‘yaşamıyor, sadece yaşamın bir biçimini sürdürüyoruz. biz sadece ölümden
nasıl korunacağımızı düşünebiliyoruz ve yaşamımızın tümü bir ölüm
tapıncı’ deleuze
‘zaman her şey, insan hiçbir şeydir, insan olsa olsa zamanın
enkazıdır' marks
‘ey günümüz insanı
kendi yüzünden başka maske takmana ne hacet.
seni bu halinle kim tanıyabilir' nietzsche
sizce de öyle değil mi. son günlerde ne çok kullanır olduk bazı
sözcükleri. ve üzerlerinde hiç düşünmeden yoğunlaşmadan, etimolojisine
bakıp düşünmeden, öylesine mırıldansak da dilimize pelesenk oldu
bazıları. elbet ilk sırada korona… giderek tüm dünyaya yayılan bir
salgın. bir virüs…
ne zaman biteceği hiç belli olmayan bir maskeli baloya dönüşen
hayatlarımızı darmadağın ederken, bir çoğumuzu evlerin duvarlarına
hapseden, bazılarımızı ise hastane odalarına. tüm dünyayı tüm insanlığı
esir alarak tabiatın yasları karşısında son model teknolojileri ve tıp
bilimini çaresiz bırakan... nefes almanın, sokağa çıkmış olmanın,
sınırlarda dolaşmanın ve sınırları aşındırmanın bedelini ise çok ağır
ödeten. koskoca bir medeniyeti hastane odalarına sürükleyen… daha önceden
ise sadece filmlerde ve romanlarda görebildiğimiz bir felaketin ta
kendisi… insanın tabiat karşısındaki acımasızlığına meydan okuyan, her
türlü ekolojik yıkımın, insan merkezli bir dünyanın sonucu distopik bir
felaket…
sıklıkla telaffuz ettiğimiz bir sözcük daha: distopya… bir gürültüyle
indi raflardan. yeryüzü şangır şungur... henüz bilinmeyenleri değil,
bildiğimiz halde üzerinde çok durmadığımız, basıp geçtiğimiz ve
kendimizle yüzleşmeyip sürekli belirsiz bir geleceğe ertelediğimiz ve
derin bir konsensusla ve bir muvazaa kültürünün gereği olarak kolektif
bilinçaltımıza ortak hafızamızın kuyularına süpürdüğümüz gerçekleri bu
günden ve başka başka yollardan gözümüze gözümüze sokan distopya. hoş
geldin…
dün, bugün ve yarının diyalektiğine indirilen darbe tabiat karşısındaki
cinayetlerimizi ile yüzümüze yüzümüze vuran…
peki daha başka neydi distopya. birçoğumuzun okumadığı halde adını her
yerlerde sayıkladığı camus’un veba’sı. marquez’in kolera günlerinde
aşk’ından daha başka neydi… huxley'in cesur yeni dünya'sı, zamyatin'in
biz'i, nabakov'un bend sinister'i, koestler'in gün ortasında karanlık'ı,
stanly kubrik'in otomatik portakal'ı, platonov'un çukur'u, george orwel’in 1984’ü,
ray bradbury'nin fahrenheit 451'i, bir karşı ütopya olarak da
görebileceğimiz.... ursula k.leguin’in, j.g. balard’ın romanlarında rastladığımız,
distopyanın başka yollarla dile gelişi değil mi…
evrende öngörülemeyen olayların durumların ve daha çok da facianın ve
felaketlerin habercisinden başka daha çok da insanın elinden çıkma bir
ekolojik felaket, insanın insana uyguladığı ve giderek meşrulaşan,
totalitarizme faşizme, dönüşen iktidarlar da bir distopya değil miydi…
kendini yeryüzünün tek egemeni sayıp gezgeni tüm canlılara dar eden aynı
zamanda insanın insana, insanın tabiata yaptığı kötülüklerin yıkımların
çetelesi distopya...
gezegendeki konformist, steril, yüksek güvenlikli no-frost, kurşun
geçirmez ve akıllı hayatlarınızın başka türlü bir akılla bileşkesi
distopya…. modern hayatlarınızın kadrajına girmeyenler, negatif alanda
kalanlar… kör noktada olup bitenlerin tanıklığı distopya…
tarihte hep kötü bir gelecek tasarımı olarak algılana gelmiş bir kavram.
kötülüklerin ve felaketlerin manzumesi olarak algılanmış… oysa asıl
kötülüklerin kaynağı nerededir unutmayalım. daha ilk sınır çizilmeden,
herkesin bir yaşama alanı iken yeryüzü, kimsenin kimse üzerinde bir
toprak parçası ve bir çakıl taşı yüzünden cinayetler işlemediği, kimsenin
bir başkasının iktidarı sürsün diye kendini feda edip birbirini
öldürmediği, adına savaş denen ve sınırların korunması için işlenen
cinayetlerin yaygınlaşmadığı bir dünya kimin felaketi… kimin için
felaket...
oysa… zamanla… “zamanın her şey ,insanın hiç bir şey -olduğu ve hatta
-insanın olsa olsa zamanın enkazı” olduğu günlere… sonrası hem tabiatın,
hem tabiattaki tüm canlıların ve hatta kendi kendinin enkazı olan ins…
önceleri kendi dışındaki canlılara dar etti yeryüzünü. sonra tabiatla
girdiği savaşta hep kendi konformist, pragmatist emelleri için tabiatın
kaynaklarını sadece kendi türünün devamı için çarçur ederek tüketmeye,
yok etmeye başlayan ve tabiatın görünmez güçleri karşısında nefessiz,
çaresiz kalan yaratık…
ve bir sözcük daha girdi hayatlarımıza pandemi ve pandemik… gezegenin her
yerinde görülmeye başlayan, hızla yayılan ve uzun süren salgın
hastalıkların adı… covit19 olarak da adlandırılan corona virüs de
onlardan biri…
bir de endemik var. bugünlerde onu hiç dile getirmiyoruz. sözlükte
endemik olarak da karşılığı bulunmakta.“bulunduğu bölgenin ekolojik
şartları yüzünden yalnızca belirli bölgede yaşayan/yetişen, dünyanın
başka yerinde yaşama/yetişme ihtimali olmayan, yöreye özgü hayvan/bitki
türüdür. latince endemos kelimesinden gelir ve ‘yerli’ anlamında
kullanılmaktadır”
pandemik olanın esiri olan bir gezegende yaşıyoruz. ve hızla da yayılıyor
bu durum. oysa unuttuğumuz bir şey vardı… oysa tüm bu yaşadıklarımız her
ne kadar iktidarların biyopolitik savaşı olarak açıklansa da, endemik
olanı, tabiata ait olanı unuttuğumuz, ona yaşama alanı tanımadığımızın
bir sonucu değil mi… sırada ne mi var… ne çok tehlike... ne çok risk…
hepimiz tehlikedeyiz diyordu pasolini. oysa, daha önce parantezi açık
bırakmıştı lautréamont: sonsuzluğun öteki saatlerinde de bu böyle sürüp
gidiyordu….
deleuze’un, yaşamıyoruz. yaşamın sadece bir biçimini sürdürüyoruz dediği
şey belki de bu. zamanın enkazı olan yaratıklar olarak bizler için hayat
, zamanda, mutlak bir şimdide nefes alıp verme davranışı mı...ölümden
nasıl korunacağımızın tedirginliği kaygısı ve ince hesapları içinde…
zaman mı... mekan mı… insan mı… önce hangisini unutacak, önce hangisini
yitireceğiz… zamanı öldürüp mekanın önüne atmak ve ateşe vermek mekanı.
elbet bu da bir tercih. zamanın ve mekanın kölesi olmamak için ikisini
birden yakmak… ve o ateşle ısınmak. ve o yangının küllerinden doğan bir
anka ile yeni bir yolculuğa hazırlanmak… tercihlerimizden biri de bu…
katledilmiş zamanlar… ve zamanda bir yolculuk. hepimizin gogol’un
paltosundan çıktığımız bir yalan. çok eski bir yalan. hepimiz google’ın
çöplüğünde eşinip duran tabiat karşısında hükmünü yitirilmiş, aciz,
ölümlü yaratıklarız..
hepimizin google’ın izin verdiği sürece ve birbirine bir mesaj aralığında
yaşadığı, aralığı da sanal patronların belirlediği, google’ın herkese
yeni mesafeler koyduğu, tam mesafeler kapandı kapanacak derken google’ın
aramıza yeni mesafeler koyduğu, mesafeler çukurundan çıkmaya çalışan aciz
yaratıklarız… kimse özgürüm demesin…
“akan zaman değil mesafelerdir” diyen şairimiz ne çok haklı çıktı değil
mi…1966 yılında papirüs dergisinde yayımlanan bir cemal süreya
şiiri... bir maskeli baloda yaşadığımız günleri, çıkmazlarımızı,
kırılmalarımızı, o günlerden yazıyordu.. işte bu yüzdendir ki şiir
iktidarların kutsal kitaplarından, “devlet”inden ve her yerden kovulsa
da, esir alınamıyor hala. çünkü şiir yeryüzünün son umudu …
"yarım ada
akan zaman değil mesafelerdir.
güneşin çekici yukarda
suyun bıçağı aşağıda
krom alçakgönüllü, bakır utangaç,
ağaç: bir damla iki kıvılcım arasında.
rüzgâr bilmiyor nerden eseceğini
sınırlar kesik,
yerleşme yerlerinde balkıma.
biz kırıldık daha da kırılırız
ama katil de bilmiyor öldürdüğünü
hırsız da bilmiyor çaldığını
biz yeni bir hayatın acemileriyiz
bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyor
şiirimiz, aşkımız yeniden,
son kötü günleri yaşıyoruz belki
ilk güzel günleri de yaşarız belki
kekre bir şey var bu havada
geçmişle gelecek arasında
acıyla sevinç arasında
öfkeyle bağış arasında
biz kırıldık daha da kırılırız
doğudan batıya bütün dünyada
ama kardeşin kardeşe vurduğu hançer
iki ciğer arasında bağlantı kurar
büyür, bir gün, zenginleşir orada,
çünkü ali’yi dirilten iksir de saklı
hasan’a sunulmuş ağuda,
granitin de olur bir okyanus diriliği,
nehirler daha uysal akar,
bir çiçek nasıl açılıyorsa kendiliğinden
bir kuş nasıl uçuyorsa
öyle sever, çalışır insan,
kıraçlar çarptıkça dağlara
gül göçürür şafağından
doğanın altın şafağından
insanın altın şafağından
tarihin altın şafağından
biz kırıldık daha da kırılırız
kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza." cemal süreya
henüz sırrı çözülemeyen bir zamanda bir tutsak olarak yaşayan, her
salgında kırılan, kırılgan, aciz, ölümlü yaratıklar…
sınırda bir itirazı. gökyüzünde bir telaşı. başkalarının sınırında
boğulmamayı.. da içeren kendi üstüne kapanan, çengellenen bir soru :
zamanda bir tutsak olarak yaşamak…
zaman henüz ayaktayken onu içimizde
gizli gizli ve yavaş yavaş …
mekanın da tutsağı olmadan yaşamak…
zaman ötesi yolculuklar hep olacak elbet…
bu zamanda böyle nereye…
zaman böyle nereye…
böyle zamanda nereye… “ve kimse bilmiyor nereye”…
“ve kimse bilmiyor nereye”...
ve etik… birçoğumuzun ağızlarında çiğnene çiğnene naylon bir sakızdan
farkı kalmayan… çoğu zaman “bu senin yaptığın etik değil”, “etik olarak
doğru değil”, “etik yasaları”, “piyasa etiği” vb. kullanımlarıyla
olmaması gereken her yerde yanlış kullana kulana içini boşalttığımız etik
değerlerimiz vardı… hani o etik duruşumuz. şiire, şaire yakıştırdığımız
ve fakat ikincisinde çok azını bulabildiğimiz. her yerde çoktandır
telaffuzuna başvurmadığımız etik de aramızdan çekildi değil mi….
ontolojik bir durum ve ontolojik bir eylem olarak dilimizden ekilip
giden… gittiği yerlerde o derin boşluğunu bırakan…
etik yoksunluğu da bir salgındır. veba korona ne ki...
evet, bu bazılarının tercihi olabilir. başka bir yolları da yok ki.
oralardan bir çıkışları da...
etik yoksunluğu da bir salgın değil mi…
artık doğru soru şudur: kapitalizme ve kültür endüstrisine dahil olmadan
bir edebiyat sanat pratiği mümkün mü?... etik ontoloji bir eylem olarak
şiir hala mümkün mü…
başka bir yol, başka bir çıkış… çıkışsızlığın çıkışa, keder ile heder
arasında salınıp durmanın bir hayale bir umuda bir isyana, etik ontolojik
bir eyleme dönüşmesi mümkün…
umudu isyana dönüştürmek elimizde. kapitalizmin mabetlerine mahkum
değiliz hiç birimiz. ömürleri makro iktidarlara meşruiyet sağlamakla
geçen makronun aynasında mikro iktidarlara dönüşen markalardan, steril
yazarlardan sanatçılardan şairlerden kurtulmakta geç kalınmadı mı?
şiiri, edebiyatı resmi, müziği, dansı kültür endüstrisinin bir bileşeni
olmaktan; sanatın edebiyatın öznesini, nesnesini, bu endüstrinin
meşruiyetini sağlayan bir meta olmaktan nasıl kurtarabiliriz..
iktidarların, akademinin kürsüleri dışında, etik ontolojik bir eylem
olarak felsefe neden mümkün olmasın… şiir, neden…
etik, ontolojik eylemden bahsediyorsak, yıkımı, önce neden kendimizden
başlatmıyoruz….
saatlerin mutlak bir şimdiye ayarlandığı mutlak bir şimdi ve mutlak bir
zaman da yok... hiç olmadı… yeryüzünde hiç görülmedi…
zaman mı... dağın dağa taşın taşa suyun suya ağacın ağaca hayatın hayata
karıştığı yerde çıplak hakikatle yüzleşmenin zamanıdır...
insan merkezli dünyanın yıkımı yakındır. tüketimden gelen gücümüzün
farkında olalım yeter.. iktidarların tüm saldırılarına rağmen tabiata söz
geçirmenin mümkün olmadığı daha anlaşılmadı mı …
tüm canlılar arasında kendine ayrıcalıklı bir yer atfedilen insanın
tabiat karşısında bir hiç olduğunu görmüyor musunuz...
evet umut bizde. o umudun kendisiyiz belki de. ve fakat umut yetmez.
umudumuzu hayal gücüne dönüştürmek var, o da elimizde. tahakkümsüz
sömürüsüz avmsiz bir dünya, başka bir dünya mümkün...."veba geceleri"ne
mahkum değiliz. bakın güneş yükseliyor ufuk
t a n !
ufka bakın...
veminör kaotika
‘her yaratıcı edim bir yıkımla başlar’ picasso
‘düz ayak, çivit badanalı bir kent nasıl kurulur abiler’ ece ayhan
zamanın aynasında kırılan
mutlak bir şimdi yoktur…
mutlak bir şimdi yoktur…
geçmişsiz geleceksiz bir şimdi..
var mıdır…
her şiir zamana fırlatılan bir ok
zamanda bir yolculuktur.
zaman da bir yolculuk…
hiç bir şey mutlak değildir
zamana karşı yolculuğunda edebiyatın şiirin sanatın
yeni formlarını bulmak…
sessizliğin de bir direniş olduğunu nasıl bulmuşsak…
şiiri .sanatı.edebiyatı. kültür sanat endüstrisinin vitrinlerine
mahkum etmemenin bir yolunu da…
yüksek sesle konuşmayan, bağırıp çağırmayan,
kuşları ve atları ürkütmeyen
yarasaların olmadığı saatlerde…
kelebeklerin. sakin serin dilini kelebeklerin
kanat çırpmasındaki hızda. kasırgada. kaosta
yatay geçişli bir hayatı…
suyun suya taşın taşa ağacın ağaca
toprağın bedenindeki bedenlerimizin
özgürce birbirine geçişliliğini… neden…
insan merkezli bir dünyada
şiiri, edebiyatı, sanatı
yepyeni formlarla buluşturmanın…
taze kanın damarda dolaşması gibi
aciliyeti. şimdi daha da elzem…
kaos ile kosmos arasında salınıp duran hayatlarımızı
daha bir devingen, daha bir gürül
gürül gürül bir neşeyle buluşturmanın
yollarını…
şiiri, sanatı, edebiyatı geldiği yere,
asıl ait olduğu yere tabiata…
sokaklarına tabiatın. kollarına çırılçıplak bırakarak
nefes almasının yollarını…
şimdi ve burada. mutlak bir şimdi gibi gözüken
donuk zamanlarda. katatonik anlarda
donmuş gibi
mutlak gibi
hiç bitmeyecekmiş gibi
gözüken
buzul çağında
bir akışkanlık
buzullara rağmen
bir deprem…
mutlak bir dünya mutlak bir hayat var mı.
görülmüş mü… bir çağın açılıp kapanmadığı hiç.
hangi filmin sonu yok… görülmüş mü…
hangi roman, hangi şiir sessizliğe bırakmıyor ki kendini …
durun. tabiatın bakir güçleri karşısında eğilin.
hayatın ve hakikatin oradan oralardan
başlayacağını… hayal…
kuşların yolunu kesen uçaklara
o uçakların havalandığı alanlara
girilmeyecek bir dünya mümkün…
nükleer başlıksız. füzesiz. gökyüzünde. çeliksiz. pervanesiz.
yolu roboski’ den geçmeyen ihasız… insansız…
gökyüzünde. otuzdörtkuşun birden havalandığı…
dronsuz ve dramsız bir dünya mümkün…
kimsenin açlıktan ölmediği. sınırlardan
sınırlara geçer iken vurulmadığı,
vurulup vurgun yemediği, tabiatın karasularında
boğulup ölmediği… kadınların ve çocukların öldürülmediği…
devletlerin kötülüğüne karşı ayakta kalabilmek
ve bir son nefes alabilmek …
için intihar paktlarının kurulmadığı…
nefret cinayetine kurban gitmediği kimsenin…
savaşsız. sömürüsüz. mezbahasız… sınırsız…
kula kulluk etmenin masallarda kaldığı…
her emrin emri verenlerin yüzünde bir tokat olarak şakladığı…
kulların, kurulların, hiyerarşinin olmadığı…
kimsenin kimseye tahakküm kurmadığı…
kulvar dışından bir dünyayı hayal …
ani ataklarla kulvar dışından…
minör hayatlarımızla minör bir dünya…
majörlere rağmen minör bir şiir
minör sanat edebiyat…
ve majör politikalara rağmen minör bir poetika …
caddelerin değil de patikaların hakikatini…
yolların. arka sokakların ve arka sokaklarında şehrin
paramparça hayallerin…
paramparça hayatlarını…
verevine balkonsuz “düz ayak, çivit badanalı” evlerin…
yatay geçişli evlerin …
kuzeyinde bir pencere
açık denizlere açılan toz bulutu hayallerin
hayali olmayacaksa şiir…
ne yarar…
ve sanat ve edebiyat ve müzik ve sinema…
ar…
şimdi ve buradan bir itirazla
şimdinin ve buraların diliyle normalianın planyanın tezgahından geçmeyen
köşeleri olmayan bir algının
da olabileceğinin hayalinde…
buluşabilmek …
yüz yüze yatay bir dokunuşun
hakikatinde …
ve artık soru bile değildir :
bu veba bu kolera bu korona daha ne kadar sürecek...
hem daha yazılmadan “veba gecesi” romanları…
sürsün sürebildiği kadar elbet…
nefesimiz yettiğince
heyecanlarımızı yitirmeden
birbirimize dokunabileceğimiz
kemiklerimiz kırılırcasına sımsıkı sarılıp
kucaklaşacağımız günlerin hayali…
hayalleri hiç bitmeyen o hayalet evlerin…
pencerelerinden hayali patikalara açılacağını kapıların
parklar mezarlıklar dışında
tüm avmlerin yıkıldığının hayaline…
üretimden gelen gücümüzü istismar eden
gezegenimizi tüm canlılar için bir temerküz kampına çeviren
kapitalizme karşı tüketimden gelen gücümüzü… elbet….
kendimiz üretip kendimiz tüketmenin yollarını...
ve arada bir neşeyle kendimizi tüketmenin…
ev rakısı. ev ekmeği. ev şarabı ve ev sineması…
ve pencereden sarkan neşeli bir müzikle
ve şairinden terk kapı önü şiirleri…
sessizliği bozabilmeli
ve fakat sessizliğin de bir gücü
olduğunu unutmadan…
diyojen ile bir olup
sokrates ile bir diyalog…
spinoza’nın neşesi
nietzsche’nin direnme gücünü
ellerimizden bırakmadan
rimbaud ile bir uzun yürüyüş…
unutmadan...
bir portakal ağacının altında
lorca ile buluşabilmeli…
şakayla karışık bir hayat mümkün
ironiyle barışık hayatlar da…
jestini restini yitirmeyenlerin
bir arada oluşlarıyla
başka bir dünya mümkün…
tek seslilikten çıkışın yolundan
atonal bir bakışla .
kaotik armoniler…