Martılar güzel bir bahar gününün tadını çıkarırcasına neşeyle dönerek
denizin bereketinden nasiplerini alıyorlardı. Bir kaç tok martı da
denizin üzerindeki tekneler gibi küçük dalgalarla suyun üzerinde inip
çıkıyorlardı. Bir an için kendimi onların yerine koydum. Batma, boğulma
korkusu olmadan, çırpınmadan suyun yüzeyinde, üstelik bedeninin büyük bir
bölümüyle saatlerce durmak... Dalgalarla bir yükselip bir alçalmak insan
ruhunda tatlı meltemleri estirir. Oysa yaz aylarında denizde sırt üstü
uzandığımda martılar kadar ne gövdemin büyük çoğunluğu suyun üzerinde
kalıyor ne de görüş alanım onlar kadar geniş oluyor. Sadece uzandığım
suyun üzerinde gökyüzünü ve belki biraz da karanın yüksek kısımlarını
seyrediyorum. Üstelik bir martı ya da su kuşları kadar uzun süre
kıpırdamadan da duramıyorum. O zaman da benim ruhumda tatlı meltemcikler
eser. Onlara göre küçücük hazlar içinde olurum. Demek ki bir kuş kadar
özgür değilim! Bana verilen ya da benim kullanabildiğim özgürlüklerimle
baş başa yaşamaya devam etmeliyi.
Yıllardır birçok insan gibi bazı isteklerimi yerine getirememiş, bir
cenderenin içerisinde sıkışıp kalmıştım. Ne zaman ki orta yaşın üstüne
çıktım birçoğumuzun ve benim de özgürlük olarak gördüğüm olguların
kapıları bana yavaş yavaş aralanmaya başladı. Ben de bu aralıklardan
istifade edip özgürlüklerimin önünü açtım. Bir kez daha “ne mutlu bana”
diyerek kendimi kutladım.
Epeydir seyrettiğim deniz ve martıların yanı sıra, görüş açıma giren ve
az ötemde duran bir balıkçı da vardı. Ara sıra dikkatini çekmeden göz
ucuyla ona bakıyordum. Hazır özgürlüğü düşünürken, sakin sakin oltasını
gözetleyen arada sigarasından bir nefes çeken ve çantasından alıp bir
yudum içtikten sonra birasını tekrar çantasına koyan, yüzünde mutluluğun
resmini görebildiğim balıkçıya selam vermek, o tablonun içerisinde yer
almak istedim. Selamlaşmak için birileriyle tanışma özgürlüğümü
kullanarak
“Merhabalar. Bereketli olsun.”
Bana döndü, yüzündeki o mutlu ifadeyle yılların çizgilerinin bir düzen
içerisinde yerleştiği güler yüzüyle,
“ Sana da merhaba. Sağ olasın” dedi
“Burada durmuş denizi ve martıları izlerken sizi de izledim. Oltanız,
deniz ve siz insan ruhuna mutluluk veren bir tablo gibisiniz. Bu
güzelliğe selam vermeden duramadım.” Neşeyle güldü.
“İyi etmişsiniz. Demek ki sonunda bir tablonun kompozisyonunu oluşturdum.
Eliyle denizi ve martıları işaret ederek, “Onlar olmasa o sizin
bahsettiğiniz tablo olmaz” dedi. Sonra sözünü uğraşısı olan balığın
üzerine getirdi.
“Bendeki sevda deniz humması, ister bir şiirde ister bir tabloda olsun o
benim içimde…” uzun süre dalgın dalgın denize baktı. Bakışlarında uzun
süreli bir hasretin izlerini gördüm. Yüzündeki mutluluk bir an yok olur
gibi oldu ama benim fark etmemi istememiş olsa gerek, bana dönerek,
martıları işaret edip neşeyle, “Keratalar bana balık bırakmıyorlar. Zaten
artık buralarda adam akıllı balık da olmuyor. Körfez yaşamını yitireli
çok oldu. Aslında balıklar yenmez ama yiyende çok.”
“O zaman tutmayın, onlar da yaşasın” İçimdeki hayvan sevgisi yine öne
geçmişti.
“Ben tutmasam başkaları tutmayacak mı?” Sustum, cevap hakkımı onu üzmemek
için kullanmadım. İlgisini çekecek bir şeyler söyledim.
“Ben hiç balık tutmadım ama balık tutanları keyifle izlerim.”
O arada olta öne doğru eğildi, balıkçının şansını açmış olabilirdim.
Heyecanla “Balık….Balık…” diye bağırdım.
Balıkçı oltasına baktı gülümsedi.
“Lidakidir o, bir işe yaramaz. Onları salıvereceksin ki büyüsün. Ama
eline oltasını alan gelir, balıktan anlamaz ne bulsa tutar götürür.”
Balıktan, balık tutmaktan bir şey anlamadığım ortaya çıkmıştı. Sustum…
“Buralarda eskiden çok güzel Çupra, kalamar, sübye olurdu. Körfezin iç
kısımlarında da ahtapot yakalama şansın yüksekti. Dediğim gibi sular
kirlendi, o balıklar artık yok ya da nadir. Yakalarsan şansına... Havalar
biraz daha ısınınca isparoz çoğalır, esas çupra kasım ayında olur. Geçen
sene çupra güzeldi, her biri iki üç kilo geliyordu. Bu senekiler daha
küçük ve az. Her geçen sene azalıyor. ”
Bunları bana bir öğrenciye ders anlatır gibi anlatıyordu. Çok hoşuma
gitmişti. Balıklar âlemini fazla bilmiyordum. Tüm bilgim, balık
tezgâhında gördüğüm isimlerle sınırlıydı. Onun anlattıklarına kayıtsız
kalmadığımı hissettirmek için sorular sordum.
“Lidakiyi hiç duymamıştım”
“Lidaki çupranın küçüğüdür, onları tuttuysan bile bırakacaksın ki
büyüsünler.”
Ben sordukça o daha çok şey anlatıyor ve bundan keyif alıyordu. Sigara
paketinden bir sigara daha çıkardı ve keyifle yaktı. Sonra paketi bana
doğru uzatarak, “Yak bi tane, burada iyi gider.” Onun samimiyetini geri
çevirmedim, teşekkür ederek bir tane aldım. Arkasından çantasından benim
için de bir şişe bira çıkardı. Çantasındaki bir sürü kavanoz içindeki
balık yemlerini de gösterdi. Bana bir şeyler anlatmak, göstermek onu çok
mutlu ediyordu ve ben de bu durumdan hiç sıkılmıyordum. Kavanozlardan
birini çıkardı, içinde hareket eden onlarca istakoz yavrusu vardı.
“Bak bu mamun, çupra bunu çok sever eğer oltana takmazsan boşa beklersin.
Büyük balıkları bununla yakalarsın.”
O sırada yanımızdan geçen biri ona seslendi,
-Kolay gelsin baba. Var mı bir şeyler?
-Yok be evlat öylesine takılıyorum. Sen tuttun mu bir şeyler?
-Bende de birkaç ufaklıktan başka bir şey yok. Sıkıldım eve dönüyorum.
-Oltayı bırak bana, akşam veririm.
Diğer adam hiç itirazsız olta takımını bıraktı. Birbirlerini iyi
tanıdıkları belliydi ve üstelik balıkçıya “baba” diye hitap etmişti.
Demek ki balıkçımız buralarda oldukça eski ve saygı duyulan biriydi.
Adam, “Görüşürüz baba… “ diyerek uzaklaştı. Balıkçı aldığı olta takımını
hemen açtı ve kurmaya başladı. Oltayı kurarken bir taraftan da benimle
konuşmasını sürdürdü.
“Neredensin? Anladığım kadarıyla deniz insanı değilsin” dedi
“Evet değilim. Ankara’dan geldim.”.
“Ankara… Ankara… Herkesin bahtı kara!” diye marşı kendine göre yorumladı.
Güldük.
“Ankaralı deniz kenarındakilerden daha taze balık yer. Ama alacağın yeri
bileceksin” dedi göz kırparak.
“Aynen öyle.”
Az önce hazırladığı oltayı bana uzatarak, “Gel bakalım buraya, şimdi
şansını deneme sırası sende” dedi. Şaşırdım!
“Ben daha önce hiç balık tutmadım ki!”
“Eee ne güzel işte. Sen ilk kez balık tutacaksın ben de sana balık nasıl
tutulur öğreteceğim. Bundan güzel bir fırsat olur mu? Şimdi sen benim
söylediklerimi yap, gerisini denizle balığa bırak. Oltayı da atabildiğin
kadar uzağa at. Çünkü iyi balıklar otuz kırk metrede bulunur.”
Onun tarif ettiği şekilde oltamı deniz fırlattım sonra oltayı sürekli
tutmaya gerek olmadığını ve onu nasıl sabitleyeceğimi gösterdi.
“İşte bu!” dedi eliyle başarı işareti yaparak.
Ne kadar oturduk, zaman nasıl geçti bilemedim. Hep balıklar, martılar ve
deniz üzerine konuştuk. O kadar çok şey anlattı ki, balıkların aslında
zeki hayvanlar olduklarını, insanların onları hiç önemsemediklerini,
denizleri çok hoyratça kirlettiğimizi ve daha birçok balıkçı hikâyesini
dinlemiş oldum. Vakit epey ilerlemişti. Benim oltama da öyle filmlerde
olduğu gibi ikramiye bir balık vurmamıştı. Sadece üç beş küçük balıktan
ibaretti. Henüz canlı oldukları için su dolu kovaya bırakmıştık. Küçücük
bir dünyaya sıkışmış çırpınıp duruyorlardı. Kendimi, içime kapadığım
dönemi hatırladım. Çırpınıp duruyor, hiçbir çıkış bulamıyordum. Ne zaman
ki aldığım terapiler sonucunda kendimi ve beni esir edenleri af ettim o
zaman kovadaki balık olmaktan kurtuldum. Yanımda duran kovadaki balıklara
bir daha baktım. Gözlerimden yaşlar geliyordu. Hızlıca gözlerimi sildim,
balıkçının beni görmesini istemiyordum ve ona bu güzel gün için teşekkür
edip ayrılmak istedim.
“Çok güzel bir gündü. Çok teşekkür ederim. Şimdi izninizle gideyim,”
dedim.
Benim yaşadığım güzelliği onaylarcasına saygıyla eğildi. Bir an
bakışlarında sildiğim gözyaşlarımı fark ettiğini hissettim. “Bir dakika”
dedi. İçinde balıkların olduğu kovayı bana uzatarak,
“Al bunları şimdi”
“Yok istemem, teşekkür ederim. Bana bu güzel gün yeter” dedim.
“Al sen! Senin düşündüğün değil. Onları götürmen için değil özgürlükleri
için veriyorum”.
Balıkların olduğu kovayı aldım yanıma yaklaştı ve
“Şimdi bu güzel gün için onlara teşekkür edelim. Hiçbir yaşam
diğerininkinden az kıymetli değildir. Yeter ki kendi değerlerini yitirme”
dedi. Sonra kovadaki balıkları denize bıraktık.
“Yolunuz açık olsun keratalar” dedi kahkahayla. Bana dönerek, “Senin de
yolun açık olsun.”
Sadece gözlerimizin içindeki gülüşle vedalaştık. Ne ben ona ne de o bana
“görüşürüz” demedik. Martılar en güzel şarkılarını deniz için söylüyordu.