“… zaman diye bir şey aranmaz, sonsuzluk
dediğimiz yalnızca bir an’dır, bir şakanın yer alacağı kadar uzun bir
süre yani…” Hermann HESSE
Uyku neyi çağırırdı, en çok? Bir yerde okumuştu, Freud olmalıydı, şöyle
diyordu: “Rüyaların her biri eşsizdir.” O ki onun eşsizliğinin gölgesine
sığınmışken bir eşsizliği daha ne kadar yüklenebilecekti ki. Sonsuz…
Sonsuz… Kaç defa tekrar edecek ve en çok gitmek istediği yere
gidebilecekti, sonsuz. Uykular da davetsiz sürüklerdi, insanı hiç
bilmediği bir yola. Bu gerçeği uykusunda kendisine öğretecek kadar
bilinçaltının eli sopalı gardiyanlığını yapabiliyordu, pekala. Biliyordu
ki kendisinin kendisine yaptığı bir şakaydı, sadece. Öylesine hafif bir
uykuda yolun da yolcunun da kendisi olduğu sonsuzluğa varacak son
yolculuk. Dünyanın son surat bütün hızıyla dönerken birden bire durduğu
anda son kez sonsuz ona -ANLAM- a gidiyordu, yine. Gizliden gizliye. Hem
de ona bu sefer görünmeden, uzaktan uzağa seyretmek, ne yapıyor olduğunu
bilmek için. İçindeki her geçen gün bangır bangır bağıran ses ölüme
götürürken kendisini, onu son zamanlarda en çok sonsuz bilmemek
çıldırtıyordu. Kendi kendini için için yerken nasıl nefes alabilirdi ki?
ANLAM’ı görürse içindeki sesi susturabilirdi. Susmalıydı, artık her şeyi
ile susmalı, hatta gerekirse kendisi ile susturmalıydı, sonsuz.
Anlayacaktı, belki de onun çoktan vazgeçmişliğini ve ANLAM’da ölüp
kalmışlığını. Görmeliydi. Ona gitti, koşar adımlarla her zamanki gittiği
yere. Bu sefer demir köprülerden geçmeden ama korkularını da yanında
taşıyarak. Vardığında apartmanın dağın eteğine kurulduğunu gördü. Şimdi
koşar adımlarla geldiği bu yer ile kendisi arasında alabildiğine soluk
mavi, durgun bir deniz uzanıyordu. Sanki yol orada bitmemiş gibi denizin
içine apartmana doğru yürümeye başladı. Attığı her adımda denizin
derinliği biraz biraz daha artıyor, suların içine gömülüyordu. Tuzlu suyu
yuttu, genzi yandı. Tam kendini suya bırakıp yüzmeye başlayacaktı ki
yüzme bilmediğini hatırladı. Dengesini yitirir gibi oldu. Geriye dönüp
düştü. Ayağa kalkıp kıyıya çıktı. Üzerinden su sızıyordu. Saçlarının
uçlarına üç, dört tane yengeç takılmıştı. Hiç umursamadı. Ne yapabilirler
ki bana, onlar da en az benim kadar uykudalar işte, dedi. Sonra elini
dudaklarının kenarına götürüp gözlerini yumup avazının çıktığınca
bağırdı:
_ Heyyyyy, orda mısın, ANLAM!!!?
Ses gelmedi. Oralarda bir yerde olmalıydı. Belki de yine perdeler
arkasında tıkır tıkır yazıyor ya da yeni bir öykünün avındaydı.
Apartmanın penceresine odaklandı, yeniden. Bir de ne görsün pencerenin
perdeleri yoktu. Evin balkonundan çatı katına çıktıkları kara delik,
beyaz duvar kağıdı ile çevrilmiş kocaman bir ağız oluvermişti. Salyalar
akıtıp hiç bilmediği bir sesin tonu ile bağırıyordu, kendisine karanlık
delik:
_ Ohhhhhh, olsun! Reva sana. Vaktinde gelmediğin için gitti. Artık ne sen
onun öyküsüsün ne de o senin şiirin. İkiniz birbiriniz için bundan böyle
olsa olsa silinmeye yüz tutmuş hatırat olmaktan öteye geçemezsiniz.
Anlıyor musun? Bu henüz öyküsünü yazamadığın sessizlik odasının
değiştirilemez yasası. Şimdi gittt, gitti o, gitttt, arkana dönüp
bakmadan gitttt! Bundan böyle uçurumların eşiği kılavuzun, bahtsızlığın
yoldaşın olsun.
Olduğu yerde kaç saat, kaç gün, kaç ay, kaç yıl kaldı bilemedi.
Köklerinden kesilmiş bir ağaçmış gibi serilecekken yere ANLAM’ın sol
tarafta bir binanın içine kurulmuş bir bahçenin içinde olduğunu gördü.
Baktı, baktı ölmüş birini hayata döndüren İsa’nın şükür mutluluğuyla. El
Beyza’nın sonsuz kalacak mucizevi şaşkınlığıyla. El Beyza sonsuz, el
hatıra sonsuz… Şurda duran masa onundu, onun kadar hatıralarının, diğer
köşeye iliştirilmiş sandalye onundu, onun kadar hatıralarının, bir ucu
görülen kitaplık onundu, onun kadar hatıralarının. Parça parça eşyalar
onundu, ANLAM’dan geriye kalan izdüşümler onun kadar kimseye
anlatılmayacak hatıralarının. Eşyaları binbir parçaya bölünmüş, yavaş
yavaş yağıyordu tepesine ve elinde ondan ona kalan su rengindeki şeffaf
bir şemsiye açtı, tepesine. Biliyordu, dayanmaz bu ağır yüke şemsiye. Ya
kendisi ne kadar dayanabilirdi ki bu ağır yüke? Yük eşyaların bölünmüş
hali miydi, yoksa duygularının kaça bölünmüş hali? Hal neydi, kimindi? En
çok kime yakışıyordu, SONSUZ. Her şeyin üzerine düşmeye yakın sonsuz
gölgesi. Hal, ahhhhh halleri kendine susayalı kaç zaman geçmişti
uykularının penceresinde? Şimdi o pencerenin önünde durmuş, ANLAM’a
kendisinin olmayacak bir hüzünle ve sonsuz bir özlemle çıldırmışçasına
bakıyordu. Aralarında uzun yıllar olacak bir zaman diliminde mesafe, o
mesafeye rağmen en ufak ayrıntısına kadar bilebileceği, hatırladığı bir
mana. ANLAM’ı özleten ve daha da ulaşılmazlığıyla onu hiçleştiren
kelimelerin en sesli, en gürültülü hali ile içine oyularak
yankılanıyordu, sesi. Uyanmalıydı, uyanmalı ve bitmeli… Onun ANLAM’a ait
sesi, cennetin açılmamış kapısının ardındaki sesi ile yanındaki dostuna
seslenişini duydu.
“Dostum bak, buraya edebi bir bahçe yaptım. Öyle bir şey düşün ki her şey
gün gelecek kuruyacak, her şey dökülecek, hatta sen, ben bile geçecek. Bu
bahçede tek bir şey kalacak. Artık hiç gelmeyecek olanların bize, bizlere
yazdırttığı kelimeler…”
Anlam tekrar sessizliğe gömülüp yazmaya başlayınca yeniden karşı tarafa
seslenmeye başladı:
_ Burdayım, burdaaa! Yüreğinle duy ki ben burdayım. Lanet olsun! Dön bak
sildiğin sayfaların kıyısındayım, bir izden ibaret.
DuYYYYYmadı.
Yalvarmayacak, ağlamayacaktı. Sarf ettiği son cümlelerdi. Evet, burdaydı,
ama kendisine. Nasıl da kendisini bulmuştu bu son cümle ile. “BURDAYIM,
BURDA.” Burdaydı. Kalpten ağlamayı unutalı küsüratını hatırlamadığı tamı
tamına yirmi beş yıl olmuştu. Yine şarkılarını doladı dilinin ucuna, o
her şeyi yok eden, noktalaştıran şarkısını. Sahil boyunca ne
kaybetmişliği ne de bulmuşluğu ile sadece yürüdü. Gerçekte çevresindeki
her şey, her nesne ile yürüdü de o olduğu yerdeydi. Rıhtım mı ona geldi,
o mu rıhtıma gitti bilemedi. Bir doğruda ilerlerken her şey dönüyordu,
hızlı hızlı. En çok da perdesiz pencereleri ile fırtınaya uğramış edebi
oda. Aldırışsız hali ile yazmaya devam eden insanın içini ürperten
gıcırtı kalem nasıl da saplanmıştı, beyninin tam da ortasına. Ağrımıyordu
hiçbir yeri. Ilık ılık akıyordu rengi karanlık olan kanı. Sağ gözünde
pıhtılaştı, her taraf daha da karanlık. Sol gözünde karanlığın bir ton
açığı. Yürüdü, hiçbir şey olmuyormuşçasına yürümeye devam etti. Karanlık
bir dehlizin içinde raydan yollar hareket halindeydi. Yüzünü seçemediği
kadınlar sıraya girmiş, kıpırdamadan robot halinde karşıdaki ışığa doğru
boş gözlerle bakıp ilerliyordu. Düşmemek için tutundukları yerde çarklar
işliyor, dönüyor ellerini biçiyordu. Şakaydı, an, SONSUZ ZAMAN.
Kulaklarında tek bir ses vardı. Pas tutmuş demirlerin feryadı. Belli ki
herkes sağırdı. Kendisi de sağır olmak üzereydi. Son kez sesini duymak
için söylendi kendine:
_ Hoş geldin, EDEBİ YALNIZLIK. Toprağın bol, mekanın var mı yok mu
bilemediğim cennet olsun ANLAM. Gerçekte hiç kimseye söyleyemediğin
manayı Yaradan’ın doksan dokuz ismine bahşedip kendini maskelediğin
bilmecelerle dolu dünya senin olsun! Bana ağrı kadar, acı kadar gerçek
lazım! Mesela bir tepenin yamacında rüzgara karşı durduracağım bir araba
değil; o tepenin eşiğinde uçurumların diplerine uçacağım kanatlarım
olmalı. Yenilebilir, yutulur türden masal dinlermiş gibi, her
anlatılanlara inanırmış gibi yalanlarım olmalı, pervasız. Korkuyorum ve
bilirsin korkaklık en iyi korkusuzlukla gölgelenir. Öldürmeye başladım
her bildiğim şeyi; ama önce zamanı, anlamı. Nasıl da soytarılık ediyorum,
bir bilsen kendime. Almıyorum artık hiçbir şeyi ciddiye. Her şey şaka,
ŞAKAYDI, her şey.
Çarkların sesi daha da bir alevlendi kulaklarında. Kendisinden önce
çarklara ellerini kaptıran kadınların çıtı dahi çıkmıyordu. Öyle ya bu da
bir şakaydı, sığ bir uykunun ötesinde kendine tuttuğu bir aynaydı. Şimdi
bir yerlerde kırk bin parçaya bölünüp her şey bitecek, kehanetlerin
diline dahi mühür vurulacaktı, susacaktı. Kendisinden bir önceki kadının
hemen peşindeydi. Döndü, Çark. Bu kez de kendi elleri için işledi. Anladı
ki karanlık bunun için, ağrı duymamak içindi. Çark dişlerini parmaklarına
geçirirken dua okur gibi mırıldandı:
_ Parmaklarını çarka kaptıran kadınlar, uykuda bile ağrı duymuyorlardı,
artık. Tekrar tekrar gördükleri rüyaların koynunda iniltileri dahi sonsuz
bir uykudaydı. Şimdi uyanırlar mı uyanmazlar mı hiç belli değil.
DUYMUYORLAR, DUYMUYORUM, DUYMUYORUZ.