Karşılıklı duruyoruz, diye başlamak vardı aklımda söze. Bir şey, belki
flu bir fikir, alıkoydu elimi de zihnimi de yazmaya yönelmişken.
Karşılıklı durma eyleminin –bir eylemsizlik hali gibi göründüğünün
farkındaydım elbette– karşılıklı durmakta olan tarafların özgür iradesini
gerektirdiğini düşünecek gibiydim. İstenç taşıyan iki varlık söz konusu
olduğunda kurulabilecek bir cümleyi, kullanmaya hakkım olmadığını
zamanında fark etmiştim neyse ki. Tam bu noktada sorun büyüyerek
belirginle-şiyordu. Duran hangimizdi? Biçimsel olarak bakıldığında,
durmakta olan o’ydu. Görüntü bunu söylüyordu. Dilersem ben
durmayabilirdim örneğin. Ancak onun kendisinin belirlediği bir “durma”
gücüne sahip olmayışı kafa karıştırıcıydı. Birden başka bir varlığın
orada – tam karşımda- duruyor oluşunun sorumluluğunun omuzlarıma
yüklenmiş olduğunu fark ettim. Oysa onu oraya ben koymamıştım. Daha da
kötüsü, artık cümleye “karşımda duruyordu” diye başlamam söz konusu bile
olamazdı, karşılıklı duruyorduk ifadesini ise baştan kaybetmişti. Beni
var kılan iki cevherden birinin onda olmayışı yüzünden yaşadığım bu
sorunun altından kalkabileceğim konusunda şüphe içindeydim ve René için
hazırda tuttuğum birkaç öfkeli cümleyi zulama atmıştım. Ayrıca hınca
benzeyen bu duygum, zor zamanlarda başımı yasladığım omuzun neden
Benedictus’a ait olduğunu da açıklıyordu; o, yani Benedictus, tutkularıma
kapılıp gitmemden hiç hoşnut kalmasa da daima bir zor zamanlar omuzu
olarak varlığını sürdürmekteydi hayatımda. Ancak şu içinde bulunduğum
anda, onun da bana bir yararı olmayacak gibiydi. Algılarını kapat,
buyruğuyla kendince imdada yetişen George, kulağımın dibinde durmaksızın
aynı cümleyi yineliyordu: Algılamadığın yoktur! Böyle bir anda George’un
yardıma gelmesi şaşırtıcıydı. En son onu, “tanrının algı yanılmasından
muzdaripliği” fikrimle epeyce kızdırmıştım. “var olmak algılanmaktır'dan
yola çıkarak, hepimiz tanrı'nın bizi algılamasının bir sonucuyuz
düşüncesine doğal olarak ulaşıyoruz. Bunu bizden önce George zaten
yapmıştı. Hal böyleyken, hayata ve hayatlarımızın gidişatına bakarak;
olanlar olurken içimi kemiren kurt, ki epeyce ukaladır, bana şöyle
demekte: "Olanlar olurken ve oluş'un saçmalığı ortadayken, algı
yanılmasından muzdarip bir tanrı'nın uyarıcılarından başka bir şey
değilsiniz! Yazık size!" O günden sonra George’u bir daha görebileceğimi
sanmıyordum. Gelişi, kulağımın dibinde yinelediği cümlenin iticiliğine
karşın, beni biraz rahatlatmıştı. Algılamadığın yoktur, cümlesine sarılma
meylimi önleyen, bunun ikiyüzlülük dışavurumundan başka bir şey
sayılamayacağının hatırlatmasıyla birdenbire ortaya çıkan kısa boylu bir
adam oldu. Utangaç bakışları tanıdık gibiydi. Gözleri yola bakıyordu ya,
yine de bana dönüp, “doğru yoldasın, kurmaya devam et” diyecek kadar
kalacak gibiydi. Nasıl yani, diye sormaya fırsat bırakmadan hızlı hızlı
konuşup bir yandan da uzaklaşmaya başladı. Giderek uzaklaşan gür sesi,
nicedir beklediğim pekiştirme cümlelerini peş peşe sıralamaktaydı. Kulak
kesildim. Duydum. “Dünyayı bilmek isteyen onu önce kurmak zorundadır, hem
de kendi içinde. Kalıcı durum ölümdür, yaşamın peşinden gelen cansızlık
ölümdür.” Cümlenin tamamı zihnimde olması gereken yere yerleştiğinde, o
çoktan gözden kaybolmuştu. Dünyayı kurmak söyleminin içime serin sular
serptiğinin ayırdındaydım ve ben olmayan her şey’in karşısında
hissettiğim panik duygusunun uçucu bir hal almaya başladığını
görebiliyordum. Esriklik içinde tebessüm edecektim ki, haykırışı andıran
o gür sesle olduğum yerde zıpladım. “Vay haline içinde çöller olanın!”
diye kükrüyordu ses; kim olduğunu anlamak için dönüp bakmama ise gerek
yoktu. Algılarını lekeliyorsun, suçlama-sının gelmekte olduğunu bilerek,
derin bir soluğun ardından ona doğru döndüm. Heybetli varlığını süsleyen
ateş saçan gözlerine karşın, ona her rastlayışımda yüzümde beliren
gülümseme kendiliğinden yönelmişti bıyıklarına doğru. Bu gülüşü laubali
bulduğunu biliyordum ama nedense ikimiz de göz ardı ediyorduk durumu.
Sana hayat hakkında ne demiştim, diye sordu kükreyen sesi. Cevabı
biliyordum, atıldım: Hayat topuğumuzu kemiren bir fahişedir! Hah, diye
bağırdı. Biliyor ama yine de zihnini kemirgenlere teslim ediyorsun.
Algılarını lekeliyorsun! Bunun ardından, kendi omzuna tırman, başka nasıl
yükselebilirsin ki, cümlesinin geleceğini tahmin ederken, yine şaşırttı
beni posbıyık. Ve dedi ki “ve bence şudur bütün nesnelerin lekesiz
algılanması: nesnelerden bir şey istememek, onların önünde bin gözlü bir
ayna gibi uzanabilmek.” Sesindeki bir tını -hüzün doluydu elbette- o
beygire sarılıp ağladığı anı anımsamama neden oldu. Gözlerimin dolduğunu
ondan saklamaya çalışırken, içimden Rene’ye lanet okuyordum yine.
Saklamaya çalışmama karşın görmüştü, karşımda ağlama diye bağırıp hızla
çekip gitti. Ardından baktım. Ardından mahzun baktım.
Devasızlık içinde şunun bunun ucundan tutuyorsun, diyen sesi duyduğumda
ise rahatlamıştım, geciktiğini düşünmeye başlamıştım çünkü.
Gelmeyeceğinden endişe ediyordum, diye itiraf ettim hemen. Sonunu hiç iyi
görmüyorum, diyerek her zamanki açık sözlülüğünü de yanında getirdiğini
göstermeyi ihmal etmedi: “İnsan bir maceracı olduğu için sonu ancak kötü
bitebilir.” Ben bir maceracıyım, diye kabul ettim. Nerede tükettin
ömrünü, sorusunu bekliyordum, yanıt vermek yerine huzur-suzluğuna
eklenecek bir gülümseme verdim ona. Başını iki yana sallayışın-daki
yazıklanmayı görmezden gelerek uğurladım Emil’i.
Gerçekte karşılıklı durmadığımız, onun edilgen varlığı karşısındaki
eyleyebilme gücümden giderek utanmakta olduğum objeye döndüm yeniden. Bu
saatten sonra başka gelen olmazdı. Zihinsel karışıklığımdan eksilen bir
şey olmamasına karşın, artık biraz daha iyimser hissediyordum kendimi. Bu
esnada uzaklardan bana ulaşmaya çalışan ve iyimserlik insanlığın
afyonudur, diyen Milan’ı duymamaya karar vermiştim. Afyonumdan kocaman
bir nefes çekip, karşımda kendi iradesiyle durmayan o varlığın önünde
“bin gözlü bir ayna gibi” uzandım.