ÖYKÜ

Hasan Parlak  





 

YÜZLEŞME


İki eski dost olan Faruk ve Sami, her görüşmelerinde çocukluk anılarına uzanan sohbetleriyle geçmiş yıllara dönerler. Sevgi, mutluluk, korku ve kaygının ortak duygusunu taşıyan yaşanmışlıklar ve etkilendikleri insanlar hakkında konuşurlar. Bu sohbetlerinde çoğu zaman büyük kentin zorlu yaşam koşulları ve karmaşasından, köylerinin duru sükûnetine uzanan hayali bir yolculuk yaparlar.

Yine eski zamanların konu olduğu böyle bir buluşmada, Faruk’un aile albümüne bakıyorlardı. Soluklaşmış kartlar, zamana direnebilmiş mazi emanetini yorgun bir sadakatle bugünlere taşımaktaydılar. Çevirdikleri karton yaprakların üzerine iliştirilmiş eski fotoğraflardan birisi, Sami’yi duygulandırmıştı.

“Memduh amca değil mi buradaki? Yanındaki de hanımı Nezahat teyze herhalde?”

Faruk, bu soruyu buruk bir gülümsemeyle cevapladı.

“Evet Sami. Bu fotoğraf, onların 1965 yılı nisan ayındaki evlilik törenlerinde çekilmişti.”

Memduh amcanın kravat ve takım elbisesinin sadeliğine karşın, Nezahat teyzenin siyah saçlarını süsleyen görkemli tacı oldukça göz alıcıydı. Bu tacın arkasına takılı olan ve kenarları sim işlemeli şık bir şifon pelerin, omuzlarını örterek ayak bileklerine iniyordu. Boynunu süsleyen özgün kolyesi, ellerinde tuttuğu iri beyaz yapraklı yapma çiçek buketiyle çok güzel bir gelin olmuştu.

Açılan bu konu, her ikisini de adeta çocukluklarına götüren bir zaman tüneli girişine getirip bırakmıştı. Yıpranmış sıvasını örtmekte zorlanan soluk sarı boyalı dış duvarları, geniş demir doğrama kapısı ve içeriye ferahlık veren tek penceresiyle Memduh amcanın dükkânı canlandı anılarında.

“Ziyaretine gelen dostlarıyla çay içtiği, girişin hemen sol tarafındaki duvara bitişik konulmuş küçük masası hâlâ yerinde miydi acaba?

“Kapının tam karşısına gelecek şekilde yerleştirilmiş, fazla uzun olmayan tezgâha dirsekleri dayalı duruşu bugün gibi, gözlerimin önünde“ dedi, Sami.

Faruk da kendi hatırladıklarıyla sürdürdü sohbeti. “Sabahın erken saatinde müşterilerine açtığı kapısını, gece on sıralarında kapatırdı. Çocuklukta çok sevdiğimiz şeker, gazoz, çekirdek, bisküvi, sakız gibi yiyecek ve eğlenceliklerimizin biricik adresiydi o dükkân.”

Alışverişlerde file kullanıldığı günlerdi. Duvar boyu raflar, kapaklı cam kavanozlar, ahşap derin saklama kaplarında açık olarak satışa sunulan pirinç ve bulgurları kese kâğıtlarına boşaltmakta kullanılan galvanizden yapılma el küreği. Tarttıkları ürünün cinsini ve fiyatını gösterir etiketler çıkaran elektronik terazilerin hayal bile edilemediği zamanlardı. Kefelerin birine konulan malı, diğerine bırakılan demir ağırlıklarla tartan terazinin, burun buruna duran iki kuş gagasını andıran parçalarını Memduh amcanın titizlikle dengelemesi. Ve bütün bu gibi ayrıntıları sevimli sadeliği içinde barındıran, anılardaki o şirin dükkân.

Bir eski fotoğraftan yola çıkılan bu sohbette, zamanla yüzleşme noktasına gelinmiş, nice ihmal edilmiş duyguların varlığı, daha derin bir etkiyle hissedilmişti.

Albümü kapatırken, “Evrene saçılmış bir avuç öykünün kahramanlarıyız her birimiz” demişti, Faruk. “Tadını alarak, önemini fark ederek yaşanması gereken hayatlarımızı, çok zaman israf etmişiz diye düşünüyorum bazen.”

Vakit ilerlemiş, aile ziyaretindeki bu muhabbet birlikteliğinin sonuna gelmişlerdi.

Vedalaştılar.

Hazırlanacakları yeni bir güne doğru sürekli işleyen saatin her dakikasında haber verdiği bir hayat programına uymak zorunluluğu vardı sonuçta.


içindekiler    üst    geri    ileri   




 39