çevrendeki kişilere satıyorlar elden, bu da onlara
yetiyor, zaten yüz kişiye satsalar yeter. Elli kuruş, bir liraya mal
ettikleri kitaba on iki, on üç lira fiyat basıyorlar, alacak yüz tane kek
bulduklarında olay bitiyor. Demem o ki; ey Türk gençliği içindeki iktidar
canavarını bırak. Senin egon, bazılarına yolunacak kaz gözüküyor.
Türk edebiyatındaki gerilemeden söz edip, Türk şiiri hiç yok dedim (bu
konuda öykü ve özellikle de roman, çok daha iyi durumdalar. 80 sonrası
öykü kendi özünü buldu, şiirdeki gibi silinmedi. 80 sonrası
romancılığımızsa kesinlikle 50’li, 60’lı, 70’li yılların çok üstünde.
Özellikle yeni romancılarımız nitelikli ürünleriyle ses getiriyorlar.)
Bunun en somut örneğini Gezi’de gördük.
Türk şiiri, 40’lı yıllarda öncüydü. Demokrat partinin baskıcı
dönemlerinde yine Türk şiiri ve edebiyatı önderlik etti. Yanına mizahı da
alarak…70’li yılların sanattaki öncü gücü yine şiirdi. 80’li yıllarda da
eski mirası kullanarak bu öncülüğü sürdürdü. Ama Gezi’de hiç yoktu. İki
üç şairin, yazarın varlığı sonucu hiç değiştirmez. Türk şiiri yoktu, hala
da yok. Yahu romanda bile, Gezi, Ahmet Ümit, Ayşe Kulin, Ferzan
Özpetek’in romanlarına girdi. Daha Gezi’nin şiiri yazılmadı. Hiçbir
ego’santrik şairimiz de bu işe koyulmadı. Hoş gerek de yok, Gezi
gençliğinin duvarlarına kazıdığı ‘mavi düşünüp siyah yaşıyoruz’ sözünün
şiirselliğine, derinliğine, imge gücüne şu anki Türk şiiri çok çok uzak
zaten. Erişmesi de olanaksız.
Yazarları, edebiyatçıları, çoklukla da şairlerin toplandığı derneklerse
hiç yoktular. Onlar zaten işi tur şirketçiliğine döktüler. Bir sosyal
demokrat belediye ya da sivil toplum örgütü davet edecek de, tüm yol
masraflarını ve kalma yerini ayarlayacak da onlar da oralara lütfedip
yönetim kurulları olarak turistik geziler yapacaklar. Şu an için onların
tek yaptıkları bu.
Gezi’nin baş aktörü tiyatroydu. Çünkü son yıllarda tiyatro anormal yıkım
görmüş hatta tümüyle yok edilmişti. Ve tiyatro kollektif, zaman ve
ekonomik kaynak gerektiren bir sanat dalı olduğu için, geçimini bu işten
sağlayan geniş bir kesim olduğu için, Türkçesi günümüz tiyatrocuları
‘zincirlerinden başka kaybedecek birşeyleri olmayan’ bir kesim oldukları
için, Gezi’nin sanat alanında öncü gücü onlar oldular. Üstelik hiç
umulmayan bir kesimden geldi direniş, maaşla çalışan, istenildiği an
işlerine son verilebilen –öyle de oldu- Devlet Tiyatrosu ve İstanbul
Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’ndan geldi en büyük tepki.
Direnişin öncüsü şehir ve devlet tiyatrolarında yıllarca yer almış
sanatçılar döküldü sokağa.
Bütün dileğim tiyatronun bu işlevini sürdürmesi, edebiyat gibi kendi
önünü kendi tıkamaması. Çünkü tiyatro bu ülkede gerçekten öldü. Her zaman
derim; tiyatrolarda geleneksel olarak tatil günleri pazartesidir, diğer
günler perdeler açılır. Bizde tam tersi diyeceğim, o bile zor. Hani
sadece pazartesileri perde açabilen diğer günler kapalı olan yani ayda
dört oyun sergileyebilen topu topu kaç tane tiyatro topluluğu var?
Üstelik sadece salonlarına el konulmakla, oyunlarına, topluluklarına
inanılmaz vergiler bindirilmekle kalmadılar. Tiyatro izleyicisi de
bitirildi. 80 öncesinde de tiyatroya sansür uygulanırdı, baskılar vardı
ama yine de ayakta durabiliyorlardı. Örneğin bir tiyatro grubu
televizyona çıktığında baskılar ve sansür nedeniyle repertuarlarındaki
oyunları, skeçleri rahatlıkla sergileyemez, sansür uygulanırdı. Ama
izleyici bunu bilir, sansürsüz oyunlarını izlemek için onların
salonlarına koşardı. Şimdiyse aksine televizyondaki o sulu cıvıklıkların
izleyicisi türedi, tiyatronun değil. Hiç kimse sansürsüz ve nitelikli
oyun izleme derdinde değil. Biz öğrencilik yıllarımızda asla 27
Mart’larda tiyatroya gitmezdik çünkü bilirdik o gün oyunlar ücretsiz,
salonlar hıncahınç dolu olur, yer bulunmazdı. Hoş şimdi yine gitmiyorum
da merak ediyorum, acaba ücretsiz olan 27 Mart’larda tiyatro salonları
dolabiliyor mu? Dahası, her 27 Mart’ta kaç topluluk perde diyebiliyor?
Benzer biçimde sinema da bitti. Öncelikle film yapım sayılarında anormal
bir düşüş var, bir. Yapılanların da çoğu gösterim için salon bulamıyor,
iki. Ola ki gösterildi, bir haftadan çok, hatta bazen 2-3 gün, vizyonda
kalamıyor üç. Bu ülkede kitapla sinemanın ortak bir kaderi var. İkisinin
de ‘raf ömrü’ örneğin, temel gıda maddelerinin raf ömrü kadar değil.
Marketinizde satılan bir yoğurdun, yumurtanın raf ömrü, bir kitabın raf
ömründen, bir filmin vizyonda kalma süresinden çok daha uzun.
Sinemanın da kendi bittiği gibi aynen tiyatroda olduğu gibi izleyicisi de
bitirildi. Her şeye karşın yine de çok yüksek gişe hasılatı yapan
‘filmler’ var. Peki onlara bildiğimiz ‘sinema’ izleyicisi mi gidiyor?
Hayır! Bu filmlere bakın, tamamının televizyondaki bir karakterin ya da
dizinin sinema versiyonu olduğunu hemen görürsünüz. Buralara sinema
izleyicisi gitmiyor, onlar bitti. Artık sinemalara televizyon izleyicisi,
dizi film izleyicisi gidiyor. İzleyicinin genetik yapısı değişti.
Şimdilerdeyse kendisine ana akım medya adını takan ama sosyal medya
karşısında oldukça azınlığa düşen televizyonlar yine bir profil yaratma
peşinde. Normalde televizyon izlemem hele dizi film hiç mi hiç izlemem.
Sanat ve estetik bulamadığım için.. ancak üç-beş diziyi yaklaşık bir
buçuk yıldır gözlem altına aldım. Arada bir tek tük diğerlerine de
bakınıyorum. Zaten bu sektörde bir iki bölüm izleseniz dizinin ve konunun
tamamını şak diye anlıyorsunuz. Böylesine kısır bir sektör bu. Son
dönemde dizilerde belirgin bir biçimde ‘nefret söylemi’ bilinçlere
kazınmaya, bu yönde bir profil yaratılmaya çalışılıyor. Öyle ki
dizilerdeki entrikalar ve ardı ardına gelen ‘kötülük’ler bırakın ülkemizi
dünyanın hiçbir yerinde gerçekliği olmayacak düzeylerde. Aklın
sınırlarını zorlayan kötülükler üzerine kurulu konular. Hemen hemen
tümünde aynı temanın işlenmesi bunun senaristlerin yaratı özgürlüğüyle
açıklanamaz. Üstelik tümünde bu kötülük ve entrikalar ‘meşruluk’
temelinde yürüyor. Yani, yasallık, hukuk kapı dışarı, dizinin beyninize
kazıdığı ‘kahramanlar’ ne yaparlarsa yapsınlar meşru. Cinayetse yerinde,
dolandırıcılıksa hak etmiştir, dayaksa uygun bir davranış..
Kimilerindeyse, ‘Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz’da olduğu gibi, istediği
kadar yasa dışına çıksın, istediği kadar ‘kafalara sıksın’, ‘vatanına
milletine bağlıysa’ mafyanın da her yaptığı meşrudur, haklıdır, olması
gerekendir. Öyle bir mafya ki, silah ticareti yapıyor, ‘ayrılıkçı terör
örgütlerine’ silah satışına kesinlikle karşı, buna karşı mücadele
ediyor…devlet de silahını mafyadan almadığına göre, peki bu adamlar
silahlarını kime satıyor? Sana ne? İyi ki satıyorlar. Haklılar. Kim takar
hukuğu? Burada insan ister istemez bir zamanlar Tansu’nun ettiği sözü
anımsıyor:
‘’Devlet için kurşunu atan da yiyen de bizim için şereflidir.’ Uzun sözün
kısası televizyonlar nefret söylemiyle harmanlanmış yeni bir insan
profili yaratma derdinde. Haberiniz ola….
Farkındaysanız Süje’deki yazılarımda sık sık Gezi’yi öne çıkarıyorum.
Çünkü bu bölümün başından beri belirttiğim düzenin ve muhalif kesimin de
yarattıkları iktidar söylemli birey tipi ilk kez Gezi’de bozuldu. Gezi,
ezber bozan, tüm değerleri ters yüz eden tarihi bir kırılma noktasıdır.
Gezi’yi iktidara karşı bir karşı çıkış olarak algılamak, en azından
bununla sınırlamak büyük yanlışlık olur. Gezi insanı, Gezi gençliği,
“benim yaşantıma ben karar veririm”, “yaşamımın ideolojisini ben
belirlerim”, dedi. Birey olarak varlığını ortaya koydu, “ben varım”,
dedi. Gezi insanı hem bir ağaç oldu hem bir orman. Şiddet de içermiyordu
yaptıkları. Ama başarılı oldular. Varlıklarını kanıtladılar. Birey
olabilen Gezi insanı, o süreçte belki de Türkiye’nin ilk komünal yaşamını
da ortaya koydu. Bu yönüyle sadece iktidara karşı değil, belki de ondan
çok daha fazla Türkiye’de hiçbir işe yaramayan ‘muhalif’ örgütlere,
klasik, Ortodoks sola bir tepkiydi. Gerçek muhalif söylemle , gerçek
muhalif yaşam biçimiyle bu coğrafya insanı Gezi’de tanıştı.
Türkiye’deki ‘muhalifler’ yıllardır Don Quichotte’taki yel değirmeni
olmaktan öteye gidemediler. Küçücük, yeterince umut ‘öğütemeyen’
yel değirmenleri gibi kendilerini ezilen, sömürülen kesimlerin kalesi
yerine koydular. Arada bir ayıp olmasın diye üzerlerine Don Quichotte’lar
salınınca da doğru yolda olduklarına inandılar. Gezi insanıysa bir başına
ağaç olmayı seçti. Ormana da böyle vardı.
Şu an gerek Türkiye’nin siyasal ve ideolojik gelişmesinde söz sahibi
olmak isteyen gerekse tiyatro, edebiyat, sinema, resim….gibi ayakta
kalmak, yok olmak istemeyen sanat çevresi için yapılacak tek iş Gezi
insanıyla kaynaşmak, dahası kendisi Gezi insanı olmaktır.
En güzel dizeler duvarlarda yazıldı, en güzel oyunlar, konserler,
parklarda, alanlarda, sokaklarda yapıldı.