ANMA - TANITIM

Ergun Küzenk  







SEVGİYLE DİRENEN BİR YÜREK:
ERGUN KÜZENK


                        Düzenleyen: Dilan Küzenk


Ergun Küzenk'in hikayesi Bitlis'ten Ankara'ya uzanıyor.

1950'li yıllarda 5 yaşında iken ailesi ile birlikte Ankara'ya göç ediyor....

Ama onun aklı Bitlis'te yediği beyaz leblebide...

Kolay şartlarda bir hayatı olmamış, ''fukara bir ailede büyüdüm, çocukluğumdan beri çalıştım'' diyor.

Ama yaşadığı tüm zorluklara rağmen hep çok mutlu olduğunu da anılarını anlatırken kocaman gülümseyişinde size hissettiriyor.

Cebeci'deki gazetecilik sonrası bir süre mesleğini yapan Küzenk, daha sonra iş hayatında farklı sektörlerde de çalışmıştır. 9 Mart 2020’de yaşama veda etti.



***


"EN BÜYÜK ETKEN TORUNUM

Facebook da hayatıma dair anılarımı yazıyordum.

ilk hikayem Gümüşlükte geçen bir kaplumbağa hikayesiydi.

O hikayeyi okuyan arkadaşlarım bana anılarımı kitap yapma fikrini verdiler.

Benim kitap yazmamdaki en büyük etkenim torunum Emir.. Emir benim yaşama tutunma sebebim, hastalığımla baş etmemdeki en büyük neden.

Onun varlığı her şeyi mucize gibi değiştiriyor. İstedim ki ileride beni unutmasın, yazdıklarımı okudukça onun hayal dünyasında canlanayım."

[ Ergun Küzenk'in Dilan Özdemir'le 2017 yılında yaptığı röportajdan.... ]



***



 Yazılarından Bölümler...


1) Ayşe Abla

''Daha baston taşıyacak yaşta değilsin'' diye laf atıyor. Maksadı konuşmak bence.

''Kanser hastasıyım'' diyorum. Gözleri buğulanıyor. Elindeki yoğurt kabını yere bırakıyor. Üzüntü içinde ''Ben de geçen sene oğlumu kaybettim'' diyerek, hüngür, hüngür ağlamaya başlıyor.

Oğlu 32 yaşındaymış. İki küçük çocuğu ve eşi ile şimdi birlikte kalıyorlarmış aynı evde. Allah'tan ev kendimizin. Diyor..

Kızcağızın evlilikte gözü yok. Varsa yoksa çocukları.

Nazmi'yi hiç unutmayacağını, başka biriyle evliliği bir ihanet gibi görüyorum diyormuş.

Bu kadar konuşmadan sonra.''affedersiniz, adınız nedir'' diye soruyor. Söylüyorum.

Bir yıllık hastalık maceramı dinliyor sabırla.Çok üzüldüğünü, hissediyorum.

Bakışı bile farklı.

Kocasından aldığı emekli maaşıyla geçiniyorlarmış. Gelini de çalışıyormuş ama, sık sık iş değiştirmek zorunda kalıyormuş kızcağız.

''Nereye başlasa Ergun Bey, faydalanmaya çalışıyorlar. Güzel kadın. Dikkat çekiyor tabi''diyor. Çocukların erkek olanı bu yıl ilk okulu bitirmiş. Kız daha ufakmış.

''Çok şükür fazla bir sıkıntı çekmiyoruz. Kızın ailesi de hiç yalnız bırakmıyor, gerekli her yardımı yapıyorlar. diyor.

Adeta çocuklar adına seviniyor garip.

Sitenin yanında belediyenin küçük bir parkı var. İçine kedi evleri doldurulmuş. Onu bir çok zamanlar orada görüyordum. Kedileri doyuruyor ve bu küçük yuvaları temizliyordu.

Adı Ayşe imiş.

Güzel ad.Tam denk gelmiş yaptıklarına, iaşe temin eden demek. Öyle ya torunları ve kedilere iaşe temin etmiyor mu zavallı.

Ayaşlıymış. Köylerinden. Biraz bahçe ve bağları varmış. Oradan da yazları biraz gelirleri oluyormuş.

Seneye sana öteberi getiririm. Taze taze yersin''diyor.

''Ölmez, sağ kalırsam, sözüme, kızıyor''ağzından yel alsın diye, adeta bağırıyor.''

''O zaman İnşallah diyelim Ayşe Abla'' diyorum.

''Ay çok güzel abla diyorsun. Ağzın laf yapıyor senin'' diye tespitini söylüyor.

Kitaplardan söz ediyorum.''Anlamıştım, diyerek, o konuyu kapatıyor.

Etrafta gülen fakat uzaktan seyreden çocuklar var.

Dönüp onlara kızıyor. Bağırıp, çağırıyor. Nedenini merak edip soruyorum.

''Üzerimde, ağaç kurdu görmüşler. Alay ediyorlar. Nerden öğrenmişse, 'Şu sarı piç' Bana 'Tekila' Teyze diye bağırıyorlar. Meksika içkisi mi neymiş'' diyor.

Çocuklara ben de nasihat ediyorum. Kadının yaşadıklarını anlatıyorum. Çoğu Emir'in arkadaşları. Söz veriyorlar bana.

Uzaklaşıyorlar.

Çok yoruluyorum. Nefes almakta zorlanıyorum.

Vedalaşırken

''Ben kitap okurum''diyor gülerek.

Sana kurban olsun. En kısa zamanda getireceğimi söylüyorum.

Bastonuma dayanarak yürürken, el sallıyorum.

Annem gibi avuç içinden öpücük yolluyor bana...

Onu tanıdığıma seviniyorum...

İyi ki o çocukların ninesi sensin AYŞE Abla...

Ve benim seçtiğim ablamsın.




2) Muharrem

Elimde küçük bir testi..

Bardağı beş kuruşa su satıyorum..

Ankara 19 Mayıs Stadı..1959

Çok kalabalık, testideki su, çok çabuk bitiyor..Çeşmeden doldurup, geri geliyorum..

İlk okul dördüncü sınıfa giden bir çocuğun elinde, ancak taşıyabileceği bir testi olur...

Cebimde beş kuruşluk,on kuruşluk paralar çoğaldıkça, heyecanla daha çok satmaya çalışıyorum.

Öyle ya fukara evine gidecek para hızla çoğalıyor..Sevinip mutlu oluyorum.

Bu mutluluk kısa sürüyor..Ankara Gücü, İzmir'in Altay'ına yenilince, ortalık savaş alanına dönüyor. o itiş kakış sırasında düşüyorum dudağım yarılıyor..Testim de kırılıyor..

Kan revan içinde, ağlayarak evin yolunu tutuyorum..

Annemin her gün cebime koyduğu beyaz mendil, artık kabul etmiyor kanı...

Atıf Bey aşağı yukarı dört kilometrelik bir yol..

Sürekli ağlayan, dudağını tutan küçük bir çocuk yürüyor..

Elimde kırık bir testi parçası..Annem kızarsa, aklımca delil götürüyorum.

Eve girdiğimde annem sarılıyor bana rahatlıyorum..

Komşular doluşuyor eve..

Bir şey olmaz, geçer . Et kaynar diyorlar..

Ev sahibimiz Ayaş'lı Ali.. ''Ayaşlının kiracılarından'' biriyiz yani..

Tesadüfen o gün Ali Amcanın damadı Ast.Sb. Muharrem evde..Olaya müdahale ediyor... 'Dikilmesi lazım. Tavşan dudağı gibi olur' diyor. Beni bir taksiyle Numune Hastanesine götürüyor..

Doktor uyuşturmak için zaten iki iğne yapmam gerek..Dayanabilirsen öylece dikeyim diyor. Razı oluyorum..

Dikiş atıldıktan sonra Muharrem Amcaya ''Oğlunuz çok dirençli, bravo 'diyor..

Hiç ses çıkarmıyor Muharrem Amca..

Dönüyoruz..

Bu gün hala dudağımda o dikiş izleri çok belirgin şekilde duruyor.

Ve ben ona ''Muharrem'in dikişleri'' adını vermişim...

Muharrem hala dudaklarımda yaşıyor..



3)Yer elması ve Çiler

Orta Okula giderken...

İlerde Müslüm'ün karısı olacak film yıldızı Muhterem Nur'a aşıktım.

Işık Sinemasında her filmini izlerdim.

Sevimli, müşfik bir yapısı vardı.

Biraz Çiler Ablamı andırıyordu.

Büyük selin gelmesine daha bir yıl vardı.

Bostanlarda ürünler toplanmış, barikat gibi dikilmiş yer elmalarını bıçakla çıkarmaya çalışıyorduk. Yemeğini yapardı annelerimiz. Ucuza doyururduk karnımızı.

İstirahate çektirilen 'Dolap Beygiri' Taş Köprünün ayağında, özgürlüğünün tadını çıkarıyordu.

Evlerinden bıçağı kapan oradaydı. Bahçede duran Topal Necati, Saffet Duru, bostana girmeyip, seyrediyorlardı.

Bizimle birlikte olan yalnızca Cevdet ve Memet Şevki Duru vardı.

Gazi Mahallesinde Evsahibim oldular. Kardeş gibiydik onlarla.

Bostancının kızı Süreyya'nın renkli dar eteğinden adeta üstümüze atlayacak gibi çırpınan kalçaları, herkesi büyülüyordu.

En çok Şevki bakmıştı ki bir gözünü kaybetti çocuk.

Adı ondan sonra 'Kör Şevki' kaldı.

Bir defasında

Genç ve eşarbı düşük ondüleli bir kadın, bana eliyle dokundu. Önce tanıyamadım. Elinden tuttuğu minik oğlana ''Bak bu Ergun Abin'' bana çok yardımı olmuştur dedi. Çocuk hiç bir şey anlamadığı halde, geçmişi eşeliyordu genç kadın.

''Tanımadın değil mi'' diyerek, ağlamaklı bir sesle sitem etti. Haklıydı.

Ben susunca ''Çiler'' dedi.

Utanmıştım. Çorum'a gidince bu oğlanın babası Mustafa, beni kerhaneden çıkardı. Evlendik. Yolumuz Ankara'ya düşünce, bildiğim tek mahalle olan Atıf Beye yerleştik dedi.

Kocam Darende'li çok yiğit bir adamdır. Bileği kuvvetlidir. Beni alırken, kimse öteye git diyemedi. Şimdi çok mutluyum Ergun, dedi.

Çok sevinmiştim.

Evleri yakınmış bize. Daha sonraları bir kaç kez Annemi ziyarete de geldi.

''Annem namus, bacak arasında değil'' diyerek, Çiler'in geçmişine sünger çekmişti bile... Hem de kucaklamıştı...

Bir gün mavi renkli 56. Şevrole geçiyordu yoldan. Çocuklar peşine düşmüşlerdi.

Üstü açık arabada Muhterem Nur ve Fikret Hakan vardı.

Görünce çok kıskanmıştım.

Hayallerim yıkılmıştı adeta.

Çocuksu sevgimin üstüne kül atmışlardı.

Sonra Üç Arkadaş Filmini çevirmişlerdi.

Sanırım Salih Tozan'da vardı filmde.

Muhterem kör olmuştu bu filmin ortalarında.

İşte hayatımın en büyük ihanetini orada yapmıştım.

Kafamdan bir anda silmiştim Muhterem'i.

Sebep kör olması mıydı.

Onu da hiç hatırlamıyorum.

İşte karşıdan tekrar göründü Süreyya. Aynı eteği var üzerinde.  Desenlerdeki kırmızıyla, dudağındaki rujun kırmızısı içimizi yakıyordu...

En çok da Şevki'nin...

1957 Seli, tüm bunları bir günde yok etti.

Ne sevdamız kaldı, ne yer elmalarımız.



4)Hastaneden

Bu gün Kemonun ilk seansına gittik.

İki kat çıkıp, dört koridor geçerek terapinin verildiği odalardan C-B1’e girdik.

Hayatımda ne çektiysem cebirden çektim. 48 diş çektirme ve Telsizler Doğumevi'nden aldığım 15 günlük rapor da CEBİR yüzünden.

Okulda devamsızlığımın ana sebebi, bu ders ve Nurten'in gözleri Nurten'in bakışlarındaki gizem, ve kuşkulu sevgi beni yemiş bitirmişti...

Sanki ilk Kemoterapiyi o zaman almıştım...

Her gün sarhoş gibi geziyordum...

Kemoterapi odasında tam dört saat kaldım.

Sağımdaki ve solumdaki iki ihtiyar. Devamlı horladı.

Karşımda dört kişi var.

Birinin iki ilacından birini unutmuşlar. Haklı olarak kıçını yırtıyor zavallı... Pankreas kanseri.

''İki yıldır geliyorum. Böyle bir şey görmedim. Bu kadar sorumsuzluk olamaz'' gibi şeyler söylüyor.

Hemşirelerin bir suçu yok. Dinlemiyor adam, neredeyse, sizin yüzünüzden diyecek utanmasa...

Kafamızın içine sıçtı vallahi!

Yanındaki adamın derdi ne bilmiyorum. Devamlı tükürüyor. Elindeki naylon torba sürekli değiştiriliyor.

Kusma, öğürtü sesi ve tükürükle adamı hastaneye düşmüş Lama gibi görmeye başladım.

Hemşireler tanıdık, onu benim karşımdan başka odaya götürdüler. Rahat ettim.

Sondaki genç kadın devamlı makyajını tazeliyor.

Aklı sıra azraili kandıracak... Rahim Kanseri. Rahman olanın ona hediyesi de bu...

En geç benim ilacım bitti. Çok sıkışmıştım.

Kabloları ve damar yolu çıkarıldıktan sonra, Baran'la kendimizi tuvalete zor attık.

Koca hastanenin tuvaletleri çok küçük. İki kabin ve iki pisuvar var.

Yanyana durduk, Tam işiyorduk ki.

Telefonum çaldı.

Bir hanım arkadaş arıyordu.

''Ne yaptınız, işiniz bitmedi mi, şu anda neredesiniz''diye sordu.

Kısaca, işimiz bitti şu anda işiyoruz dedim.

''Dalga geçme, ne biçim hastasın biraz ciddi ol'' dedi.

Çok ciddi olduğumu, inanmazsa eğer, selfie çekip gönderebileceğimi söyledim...

Telefonu yüzüme kapattı...



5)Şükran

Bir zamanlar bir Şükran yarattım. Sanal Dünyada.

Herkes ilgiyle takip etti. Hatta ismi bende saklı, çok güzel bir kadın.

Mesajla ''Ergun Bey yoksa Şükran ben miyim'' diye sordu.

Çok hoş ve eğlenceli günlerdi doğrusu.

Sayfama müzevirler doluşmuştu...

Geldi geçti...

Numune Hastanesine yattıktan bir kaç gün sonra, mavi kıyafetli üç kadın girdi altı kişilik odaya. Vizitten evvel ortalığı toparlıyor, yatakları kontrol ediyorlardı.

Girer girmez biri.

Bana dönerek ''Merhaba aşkım''diye seslendi. Ben ve tüm odadakiler şaşkınlık içinde kalmıştık.Oda sessizleşmişti bir anda. Tabi ben de...O şaşkınlık arasında merakla adını sormuştum.

''Şükran''dedi

Allah tarafından ödüllendiriliyordum sanırım.

Ertesi günden sonra, her gün buna benzer konuşma ve takılmalar sürüp gitti. Hatta nüfus cüzdanını gösterdi bana 'Bekar' yazıyordu.

Bir gün, aşkım şu Zuhal Hanım olmasa, çok daha mutlu olacağız dedi.

Ertesi gün,

''Bana bak. Sakın ölme. Daha aşkımızın romanını yazacaksın'' dedi... Zuhale de gıcık vermeyi hiç ihmal etmiyordu doğrusu...

Sakın ölme demiş, romanın yazılmasını bekliyordu.

Odadakilerin hepsi ölmüş.

Şükran sayesinde, ölümden kurtulmuştum...

Soruyorum aşk ile...

Şükran neredesin... Yine yanımda mısın...



6)Utanmazlık

Çok üzüldüm yine...

Çocuklara hiç kıyamıyorum. Çocukluğum ve yoksulluğumuz aklıma geliyor.

Gözümüz kalıyordu yiyeceklerde. Güzel kıyafetlere, ayakkabılara olan hasretim hala sürüp gider.

''Senin giydiğini kim giyebiliyor'' diyenler var elbet. Haklılar ama, gözüm oralarda kalmış. Siz görebiliyorsunuz. Ben körleşmişim haberim yok.

Dün Manisa'da iftar vakti bir çocuk babasından dürüm ister. Ünlü kebapçıdan yaptırır babası. Lakin ödemesi gereken paranın biraz eksiği çıkar cebinden. O sırada çocuk ısırmıştır dürümden. İş yeri sahibi çocuğun elinden alır yemeğini. Üstelik çok da hakaret eder babasına.

Yemek yiyenlerin müdahalesi de işe yaramaz. Çünkü, elinden dürümü alınan çocuk, ağlayarak çoktan uzaklaşmıştır oradan.

Ve şimdi benim içimdeki yerinde duruyor çocuk. Hala ağlamaklı...



7)Kaybolanlar

Maziden 38...

Çocukluğumdan hatırlıyorum. Şimdi bazılarını büyük çoğunluk bilmiyor olabilir.

Mahalleye sık sık, burnuna demir halka geçirirmiş, ayıları getirip, oynatırlardı. O demir halka ayıyı köleleştiren, canını çok yakan bir işkence aracıydı bence.

Oynamaya zorlanır.

''Gelinler hamamda nasıl yatar'', gibi sorularla, ayının yere yatması sağlanırdı. Küçüktük eğlenirdik. Daha haklar konusu, bizim kapıdan girmemişti.

İlginç bir tesadüf de, bu ayıların adı hep, Abdurrahman olurdu. Belki de bizim mahallenin ayılarının adıydı Abdurrahman.

Verilen görevi yaptıktan sonra, sevdiği bir yiyecekle ödüllendirilirdi.

Beli ağrıyan insanların, sokağın ortasına yatıp, ayıya bellerini çiğnetmeleri de ayrı bir garabetti.

Bu kaybolan mesleklerden sadece biriydi.

Seyyar kuruyemişçiler vardı.

''İğde var, leblebi var, keçiboynuzu var'' sesleri hala kulaklarımda.

Askılı yoğurtçular.

Seyyar kerhane tatlısı satanlar.

Macuncular.

Hallaçlar.

Seyyar fotoğrafçılar.

Tükrük köftecileri.

Gezici berberler.

Bozacılar, bileyciler ve Roma kalaycıların ayrı bir yeri vardı.

Bu berberler de çok komik olaylar meydana gelirdi.

Genellikle İbni Sina Hastanesinin yerinde, yani o yapılmadan oradaki boşlukta veya Bentdersinde, kerhaneden Aktaşa doğru biraz ilerleyince, Belediyenin yaptırdığı küçük tahta kulübelerde mesleklerini icra ederlerdi.

İbni Sinanın boş arazisinde, traş olurken zabıta gelirse berber ve yüzü sabunlu müşteri birlikte kaçarlardı.

Üsküre birinin elinde, ustura ve sabun berberde, eğlenceli bir kovalamaca başlardı.

Hallaçlar mahalle arasında, yatak, yorgan yünlerini çırpardı.

Sakalar 6 tenekeli eşekleriyle evlere su taşırlardı.

Tren raylarında, Romanların topladığı Taş Kömürünün tenekesi de iki liradan alıcı bulabilirdi. Biz çok aldık. Arabayla getirtmeye gücümüz yetmezdi.

Küfeli manavlar, süpürgeciler, nadir yerlerde bulunan nalbantlar bir renklilikti bizim için.

Fukaralık çoktu. Mutluluk da ondan eksik değildi...

Yoğurtçuların spatulayla kesip verdikleri yoğurdun tadı da hala damaklarımda duruyor.

Çocuktuk...

Her şeyde tatlı bir yan buluyorduk.



8)Piç Hasan

Yetmişli yılların başıydı..

İzmir, Kadifekalede bulunan evlerine uğramıştık.İki kişiydik..Çok kibar ve güzel bir kadın açmıştı bize kapıyı... Eşiymiş...

Odasında yatıyordu Hasan...

Pul pul olmuş, kara sarı bir yüzle karşıladı bizi. O haliyle bile gülüyordu. Biraz önce diyalizden geldiklerini söylediler.. Çok halsiz ve bitkin hali hiç gözümün önünden gitmez..

Mülkiyeden mezun olmuş, maiyet memuru olarak göreve başladıktan sonra, hastalanmıştı.. Bilmeyenler için söylemeliyim sanırım.. 'Stajyer Kaymakam' demektir maiyet memurluğu...

Aradan çok uzun bir zaman geçmeden de onu kaybettik..

Geride gözü yaşlı bir eş ve kahrolan anne, baba bırakarak..

Hasan'ı geçen gün Kızılay'da rastladığım İsmail Hakkı Karakelle ile ayak üstü, bir nedenden dolayı andık.. Hatta benim anlattığıma çok güldük.. Bunu yazmalısın dedi Karakelle... Parmaklarıyla yaptığı iyi olur işaretiyle..

Adı Hasan'dı soyadını hatırlayamadım... Sorduğum Mülkiyelilerden de bilen çıkmadı... Çünkü kimse onu adıyla bilmezdi.. Lakabı 'Piç Hasan'dı.. Yani argo deyimle çok fırlamaydı...

Babası gelir İzmir'den bir gün..

Kime sorsa, hiç kimse tanımaz. Saatlerce oğlunu arar, bulamaz..

Yapacak bir şey kalmamıştır adam için artık...

Yanaşır bir öğrenciye..

''Yavrum oğlumu arıyorum bulamadım'' der..

Çocuk ''Kimmiş'' diye sorduğunda...

''Piç Hasan'' diye cevap verir babası mecburiyetten...

Beş dakika geçmeden, oğlunu karşısında bulur...

''Senin Allah cezanı versin. Beni, oğluna piç diyen bir baba haline getirdin ya'' diye söylenir...

Sarılmalar ve kahkahalar birbirine karışır, o gün...

Mülkiyede herkes duyar...

Ününe ün katılır Rahmetli 'Piçin'.. Onu buradan gülerek anıyorum...

Ruhu şadolsun...


______________________

KÜZENK'in Yazıları Üstüne....
___________________


Ergun Küzenk, aktardığı yaşanmış hikayelerle hepimize farklı ve değerli duygular yaşatıyor.

Güldürüyor, ağlatıyor, dahası kızdığına kızıyor,acıdığına acıyor, sevdiğini seviyor, bağrına bastığını biz de bağrımıza basıyoruz. Müthiş bir duygu bu..

Kokular, sesler, serzenişler, hüzünler,sevinçler, bir buket olup bize sunuluyor...

Gülnaz Akşam


******************


Hikaye anlatıcısı, yoldan edindiği tecrübeleri evden aldıklarıyla birleştirip yeniden üretendir.

Ergun Küzenk'in hikayeleri de Bitlis'ten Ankara'ya,hatta daha da Batı'ya uzanan bir yolculuğun içinden, kimi zaman ele avuca sığmaz bir çocuğun ya da bıyığı henüz terlemiş aceleci bir delikanlının kimi zaman da yılların yorduğu bir ihtiyarın diliyle dökülüverirler sosyal medyaya..

Hikaye anlatıcılığının, gaz lambalarının aydınlattığı sobalı evlere kilitlenip kaldırılamayacağının en güzel örneğidir onun paylaşımları.

Hatıraları, deneyimleri doğal tarihin izlerini taşırlar,bir cümle bazen bu ülkenin koskoca bir yara izine denk düşer. Hayat karşısında naifliğini yitirmemiş bir dilin hikayelerini anlatırken de sormayı ihmal etmez: "Beni Duyuyor Musun?"

Vildan Güleç Tüfekçioğlu


*************


KURBAĞA YAĞI SATICISI

Ergun abi artık bizimle değil çok sevdiği şehrine Ankara'ya sakladık onu.
Sizinle olmayan birinin ardından ne söylenir ne anlatılabilir ki, üstelik bu adam yaşadığı her anı melankolik bir mizahla yaşayıp, bitirmiş biriyse!

Ergun abinin Alviran'ın Kızları kitabı için bir arka kapak yazısı yazmıştım. Orada sevdiğim bir kaç adama benzetirim Küzenk'i.

Birisi de A.Kurosava'dır. Oradan devam edeyim o zaman:

Eski Japonya'da sokaklarda kurbağa yağı satıcıları olurmuş. Bu satıcılar,önce iki kafalı,altıbacaklı,hilkat garibesi bir kurbağa bulup sonra bu kurbağayı aynalarla dolu bir cam prizmanın içine kapatırlarmış. Kurbağa o aynalı kafesin içinde kendini dehşetli ve çirkin bir halde görünce kendisinden korkar ve derisinden bir yağ salgılarmış.

Satıcılar işte bu yağı bir iksir,merhem haline getirirlermiş ve bu yağ, bütün yaralara, acılara iyi gelirmiş.

Kurosava "biz" diyor, "insanların kendileri ile ilişkili gördükleri şey karşısında yaşadıkları korku ile birlikte yağ salgılamalarını sağlarız. O yağ bizim acılarımızın da merhemidir"

Aslında kendimize bakarak korkuyoruz. Sahnede, sinemada gördüğümüz ya da hikayelerden, romanlardan hayal ettiklerimiz kendimizden başkası değil ki.

İçimizde kalan,itiraf edemediğimiz, şahit olduğumuz hayal ettiğimiz şeylerdir okuduğumuz ve izlediğimiz her şey!

Ergun abi, bir kurbağa yağı satıcısıydı. Bize samimi, korkunç, gülünç, acı, tatlı, kederli ve umutlu şeyler anlattı durmadan. Yarasına ve yaralarımıza iyi gelen merhemler sundu ve çekip gitti kimseleri incitmeden...

Ercan Kesal



içindekiler    üst    geri    ileri   





 49