ÖYKÜ

Melek Ekim Yıldız  







Bulanık Zihnin Bulanık Duyuşları...


Karşılıklı duruyoruz, diye başlamak vardı aklımda söze. Bir şey, belki flu bir fikir, alıkoydu elimi de zihnimi de yazmaya yönelmişken. Karşılıklı durma eyleminin –bir eylemsizlik hali gibi göründüğünün farkındaydım elbette– karşılıklı durmakta olan tarafların özgür iradesini gerektirdiğini düşünecek gibiydim. İstenç taşıyan iki varlık söz konusu olduğunda kurulabilecek bir cümleyi, kullanmaya hakkım olmadığını zamanında fark etmiştim neyse ki. Tam bu noktada sorun büyüyerek belirginle-şiyordu. Duran hangimizdi? Biçimsel olarak bakıldığında, durmakta olan o’ydu. Görüntü bunu söylüyordu. Dilersem ben durmayabilirdim örneğin. Ancak onun kendisinin belirlediği bir “durma” gücüne sahip olmayışı kafa karıştırıcıydı. Birden başka bir varlığın orada – tam karşımda- duruyor oluşunun sorumluluğunun omuzlarıma yüklenmiş olduğunu fark ettim. Oysa onu oraya ben koymamıştım. Daha da kötüsü, artık cümleye “karşımda duruyordu” diye başlamam söz konusu bile olamazdı, karşılıklı duruyorduk ifadesini ise baştan kaybetmişti. Beni var kılan iki cevherden birinin onda olmayışı yüzünden yaşadığım bu sorunun altından kalkabileceğim konusunda şüphe içindeydim ve René için hazırda tuttuğum birkaç öfkeli cümleyi zulama atmıştım. Ayrıca hınca benzeyen bu duygum, zor zamanlarda başımı yasladığım omuzun neden Benedictus’a ait olduğunu da açıklıyordu; o, yani Benedictus, tutkularıma kapılıp gitmemden hiç hoşnut kalmasa da daima bir zor zamanlar omuzu olarak varlığını sürdürmekteydi hayatımda. Ancak şu içinde bulunduğum anda, onun da bana bir yararı olmayacak gibiydi. Algılarını kapat, buyruğuyla kendince imdada yetişen George, kulağımın dibinde durmaksızın aynı cümleyi yineliyordu: Algılamadığın yoktur! Böyle bir anda George’un yardıma gelmesi şaşırtıcıydı. En son onu, “tanrının algı yanılmasından muzdaripliği” fikrimle epeyce kızdırmıştım. “var olmak algılanmaktır'dan yola çıkarak, hepimiz tanrı'nın bizi algılamasının bir sonucuyuz düşüncesine doğal olarak ulaşıyoruz. Bunu bizden önce George zaten yapmıştı. Hal böyleyken, hayata ve hayatlarımızın gidişatına bakarak; olanlar olurken içimi kemiren kurt, ki epeyce ukaladır, bana şöyle demekte: "Olanlar olurken ve oluş'un saçmalığı ortadayken, algı yanılmasından muzdarip bir tanrı'nın uyarıcılarından başka bir şey değilsiniz! Yazık size!" O günden sonra George’u bir daha görebileceğimi sanmıyordum. Gelişi, kulağımın dibinde yinelediği cümlenin iticiliğine karşın, beni biraz rahatlatmıştı. Algılamadığın yoktur, cümlesine sarılma meylimi önleyen, bunun ikiyüzlülük dışavurumundan başka bir şey sayılamayacağının hatırlatmasıyla birdenbire ortaya çıkan kısa boylu bir adam oldu. Utangaç bakışları tanıdık gibiydi. Gözleri yola bakıyordu ya, yine de bana dönüp, “doğru yoldasın, kurmaya devam et” diyecek kadar kalacak gibiydi. Nasıl yani, diye sormaya fırsat bırakmadan hızlı hızlı konuşup bir yandan da uzaklaşmaya başladı. Giderek uzaklaşan gür sesi, nicedir beklediğim pekiştirme cümlelerini peş peşe sıralamaktaydı. Kulak kesildim. Duydum. “Dünyayı bilmek isteyen onu önce kurmak zorundadır, hem de kendi içinde. Kalıcı durum ölümdür, yaşamın peşinden gelen cansızlık ölümdür.” Cümlenin tamamı zihnimde olması gereken yere yerleştiğinde, o çoktan gözden kaybolmuştu. Dünyayı kurmak söyleminin içime serin sular serptiğinin ayırdındaydım ve ben olmayan her şey’in karşısında hissettiğim panik duygusunun uçucu bir hal almaya başladığını görebiliyordum. Esriklik içinde tebessüm edecektim ki, haykırışı andıran o gür sesle olduğum yerde zıpladım. “Vay haline içinde çöller olanın!” diye kükrüyordu ses; kim olduğunu anlamak için dönüp bakmama ise gerek yoktu. Algılarını lekeliyorsun, suçlama-sının gelmekte olduğunu bilerek, derin bir soluğun ardından ona doğru döndüm. Heybetli varlığını süsleyen ateş saçan gözlerine karşın, ona her rastlayışımda yüzümde beliren gülümseme kendiliğinden yönelmişti bıyıklarına doğru. Bu gülüşü laubali bulduğunu biliyordum ama nedense ikimiz de göz ardı ediyorduk durumu. Sana hayat hakkında ne demiştim, diye sordu kükreyen sesi. Cevabı biliyordum, atıldım: Hayat topuğumuzu kemiren bir fahişedir! Hah, diye bağırdı. Biliyor ama yine de zihnini kemirgenlere teslim ediyorsun. Algılarını lekeliyorsun! Bunun ardından, kendi omzuna tırman, başka nasıl yükselebilirsin ki, cümlesinin geleceğini tahmin ederken, yine şaşırttı beni posbıyık. Ve dedi ki “ve bence şudur bütün nesnelerin lekesiz algılanması: nesnelerden bir şey istememek, onların önünde bin gözlü bir ayna gibi uzanabilmek.” Sesindeki bir tını -hüzün doluydu elbette- o beygire sarılıp ağladığı anı anımsamama neden oldu. Gözlerimin dolduğunu ondan saklamaya çalışırken, içimden Rene’ye lanet okuyordum yine. Saklamaya çalışmama karşın görmüştü, karşımda ağlama diye bağırıp hızla çekip gitti. Ardından baktım. Ardından mahzun baktım.

Devasızlık içinde şunun bunun ucundan tutuyorsun, diyen sesi duyduğumda ise rahatlamıştım, geciktiğini düşünmeye başlamıştım çünkü. Gelmeyeceğinden endişe ediyordum, diye itiraf ettim hemen. Sonunu hiç iyi görmüyorum, diyerek her zamanki açık sözlülüğünü de yanında getirdiğini göstermeyi ihmal etmedi: “İnsan bir maceracı olduğu için sonu ancak kötü bitebilir.” Ben bir maceracıyım, diye kabul ettim. Nerede tükettin ömrünü, sorusunu bekliyordum, yanıt vermek yerine huzur-suzluğuna eklenecek bir gülümseme verdim ona. Başını iki yana sallayışın-daki yazıklanmayı görmezden gelerek uğurladım Emil’i.


Gerçekte karşılıklı durmadığımız, onun edilgen varlığı karşısındaki eyleyebilme gücümden giderek utanmakta olduğum objeye döndüm yeniden. Bu saatten sonra başka gelen olmazdı. Zihinsel karışıklığımdan eksilen bir şey olmamasına karşın, artık biraz daha iyimser hissediyordum kendimi. Bu esnada uzaklardan bana ulaşmaya çalışan ve iyimserlik insanlığın afyonudur, diyen Milan’ı duymamaya karar vermiştim. Afyonumdan kocaman bir nefes çekip, karşımda kendi iradesiyle durmayan o varlığın önünde “bin gözlü bir ayna gibi” uzandım.



dizin    üst    geri    ileri  

 



 11 

 SÜJE  /  Melek Ekim Yıldız   /  yirmi bir mayıs iki bin on dört     4