Kaya mezarı bulduğumuzu sanıyorlar. Ciddi ciddi kaçak kazı yapıyoruz. Az
önce gözlerini kapatıp "üç harflilerini" çağıran rehbere bu şakayı daha
ne kadar sürdüreceğimizi sordum, cevap verme gereği duymadı. Hayatımın
kontrolünü hızla yitirdiğimi hissediyorum. (Benim burada ne işim var?)
Kahvaltıda bir şeylerin ters gittiğini hissetmiştim oysa. Ama işi bu
noktaya getireceklerini hiç düşünmemiştim. "Hadi çıkıyoruz" dediler ve
masayı bile toplamadan arabaya atladık. Birkaç kilometre boyunca hiç
konuşmadan yol aldık. Yolun bittiği yerde durup yürümeye başladık. Nereye
gittiğimizi bile bilmiyordum. (Ben ev bakmaya gelmiştim oysa o civara.)
Rehberimiz, on dakikalık "zorlu" bir yürüyüşten sonra bir anda "zınk"
diye durdu. Biz de durduk tabii (Ben ve rehberin hevesli çırağı.) ve
ilahi bir mesajın gelmekte olduğu duygusuyla nefes bile almadan beklemeye
başladık. Yol göstericimiz etrafa baktı dikkatle, havayı kokladı ve hemen
önünde duran taş yığınını işaret ederek, "İşte burası!" dedi.
Sonra kazmaya başladık.
İnanması zor ama buradayım işte. Ölürken merhumla birlikte gömüldüğüne
inandıkları değerli eşyaları arıyoruz. Sorduğumda Roma ya da Bizans
döneminden kalan bir kaya mezarı bulduklarını söylediler. (Bana kalırsa
üst üste yığılmış birkaç taştan başka bir şey yok ama "profesyonel"
görüşüme katılmıyorlar.)
Güneş yükseliyor tepede. Epey kazdık. Kendi hallerinde öylece takılan,
herhangi bir dış müdahale olmadığı sürece kimseye bir zararı dokunmayacak
birkaç kaya parçası direniyor "ekibimize". Ekip bu durumu biraz yanlış
anladı sanırım, içinde sakladıkları hazinenin büyüklüğüne yordular
direnişi ve daha büyük bir kararlılıkla çalışmaya devam ediyorlar.
Grupta memnuniyetsizlik hakim şu ara: Kazma kürek konusundaki inanılmaz
beceriksizliğimi fark edince gözcülük görevi verdiler bana. (Galiba
varlığımdan pek hoşlanmıyorlar. Babam da hafta sonları ıvır zıvır işleri
için kendisine yardım etmemi umduğu zamanlarda kayıtsızlık ya da
beceriksizliğimi gördüğünde böyle bakardı bana.)
Üzerimde kan kırmızısı bir tişörtle -işaret levhası gibi göründüğümden
hiç kuşkum yok- erketeye yattım. Jandarmayı kolluyorum. Durum giderek
tuhaflaşıyor.
Kartpostallardan fırlamış bir doğanın içindeyiz. Gün güneşli, her yer
yemyeşil, deniz uzakta -Aslında o kadar da uzakta değil- biraz puslu ama
sakin. Doğa bütün açlığıyla uyanıyor. Çok uzakta keçi sürülerini otlatan
çobanların -ve tabii hayvanlarının- çığlıkları duyuluyor. (Her an bir
yerlerden Heidi ve Peter çıkabilir.)
Çalıştılar, yoruldular ve sonunda bomba imal etmeye karar verdiler. Suni
gübre, mazot ve konserve kutusu alacaklar. "Sen çok yoruldun" dediler,
"Geçerken seni de otele bırakalım." (Benden kurtulmaya çalışıyorlar.)
"Olmaz" dedim. "Acıktım, susadım, çişim geldi belki ama sizi yalnız
bırakmak istemiyorum." (Şakama güldüler.)
Toparlandık ve arabaya döndük az önce. Yoldayız. Arka koltuktayım.
Gözlerine bakıyorum aynalardan: Ne kadar tuhaf bir ışıkla parlıyor
gözleri! Ne kadar aç ve hayat dolular! Birazdan bütün gün mızmızlandığım
için benden kurtulacaklar ve taşların direncini kırmak için yeniden
buraya dönecekler. Benim gibi değiller, ölmek için değil zenginleşmek ve
sonsuza dek yaşamak için arıyorlar bir şeyleri. (Tanrım beni neden terk
ettin!)
Hay Allah! Sanırım yanlış yerden başladım hikayeme. Muhtemelen sadece
birkaç kişi okuyacak ama yine de yaptığım işi ciddiye almalıyım. Önceki
geceye dönmekte fayda var. (Prensip sahibi olduğumu söylemiş miydim?
Çalışırken asla içmem mesela.)
Önceki gün akşamüstü, sezonu henüz açmamış otelin tek müşterisi olarak
balkonda oturuyordum. Yaklaşık iki haftadır o otelde kalıyordum ve bütün
hayalim karşımda duran denize nazır bir ev satın alıp o yöreye
yerleşmekti. (Babamdan biraz toprak ve para kaldı.) Oraya bu amaç için
gitmiştim ama yazlık yerler uyuşturuyor insanı, deniz kenarında ve
mütevazı çarşıda dolaşmaktan başka bir şey yapmamıştım o güne kadar.
Kapım çalındığında otel sahibinin yalnızlıktan ve işsizlikten yine çok
sıkıldığını, karşılıklı birkaç kadeh şarap içip biraz sohbet etmek
istediğini düşündüm ama gözlerine baktığımda daha önce görmediğim yeni
bir ışıltıyla parladığını fark ettim: "Ankara'dan iki arkadaşım geliyor
bugün" dedi. "Birlikte yemek yiyeceğiz. Bize katılırsanız çok sevinirim."
Teklifini hiç düşünmeden kabul ettim (Deniz deniz dediler onu da gördük.)
ve hazırlanıp salona geçtim.
Rakı masası hazırlanmıştı. (Rakı içmekten hep korkmuşumdur, içinden ne
çıkacağını asla göstermez önceden.) İhtiyatla yaklaştım masaya, otel
sahibiyle selamlaştım ve Ankara'dan gelen iki arkadaşıyla tanıştım.
İçmeye başladık. önce havadan sudan, işlerden ve hiç gitmediğim
Ankara'nın sıkıcı havasından söz ettik. Rakı kadehleri birbiri ardına
yuvarlanmaya başlayınca daha samimi bir ortam oluştu ve yeni tanıştığım o
iki insandan biri on beş yıldır vakit buldukça yaptığı define
avcılığından söz etmeye başladı. Konu ilgimi çektiği için sorular sormaya
başladım, o da anlatmaya çok istekli görünüyordu zaten. Rakının yarattığı
illüzyon muydu yoksa harika hikayeler miydi dinlediklerim hâlâ bilmiyorum
ama heyecandan kanımın kaynadığını hatırlıyorum:
Emekli hava kuvvetleri pilotunun ruhsatsız bir helikopterle aylarca
uçarak keşfettiği antik bir kalenin hikayesini dinledim. Köylülerin vahşi
hayvan saldırılarından endişe ettikleri için girmeye cesaret edemedikleri
ya da gerek görmedikleri (Mala davara faydası olmayan hiçbir şey üzerinde
çalışmaya değmez) ormanların oluşturduğu engelleri sonra. Mallarını
mülklerini yakın saldırılar karşısında bir yerlere gömen varlık
sahiplerinin -mezar soyguncuları ya da varisleri için- bıraktıkları
işaretleri (Mezar soyguncuları bu işaretlere “müjde” diyor) dinledim.
Yemleme de denilebilecek bu yöntemin (Bulduğun şu birkaç parçayı al ve
git, hazineme bulaşma!) ne kadar akıllıca ve ne kadar aptalca olduğu
üzerinde konuşup herkesin kafasını şişirdim.
Mezarları hazine bulma hırsıyla talan edip sırtlarına yapışan cinlerle
(Rehberim ısrarla üç harfliler diyordu onlara) evlerine dönen bahtsız
hayalperestlerin hikayelerini dinledim. Gecenin bir yarısı çukurları
kazarken gaipten kadın çığlıkları duyan ve bunu tanrının varlığına ve
gazabına yoran -yanlış meslek seçmiş- amatörlerin hikayelerine şahitlik
ettim. Arkeoloji merakı yüzünden Yunanistan’a giden ve orada bir adaya
hapsedilip yedi yıl boyunca zorlu bir "antik çağlar" eğitimine maruz
bırakılan bir talihsizin Türkiye’nin doğusunda, terörle antik eser
kaçakçılığı sarmalında düğümlenen macerasını (Televizyonda film izler
gibi) şaşkınlıkla izledim.
Hazineleri koruyan komodo ejderlerini ve boynuzlu yılanları gördüm.
(Hikayeler güzeldir.) Yerleri ve gökleri yaratan yüce rabbimizin bize
Müslüman mezarlarına dokunmayı yasakladığını -ki onlar sadece beyaz bir
bez parçasına sarılarak terk ederler fani hayatı- ve fakat gayrimüslimler
ve -Allah affetsin- tanrıtanımazlar için herhangi bir iradeyi açıkça
ortaya koymadığını, bu yüzden yapılan kazıların ve açılan mezarların dine
-zinhar- aykırı olmadığını öğrendim. Mezarların, çoktan toprağa karışıp
gitmiş zavallıların -nerede olurlarsa olsunlar- kokularını alabilen
lanetlenmiş ya da müjdelenmiş tuhaf insanlarla tanıştım. Kütüphanelerde
aylarca dirsek çürüten eğitimsiz aç gözlülerle. Şehir şehir dolaşan işsiz
güçsüz maceraperestlerle. Bir hazine avcısını tarlasında yaralı bir halde
bulan köylünün Anadolu insanına has bir yardımseverlikle (peh!) talihsiz
yabancıyı sırtında hastaneye nasıl taşıdığını, karşılığında peygamber
hikayelerine özgü ne büyük mükafatlar kazandığını gördüm.
Gecenin sonunda, hiç müşterisi olmayan o otelin salonunda hikayelere
doymuş birkaç sarhoştuk sadece. Ertesi gün için sözleştik. Rehber çırağı
buraları iyi bildiğini, bazı tanıdıkları olduğunu, seveceğim birkaç ev
göstereceğine inandığını ve fakat artık çok geç olduğunu, ertesi sabah
beni -annesinin henüz teşrif etmediği- yazlığında mutlaka -ama mutlaka-
kahvaltıya beklediğini söyledi. Hayat güzeldi, her şey çok güzel olacaktı
(İçimden bir ses bu iyimserliği içtiğim rakı kadehlerine yoruyordu ama
hiç umursamıyordum o anda) ve ben bu teklifi kabul etmekten onur
duyacaktım.
Teklifi kabul ettim.
Ertesi sabah araçlarıyla gelip beni otelden aldılar. Serin bir sabahtı,
deniz hemen ayaklarımızın altında sakin, ışıldıyor, sitenin kedileri
etrafımızda heyecanla dolaşıyordu. Yok yoktu kahvaltıda. İştahla yediler.
(Ben de severim kahvaltı etmeyi ama o saatte uyanmaya alışkın değilim.)
Bir an önce çarşıya inip rehber çırağının tanıdıklarını ve müstakbel
evimi görmek için can atıyordum.
"Hadi çıkıyoruz" dedi nihayet rehberimiz. Masayı bile toplamadan arabaya
atladık. Birkaç kilometre boyunca hiç konuşmadan yol aldık. Yolun bittiği
yerde durup yürümeye başladık. Nereye gittiğimizi bile bilmiyordum. Sonra
işte…