SCHOPENHAUER’İN KADIN DÜŞMANLIĞI
ya da
AŞKIN METAFİZİĞİ’NE REDDİYE
Ahlâk felsefesiyle; Richard Wagner, Leo Tolstoy, Samuel Beckett, Albert
Einstein, Thomas Hardy, Henri Bergson, Kurt Tucholsky,Thomas Mann,
Hermann Hesse, Wilhelm Busch gibi birçok sanatçıyı, Nietzche gibi bir
düşünürü etkileyen Schopenhauer, sıra aşk geldiğinde çok büyük
yanılgılara imza atmaktan kurtulamamıştı.
Bir tartışma sırasında kendisini merdivenden yuvarlayan annesinden nefret
ediyordu. Düştüğü yerden kalkıp, döneminde ünlü bir romancı olan annesi
Johanna’ya şunu söylemişti: "Bir gün insanlık, seni benden dolayı
bilecek." Haklı da çıkacaktı. O günden sonra annesiyle bir daha hiç
yakınlaşmadı ve ömrü boyunca kadınlardan nefret etti. Kadının toplumsal
yaşamda hiçbir yeri yoktu ona göre. Ne mirastan pay alabilirdi ne de
doğurduğu erkek çocuk üzerinde bir hakkı vardı. O, ancak çocuk doğurmak,
erkeğe hizmet etmekle yükümlü ikinci bir cinsti.
Schopenhauer, Aşkın Metafiziği adlı ünlü kitabında, sayısız yanılgıya düşmüştü. Kitabının ilk sayfalarında, doğru bir
saptama yapmıştı oysa: “Aşkın gerçekliğinden ve öneminden hiç
kimse kuşku duyamaz. Öyleyse, şairlerin her zaman işlediği bu
konuyu bir kez de felsefenin ele almasına şaşacak yerde,
insan yaşamında bunca önemi olan aşk duygusunun, filozoflarca
şimdiye kadar hiç önemsenmeyişine ve karşımıza işlenmemiş
bir konu olarak çıkmasına şaşmak gerekir.”
Bu başlangıçtan sonra, kitap boyunca birbirini izleyen sayısız yanılgıya
ve yer yer kendi içinde çelişkiye düşen Schopenhauer, bu sözlerinden
hemen sonra, Aşkın Metafiziği’nde savunduğu bütün düşüncelerini
kendiliğinden çürüten çok önemli bir çelişkinin içinde kalmıştı: “Bu konu ile
en çok uğraşmış filozof, Platon’dur ve özellikle Symposium
(Şölen) ve Phaedrus’da, aşk duygusunu incelemiştir. Ama bu konuda
söyledikleri; mitlerle, öykülerle, şakalarla ilintilidir ve genel olarak
Greklerin, genç erkeklere duydukları aşkı konu
olarak ele almaktadır.”
Schopenhauer’ın kitap boyunca öne sürdüğü, doğruluğuna sonsuz
inandığı düşüncesi, “aşkın insanlardan döl almak için doğanın
bir aldatması” olduğuydu. Eşcinsel bir ilişkide üreme olamayacağına
göre, Platon’un Şölen’de anlattığı ilişkilere aşk dememesi gerekirdi
değil mi? Nasıl bir çelişkiye düştüğünün ayrımına varamayan Schopenhauer, her zaman yaptığını yinelemiş, kendisini başka
düşünürlerle kıyaslayarak öne çıkartmaya çalışmıştı:
“Konumuzla ilintili olarak Rousseau’nun Eşitsizlik Üzerine Konuşma’da
ileri sürdüğü birkaç düşünce, hem yetersiz hem de yanlıştır. Kant’ın,
Güzellik ve Yücelik Duygusu Üzerine Araştırma adlı denemesinin üçüncü bölümünde yaptığı açıklamalar, yüzeyde kalmakta
ve pratik bilgilerden yoksun bulunmaktadır; bu bakımdan yer
yer yanlıştır. Platner’in Antropoloji’sinde, bu konuyu ele alış
biçimini can sıkıcı bulmayan kimse var mı acaba? Öte yandan,
inanılmayacak kadar çocukça olan Spinoza’nın düşüncesini de,
gülmek amacıyla buraya almamız gerekir: ‘Aşk, bir dış nedenin
eşliğinde ortaya çıkan bir içürpermesidir.’ Demek ki, bu konuda
düşüncelerinden yararlanacağım ya da düşüncelerine karşı çıkacağım
kimse yok ardımda.”
Kendi deyişiyle, “dünyayı tasarlayışının içine zorla giren
aşk”, ona büyük bir oyun oynayıp tarihsel bir öç almak ister gibi
pek çok yazarı, müzisyeni, Nietzche gibi aykırı bir düşünürü
etkileyen Schopenhauer’i gülünç duruma düşürmüştü.
Aslında kadına bakışı, onu yeterince ele veriyordu: “Eskiler, çok haklı
biçimde kadını ikinci cins olarak adlandırıyordu. Bizim saygımıza, başını
dik tutmaya, erkekle aynı haklara sahip olmaya yaraşır değiller. Onlar her bakımdan ikinci cinstir, zayıflıklarını
göz önünde tutmak gerekir. Onları ölçüsüzce onurlandırmak
gülünçtür. İki cins arasındaki fark yalnızca nitel değil, niceldir.
Eskiler ve Doğulular, kadını böyle değerlendirmiş ve konumunu
bizden daha iyi tanımlamışlardır. Aslında Hindistan’da yasa, kadının
bağımsız olmasını yasaklar. Her zaman babası olsun, eşi olsun, kardeşi ya
da oğlu olsun, kadın erkeğin yetkesine boyun eğmelidir. Kadınlar miras
yoluyla ya da kendi kendilerine mülk edinmemelidir. Hiçbir zaman serbestçe sermayeleri ya da
gayrimenkulleri olmamalıdır. Sürekli bir vasiye gereksinmeleri
vardır. Bu yüzden de hiçbir zaman yasaların önünde çocuklarından
sorumlu olmamalıdır.”
Kadını aşağılayan, onu her bakımdan ikinci cins olarak gören
ataerkinin sözcüsü konumundaki birinin aşk adına tek söz yazmaya
hakkı olmadığı tartışma götürmez bir gerçektir. Schopenhauer, kadına
karşı o kadar önyargılı ve düşmanca bir tavır içindedir ki, ona dünyaya
getirdiği (erkek) çocuğu üzerinde söz hakkı bile vermez. Kadının ‘‘mülk edinmemesi, sermayesinin olmaması’’na
ilişkin sözleri ise, bunlara sahip olursa ekonomik
bağımsızlığını kazanacak kadının erkeğin yetkesinden kurtulacağını
düşündüğü içindir. Aşkı anlattığını sandığı
kitabı baştan sona erkek bir kitaptır. Seçimi yapan erkektir,
doğurtan ve böylece insan türünün sürmesini sağlayan erkektir. Kadın,
tıpkı düşünürün temel görüşlerinde olduğu gibi, yaşam ve ilişki
üzerinde hiçbir payı olmayan bir nesnedir.
Burada yanıtı aranması gereken ibretlik soru, kadınları bu
kadar aşağılayan birinin nasıl olup da aşka ilişkin yazmak cüretini
gösterebildiğiydi.
Schopenhauer’ın içten olduğuna, ileri sürdüğü düşüncelere sonsuz
inandığına hiç kuşkum yok; ama, yalnızca kadına bakışı nedeniyle
bile aşk onun dilinde çok iğreti duruyordu.
Kadına ilişkin sözleri, Aşkın Metafiziği’ni anlamsız kılmak
için başlıbaşına yeterliydi aslında; yine de günümüzde aşk
üzerine kalem oynatanların, ilişkilerini çıkmaz sokaklarda
bırakıp yanılgıya düşenlerin hangi kaynaklardan beslendiğini
saptamak açısından önemlidir.
Kavram olarak aşk, karşılıksız kalınca tek kişilik olabilirdi; bir aşk
ilişkisi ise kaçınılmaz biçimde iki kişilikti. Karşı cinsin aşağılandığı bir ilişkiyse aşk değil, ancak bir köle-efendi
ilişkisi olabilirdi, hastalıklı duygulardan kaynaklandığı
için hiçbir saygın yanı bulunamazdı. Kadını (ve aslında erkeği
de) meta olarak gören materyalist anlayışla üretilmiş düşünceler
elbette metafizik bir değer taşımazdı. Kadını her bakımdan
ikinci cins sayan bir anlayış, en hafif deyişle sapkın olabilirdi.
Bu nedenle, Schopenhauer’ın aşka ilişkin sözleri temelde yanlış
olmak gibi bir yazgıyı kendiliğinden taşıyordu.
Schopenhauer, hiçbir gerçekliği olmayan materyalist görüşlerini
titizlikle kitabına işlemiş, büyük çelişkisini anlamış olacak
ki, şöyle bir değerlendirme yapmak gereği duymuştu: “Bu konu, kendisini
nesnel olarak kabul ettirdi bana; dünyayı tasarlayışımın içine zorla
girdi. Bundan başka, sözü geçen tutkunun etkisi altında bulunan ve
duygularının şiddetlerini en yüce ve tanrısal biçimde anlatmak isteyenlerin bu konuda bana hak vermeyeceklerini
biliyorum. Görüşüm, temel bakımdan metafizik ve geniş kapsamlı olsa bile,
onlara, gereğinden çok maddesel ve tensel görünecektir. Ama biz yine de
‘şiirler ve türküler yazarak güzelliğini bugün övdükleri kimseler, on
sekiz yaş daha büyük olsalardı acaba o zaman başlarını çevirip bakarlar mıydı?’ diye düşünelim biraz.”
Schopenhauer, kadınlara ilgi duydu mu bilinmez ama Aşkın Metafiziği,
onun ileri sürdüğünün aksine tümüyle tenseldi ve materyalist
bir bakıştan öte değildi. Ayrıca, aşkın yazılı olmayan tarihi
göstermiştir ki, doğru kimliğini bulmuş bütün aşklarda sevgililerin
ruhları bedenlerinin yerine geçmiş, yürek işçileri, aşkı yaşamın
hiçbir tuzağına düşmeden var etmişlerdir. Schopenhauer’ın
yaptığı genelleme, bu nedenle de yanılgıdan başka bir şey olamazdı.
Bu hiç de ayrıntı sayılamayacak ve onun düşüncelerinin temel
izleğini oluşturan çelişkilerini saptadıktan sonra, Aşkın
Metafiziği’ni okumayı sürdürebiliriz sanırım: “Gerçekte de, en incelmiş
ve yücelmiş bir aşk bile, kaynağını yalnız ve yalnız cinsel içtepide
bulur. Daha doğrusu, her aşk, daha belirlenmiş, daha özelleştirilmiş ve en dar anlamıyla daha bireyselleştirilmiş
bir cinsel içtepidir ancak.”
Schopenhauer, kitabının ana düşüncesini bir çırpıda özetlediği
bu sözleriyle (ne kadar aksini savunsa da), aşkı tümüyle
tensel bir ilişki boyutunda gördüğünü itiraf ediyordu. Öteki
sözleriyse ana dokuyu desteklediğini sandığı basit ayrıntılardı:
“Bütün bu çaba, bu çırpınış, bu endişe ve bu zavallılık niçin? Bir
erkeğin bir dişi bulmasından başka nedir bu? Böylesine önemsiz bir şey,
insanın düzenli yaşamını niçin karıştırsın ve bozsun? Ama, bu konuyu
ciddi bir biçimde ele alan araştırıcı, gerçeğin, kendini bütün önemiyle
yavaş yavaş ortaya koyduğunu görür. Burada söz konusu olan, önemsiz bir
şey değildir; tam tersine, konunun
önemi, bu konuda gösterilen ciddiyet ve coşkuya (heyecana)
uygun düşmektedir. Bütün aşk serüvenlerinin amacı, bu aşklar
ister gülünç, ister yüce olsun, insan yaşamının bütün öteki amaçlarından daha önemlidir ve bundan ötürü, amaca yönelenlerin
ciddiyetini haklı çıkaracak bir nitelik taşımaktadır. Bütün aşk serüvenlerinin
son amacı, gelecek kuşağın ortaya çıkmasından başka bir şey değildir. Biz
çekilip gittiğimiz zaman, ortaya çıkacak oyuncular, hem varlıkları hem de özleri bakımından, işte bu
önemsiz aşk serüvenlerinde belirlenirler.”
Sanırım sizin sormanız gerekeni ben sormalıyım burada: Hayvanlar da
türlerinin geleceği için çiftleşiyorlar; öyleyse cinsel ilişki anlamında
hayvanla insan arasındaki fark nedir? Aşk yalnızca cinsel içtepi ve türün
geleceği için bir seçim olsaydı, bu durumda, hayvanların aşkı daha iyi
bildiğini onaylamaktan başka seçeneğimiz kalır mıydı? (Belgesellerde
mutlaka izlemişsinizdir, birçok hayvan türünde erkekler, dişinin önünde
güç gösterisi yapar, kazanan erkeğin türün geleceği açısından daha iyi bir seçim
olduğunu içgüdüsel olarak bildikleri için dişiye sperm verme
hakkı onundur.)
Sözün tam burasında mutlaka yanıtlanması gereken soru
şudur: Cinsellik canlılara keyif veren bir eylem olduğuna göre doğanın, insanı bir de aşk serüvenlerine sürmesine gerek var
mıydı? Hayvanlar aşk nedir bilmeden türlerini insandan daha
sağlıklı biçimde sürdürüyorlarsa (ki öyledir) aşk, Schopenhauer’ın
sandığının tersine ancak daha olumsuz etkilerde bulunabilirdi.
Çünkü, Schopenhauer ne kadar aksini savunsa da insanlar türün
geleceği için değil, ruhun yönelişi olarak aşk ilişkisine girerler.
İlişkiyle ortaya çıkacak birey (çocuk) ve sonuçta onun sağlığı
düşünülmez bile; koşullar uygun değilse çocuk isteği kolayca
bastırılır.
Schopenhauer’sa, yine aynı eksendeki yanılgılarını kitap boyunca
sürdürür: “Seçişimizi ve eğilimimizi yönelten ilk düşünce,
yaştır. Genel olarak seçtiğimiz kadın, âdet görmenin başladığı yaşla âdet
kesilmesine kadar olan yaş arasındadır. Ama asıl tercih ettiğimiz dönem,
on sekizle yirmi sekiz yaş arasıdır. Genel olarak kabul ettiğimiz bu
yaşların dışındaki bir kadın etkilemez bizi. Yaşlı bir kadın, yani
âdetten kesilmiş bir kadın, tiksinti duymamıza yol açar. Güzel olmasa da,
gençliğin çekici bir yanı vardır; oysa, gençlik niteliğinden yoksun bir
güzelliğin çekiciliği olduğu söylenemez. Burada farkına varmadığımız halde bizi yönelten
şeyin, çocuk yapmak olduğu besbellidir. Herhangi bir bireyin, çocuk
doğurma ya da gebe bırakabilme için en uygun dönemden uzaklaştıkça, karşı
cinsten bir bireyin hoşuna gitme olanağını da yitirmesi, işte bundan
ötürüdür. Bu konuda ikinci düşüncemiz de sağlıktır.
Ağır hastalıklar, geçici bir zaman için rahatsız eder bizi; oysa
süreğen hastalıklar ve beden ya da akıl güçsüzlüklerinden nefret
ederiz. Çünkü bunlar, çocuklara soyaçekim yoluyla geçebilir.
Üçüncü düşüncemiz de beden yapısıyla ilintilidir. Çünkü bedenin
kemik yapısı, türün tipinin temelidir... Dişlerin de önemi
büyüktür. Çünkü dişler, beslenmek bakımından büyük rol oynar ve
soyaçekim yoluyla çocuğa geçebilir. Tenin dolgunluğu ve vejetatif işlevinin
önemliliği de, bir kimseyi beğeniş ve seçişimizde rol oynar. Çünkü bu
özellik, cenine bol besin sağlanılabileceğinin bir işaretidir... Ama biz gerçeği kafamızla değil, içgüdümüzle sezeriz.”
Schopenhauer’ın aşk sandığı ilişki biçimi her neyse, sınırlarının
bu kadar keskin biçimde belirlenmesi yaşamın gerçekliğiyle
asla örtüşmez.
Schopenhauer, bir gün evlenmek isteseydi eş seçiminde bu ölçütleri mi ele
alırdı, ilgi duyduğu kadınlardan sağlık raporu getirmesini mi isterdi,
bunu bilmiyoruz. Yaşamda birçok örneği görülmüştür
ki, nice insan, sevgilinin yaşını, sağlığını, kemik yapısını,
dişlerini, doğacak çocuğu vs. düşünmeden sevmiştir. Yaşam, onun
bu düşüncelerini birçok kez çürüten örneklerle doludur.
Schopenhauer’ın aşk ilişkileri için öngördüğü bu klişe, sıradan
bir evlilik ilişkisi için bile tümüyle gerçekçi değildir.
Kırsal kesimde eş seçiminde bu ölçütler kısmen de olsa geçerli
olabilir ama bu, aşk ilişkisinin değil, kadının en ağır biçimde
ezildiği köleefendi ilişkisinin başlangıcında öngörülen ölçütler
olabilirdi ancak. Beğenilen kızın fizik gücünün yerinde olması,
onun tarlada ve evde iş görme gücünün göstergesi sayılması; doğurganlığı,
katılacak yeni bireyle ailenin toplumsal konumunu güçlendirmesi, erkeğin
dölünün geleceğe aktarılması nedeniyle önem taşır. Sağlıkta da aynı kaygılar söz konusudur. Ama bu
kültürün belirlediği evliliklerde bile Schopenhauer’ın tezleri yaşamla
tam uyuşmaz. Kızın yaşının küçüklüğü, cinsel kölelik ya
da daha uzun süre doğurgan kalacağı için tercih nedenidir. Bu,
tam da Schopenhauer’ın aşk sandığı zorbalıktır. Cinselliği ve
kol gücünden yararlanmayı amaçlayan köleci evlilik dayatmalarında
küçük kızların iyi para etmesinin nedeni de budur. Bunun da aşk
gibi insanca bir duyguyla hiçbir ilgisi olamaz. Sıradan bir evlilikte
eşlerden birinin (özellikle kadının) kısır olması boşanma
nedeni olabilir ama aşkta böyle bir basitlik asla görülmez. Schopenhauer’ın mutlak düşünce olduğunu ileri sürdüğü bu düşünceleri
de, aşk söz konusu olunca, kitabındaki öteki düşünceleri gibi
tümüyle yanlış, kendi içinde çelişkili, yaşamla yüzleşince de
oldukça tutarsızdır.
Schopenhauer’a Aşkın Metafiziği’ndeki düşüncelerine ilişkin soru
yöneltildi mi, yöneltildiyse ne yanıt vermiştir bu konuda bilgimiz yok ama aşkı ataerkil bakış açısıyla erkeğin türün devamı
için sağlıklı bir dişi bulması olarak algılaması bile yeterince
sinir bozucudur.
İnsan bir kez yanılmaya görsün; temeldeki yanılgı, sayısız yanılgıyı
üretecek kadar doğurgan olabilir. Aşkın Metafiziği, bu açıdan çok çarpıcı
bir örnek olma değeri taşır ancak: “Beyaz insan dediğimiz şey, asıl rengini atmış ve ağarmış bir insandır.
İçinde yalnızca egzotik bitki gibi yaşayabildiği ve bundan
ötürü kışın sıcak bir yer bulmak zorunda kaldığı şu yabancı
dünyaya sürülmüş olan insan, binlerce yıl sonra beyazlaşmıştır...
Bundan ötürü doğa, cinsel aşk aracılığı ile, o ilk tipe, yani siyah
saça ve kahverengi göze dönmek ister.”
Schopenhauer, kurguladığı şeyin aşk olduğuna o kadar inanır
ki, belirli bir tipteki insanın nasıl bir tipi seçeceğine
ilişkin kesin yargılarda bulunmaktan da çekinmediğini kitabına
işlediği notlarda belirtir.
Felsefede Schopenhauer bunlara benzer yanılgılara boğulup gitmişken, bu
kez Freud, bu düşüncelerle neredeyse birebir örtüşen
düşünceleri bilim adına ileri sürmekten çekinmeyecekti.
Schopenhauer’ın ‘’içtepi’’ dediğine, Freud, aynı anlama gelen ‘’libido’’
diyecekti, tek fark da buydu.