ÖYKÜ

Sedat Alkaç 







Define Avcısı


Dağ başına geldik.

Kaya mezarı bulduğumuzu sanıyorlar. Ciddi ciddi kaçak kazı yapıyoruz. Az önce gözlerini kapatıp "üç harflilerini" çağıran rehbere bu şakayı daha ne kadar sürdüreceğimizi sordum, cevap verme gereği duymadı. Hayatımın kontrolünü hızla yitirdiğimi hissediyorum. (Benim burada ne işim var?)

Kahvaltıda bir şeylerin ters gittiğini hissetmiştim oysa. Ama işi bu noktaya getireceklerini hiç düşünmemiştim. "Hadi çıkıyoruz" dediler ve masayı bile toplamadan arabaya atladık. Birkaç kilometre boyunca hiç konuşmadan yol aldık. Yolun bittiği yerde durup yürümeye başladık. Nereye gittiğimizi bile bilmiyordum. (Ben ev bakmaya gelmiştim oysa o civara.)

Rehberimiz, on dakikalık "zorlu" bir yürüyüşten sonra bir anda "zınk" diye durdu. Biz de durduk tabii (Ben ve rehberin hevesli çırağı.) ve ilahi bir mesajın gelmekte olduğu duygusuyla nefes bile almadan beklemeye başladık. Yol göstericimiz etrafa baktı dikkatle, havayı kokladı ve hemen önünde duran taş yığınını işaret ederek, "İşte burası!" dedi.

Sonra kazmaya başladık.

İnanması zor ama buradayım işte. Ölürken merhumla birlikte gömüldüğüne inandıkları değerli eşyaları arıyoruz. Sorduğumda Roma ya da Bizans döneminden kalan bir kaya mezarı bulduklarını söylediler. (Bana kalırsa üst üste yığılmış birkaç taştan başka bir şey yok ama "profesyonel" görüşüme katılmıyorlar.)

Güneş yükseliyor tepede. Epey kazdık. Kendi hallerinde öylece takılan, herhangi bir dış müdahale olmadığı sürece kimseye bir zararı dokunmayacak birkaç kaya parçası direniyor "ekibimize". Ekip bu durumu biraz yanlış anladı sanırım, içinde sakladıkları hazinenin büyüklüğüne yordular direnişi ve daha büyük bir kararlılıkla çalışmaya devam ediyorlar.

Grupta memnuniyetsizlik hakim şu ara: Kazma kürek konusundaki inanılmaz beceriksizliğimi fark edince gözcülük görevi verdiler bana. (Galiba varlığımdan pek hoşlanmıyorlar. Babam da hafta sonları ıvır zıvır işleri için kendisine yardım etmemi umduğu zamanlarda kayıtsızlık ya da beceriksizliğimi gördüğünde böyle bakardı bana.)

Üzerimde kan kırmızısı bir tişörtle -işaret levhası gibi göründüğümden hiç kuşkum yok- erketeye yattım. Jandarmayı kolluyorum. Durum giderek tuhaflaşıyor.

Kartpostallardan fırlamış bir doğanın içindeyiz. Gün güneşli, her yer yemyeşil, deniz uzakta -Aslında o kadar da uzakta değil- biraz puslu ama sakin. Doğa bütün açlığıyla uyanıyor. Çok uzakta keçi sürülerini otlatan çobanların -ve tabii hayvanlarının- çığlıkları duyuluyor. (Her an bir yerlerden Heidi ve Peter çıkabilir.)

Çalıştılar, yoruldular ve sonunda bomba imal etmeye karar verdiler. Suni gübre, mazot ve konserve kutusu alacaklar. "Sen çok yoruldun" dediler, "Geçerken seni de otele bırakalım." (Benden kurtulmaya çalışıyorlar.)

"Olmaz" dedim. "Acıktım, susadım, çişim geldi belki ama sizi yalnız bırakmak istemiyorum." (Şakama güldüler.)

Toparlandık ve arabaya döndük az önce. Yoldayız. Arka koltuktayım. Gözlerine bakıyorum aynalardan: Ne kadar tuhaf bir ışıkla parlıyor gözleri! Ne kadar aç ve hayat dolular! Birazdan bütün gün mızmızlandığım için benden kurtulacaklar ve taşların direncini kırmak için yeniden buraya dönecekler. Benim gibi değiller, ölmek için değil zenginleşmek ve sonsuza dek yaşamak için arıyorlar bir şeyleri. (Tanrım beni neden terk ettin!)

Hay Allah! Sanırım yanlış yerden başladım hikayeme. Muhtemelen sadece birkaç kişi okuyacak ama yine de yaptığım işi ciddiye almalıyım. Önceki geceye dönmekte fayda var. (Prensip sahibi olduğumu söylemiş miydim? Çalışırken asla içmem mesela.)

Önceki gün akşamüstü, sezonu henüz açmamış otelin tek müşterisi olarak balkonda oturuyordum. Yaklaşık iki haftadır o otelde kalıyordum ve bütün hayalim karşımda duran denize nazır bir ev satın alıp o yöreye yerleşmekti. (Babamdan biraz toprak ve para kaldı.) Oraya bu amaç için gitmiştim ama yazlık yerler uyuşturuyor insanı, deniz kenarında ve mütevazı çarşıda dolaşmaktan başka bir şey yapmamıştım o güne kadar.

Kapım çalındığında otel sahibinin yalnızlıktan ve işsizlikten yine çok sıkıldığını, karşılıklı birkaç kadeh şarap içip biraz sohbet etmek istediğini düşündüm ama gözlerine baktığımda daha önce görmediğim yeni bir ışıltıyla parladığını fark ettim: "Ankara'dan iki arkadaşım geliyor bugün" dedi. "Birlikte yemek yiyeceğiz. Bize katılırsanız çok sevinirim." Teklifini hiç düşünmeden kabul ettim (Deniz deniz dediler onu da gördük.) ve hazırlanıp salona geçtim.

Rakı masası hazırlanmıştı. (Rakı içmekten hep korkmuşumdur, içinden ne çıkacağını asla göstermez önceden.) İhtiyatla yaklaştım masaya, otel sahibiyle selamlaştım ve Ankara'dan gelen iki arkadaşıyla tanıştım.

İçmeye başladık. önce havadan sudan, işlerden ve hiç gitmediğim Ankara'nın sıkıcı havasından söz ettik. Rakı kadehleri birbiri ardına yuvarlanmaya başlayınca daha samimi bir ortam oluştu ve yeni tanıştığım o iki insandan biri on beş yıldır vakit buldukça yaptığı define avcılığından söz etmeye başladı. Konu ilgimi çektiği için sorular sormaya başladım, o da anlatmaya çok istekli görünüyordu zaten. Rakının yarattığı illüzyon muydu yoksa harika hikayeler miydi dinlediklerim hâlâ bilmiyorum ama heyecandan kanımın kaynadığını hatırlıyorum:

Emekli hava kuvvetleri pilotunun ruhsatsız bir helikopterle aylarca uçarak keşfettiği antik bir kalenin hikayesini dinledim. Köylülerin vahşi hayvan saldırılarından endişe ettikleri için girmeye cesaret edemedikleri ya da gerek görmedikleri (Mala davara faydası olmayan hiçbir şey üzerinde çalışmaya değmez) ormanların oluşturduğu engelleri sonra. Mallarını mülklerini yakın saldırılar karşısında bir yerlere gömen varlık sahiplerinin -mezar soyguncuları ya da varisleri için- bıraktıkları işaretleri (Mezar soyguncuları bu işaretlere “müjde” diyor) dinledim. Yemleme de denilebilecek bu yöntemin (Bulduğun şu birkaç parçayı al ve git, hazineme bulaşma!) ne kadar akıllıca ve ne kadar aptalca olduğu üzerinde konuşup herkesin kafasını şişirdim.

Mezarları hazine bulma hırsıyla talan edip sırtlarına yapışan cinlerle (Rehberim ısrarla üç harfliler diyordu onlara) evlerine dönen bahtsız hayalperestlerin hikayelerini dinledim. Gecenin bir yarısı çukurları kazarken gaipten kadın çığlıkları duyan ve bunu tanrının varlığına ve gazabına yoran -yanlış meslek seçmiş- amatörlerin hikayelerine şahitlik ettim. Arkeoloji merakı yüzünden Yunanistan’a giden ve orada bir adaya hapsedilip yedi yıl boyunca zorlu bir "antik çağlar" eğitimine maruz bırakılan bir talihsizin Türkiye’nin doğusunda, terörle antik eser kaçakçılığı sarmalında düğümlenen macerasını (Televizyonda film izler gibi) şaşkınlıkla izledim.

Hazineleri koruyan komodo ejderlerini ve boynuzlu yılanları gördüm. (Hikayeler güzeldir.) Yerleri ve gökleri yaratan yüce rabbimizin bize Müslüman mezarlarına dokunmayı yasakladığını -ki onlar sadece beyaz bir bez parçasına sarılarak terk ederler fani hayatı- ve fakat gayrimüslimler ve -Allah affetsin- tanrıtanımazlar için herhangi bir iradeyi açıkça ortaya koymadığını, bu yüzden yapılan kazıların ve açılan mezarların dine -zinhar- aykırı olmadığını öğrendim. Mezarların, çoktan toprağa karışıp gitmiş zavallıların -nerede olurlarsa olsunlar- kokularını alabilen lanetlenmiş ya da müjdelenmiş tuhaf insanlarla tanıştım. Kütüphanelerde aylarca dirsek çürüten eğitimsiz aç gözlülerle. Şehir şehir dolaşan işsiz güçsüz maceraperestlerle. Bir hazine avcısını tarlasında yaralı bir halde bulan köylünün Anadolu insanına has bir yardımseverlikle (peh!) talihsiz yabancıyı sırtında hastaneye nasıl taşıdığını, karşılığında peygamber hikayelerine özgü ne büyük mükafatlar kazandığını gördüm.

Gecenin sonunda, hiç müşterisi olmayan o otelin salonunda hikayelere doymuş birkaç sarhoştuk sadece. Ertesi gün için sözleştik. Rehber çırağı buraları iyi bildiğini, bazı tanıdıkları olduğunu, seveceğim birkaç ev göstereceğine inandığını ve fakat artık çok geç olduğunu, ertesi sabah beni -annesinin henüz teşrif etmediği- yazlığında mutlaka -ama mutlaka- kahvaltıya beklediğini söyledi. Hayat güzeldi, her şey çok güzel olacaktı (İçimden bir ses bu iyimserliği içtiğim rakı kadehlerine yoruyordu ama hiç umursamıyordum o anda) ve ben bu teklifi kabul etmekten onur duyacaktım.

Teklifi kabul ettim.

Ertesi sabah araçlarıyla gelip beni otelden aldılar. Serin bir sabahtı, deniz hemen ayaklarımızın altında sakin, ışıldıyor, sitenin kedileri etrafımızda heyecanla dolaşıyordu. Yok yoktu kahvaltıda. İştahla yediler. (Ben de severim kahvaltı etmeyi ama o saatte uyanmaya alışkın değilim.) Bir an önce çarşıya inip rehber çırağının tanıdıklarını ve müstakbel evimi görmek için can atıyordum.

"Hadi çıkıyoruz" dedi nihayet rehberimiz. Masayı bile toplamadan arabaya atladık. Birkaç kilometre boyunca hiç konuşmadan yol aldık. Yolun bittiği yerde durup yürümeye başladık. Nereye gittiğimizi bile bilmiyordum. Sonra işte…

Dağ başına geldik.


içindekiler    üst    geri    ileri   




 27