ÖYKÜ

Barış Elçin  







UYANIŞ

- İLK KAVGA -


Bir savaşın içine uyandım. Arkamda sonsuz toprak parçası, önümde ağır bir barut kokusu... Sonsuzluk korkuttu, savaşın kokusuna koştum. Uzun saatler sadece koştum. Ne yorulmak ne acıkmak, sadece koştum. Koşmanın farkına varmak ağır geldi. Düşünürsem ilerleyemezdim. Bütün bu karmaşanın bir anlamı olmalıydı. Merak, kazanmanın yada sadece kazananın yanında olmanın ümidi... Bu iki his insanı kolayca ölüme götürebilir. Çok zaman sonra bir grup askerin yanındaydım. Savaştan kaçmış birkaç korkak... Sordum:

— Yaralarınız nerede?

— Yaralanmadık.

Devam edebilirlerdi. Toprağa sinmiş barut ve kan kokusu benim kokum olduğunda, ümit ve merak dışında şeyler hissetmeye başladım. İlkin sordum kendime, ‘‘Kesik kollar, bacaklar, kafalar nerede?’’ Savaşın arkasında bir şey bırakamayacağını söyledim. Kendimi kandırmayı öğrenmiştim.

Ben ölümsüz bir askerdim. Yapılacak sonsuz şey, alınacak çok kelle vardı. Her şey yepyeniydi benim için. Canlıydım. Bir komutanın gücü ve umursamazlığı, bir erin mükemmel aptallığı ellerimdeydi. Çok şey yapılırdı bunlarla. Ölünebilirdi mesela. Tertemiz, kan ve toprağa bulanmış, kahramanca bir ölüm... Henüz bir rütbem bile yokken ölümü düşünmek erken geldi. Koşmaya devam ettim. Ordumu, kutsal ordumuzu ve komutanımı bulmalıydım. ‘’Sabırsızlık’’; ümidin kardeşi, insanın ilerledikçe doğurduğu iki piç.

Bir tek asker görmeden saatlerce koştum. Hava kararmış, soğumuştu. Uyumam gerekiyordu. Cephedeki milyonlarca askerin yaptığı gibi uyumak... Hiç savaşmamış gibi, hiç ölmeyecekmiş gibi uyumak... Herkesin yaptığı gibi... Uyumanın zor iş olduğunu ilk gün anladım. Fikrimden kaçırdığım her şey başıma üşüştü. Gece her şeyi anlamsızlaştırdı. Ölmeyi, öldürmeyi ve yaşamayı... Zor da olsa bütün bu aptallıkları zihnimden attım. General olduğumu düşlemeye başladım. Bütün o kutsal madalyalar ve alınmış binlerce yaranın sonucu olan o imkansız... ‘Hayal’; gerçeğin çirkin düşmanı, ümidin kaypak arkadaşı...

Sabah oldu. Çoktan dünkü bene yabancılaşmıştım. İlerlemem gerekiyordu. Savaş bensiz bitemezdi. Bu fikre delice inanmıştım. Koştum. Uzun zaman sonra bir grup asker gördüm. Sordum:

— Savaşa katılmam lazım. Doğru tarafa mı koşuyorum?

‘Her yanın savaş, yanlış tarafa koşamazsın’ dediler. ‘Savaş nasıl ilerliyor?’ dedim. ‘Kazanıyoruz’ dediler. ‘Mutluluk’; sabırsızlığın doğurduğu afacan, küstah yalancı.

Silah. Bana silah lazımdı. ‘Paaat' diye patlayanından... Aniden, düşünmeden öldüreninden. ‘Silahlar düşünmezler zaten.’ dedim kendime. Şimdilik rütbemi takacak bir komutana, düşünmeden öldüren bir silaha ihtiyacım vardı. Ben bu savaşın bir parçası değildim; henüz değildim. Bu kadar çok şeye ihtiyaç duymam saçma geldi. Bu fikirleri kafamdan uzaklaştıramıyordum. Hayaller işimi görmüyordu. Sadece koşmak, henüz öldüremediğim düşmana karşı duyduğum nefretle koşmak... Beni o an görseydiniz -ki kimse görmez savaşa koşan askerleri- bir ata benzetebilirdiniz. Nefret besliyordu beni. Yorulmak bilmeden koşuyordum.

Saatlerce süren amaçsızlıktan sonra bir kadın gördüm. Karşımdaki sonsuz toprak parçasından arkamdaki sonsuzluğa gidiyordu. Bembeyaz giyinmiş. Savaşta kadınlar hep beyaz giyerdi; annemden öğrenmiştim. Belki de kadınlar hep beyaz giyerdi de biz hep savaşırdık. Bilmem. Savaşın içinden gelen bir kadına ne söylenebilirdi, savaşı görmemiş bir at olarak. Sadece bir selam gerekliydi belki de; bir komutanın cesaretiyle verilmiş bir selam. Komutan değildim, komik olurdu. ‘Kadınlar Tanrı gibidir’ derdi annem. ‘Çünkü bir erkek sadece onlar varken günah işlemekten sakınır.’ Gülümsedi beyaz Tanrı. Bu işleri kolaylaştırmadı. Yüzümdeki aptal sırıtış ve tanrıya verilmemiş hesaplarla yanımdan geçti gitti. ‘Arzu’; hiç doğ- mamış ve doğurulmamış kancık.

Akşam oldu. Uyumaktan korkuyordum. Aslında beni korkutan uyumaya çalışmaktı. Artık öğrenmiştim; her sabah gerçek bir erkek ve asker olarak uyanacak, her gece bir korkak olarak uyumaya çalışacaktım. Neden bir kahraman gibi sadece yarın öldüreceğim askerleri düşünerek uykuya dalamıyordum? Her şeyin üzerindeki örtüyü kaldırma hevesim nereden geldi? Neden uyandığımdaki aptal cesaretim, gece her şeyi kucağına aldığında benden kaçıveriyordu? Neden aklımdaki her gerçek düşünce beni bir korkağa çeviriyordu? Kendimi sabahın aydınlığında kaskatı ve parçalanmaz bir varlık gibi hissederken, neden gece bir korkağın kanına dönüşüyordum? Her gün törpüleniyordum bir parçası dahi olamadığım savaş tarafından. İşte gece bunları söyletiyordu bana. Keşke geceleri de bir at olsaydım ve bir aptal. Uykuya daldım, yarın yeniden varolmak üzere. ‘Korkaklık’ ve ‘Cesaret’; kancığın doğurduğu ikizler... Birbirlerini hep çok sevdiler.

Yine bir kahraman gibi uyandım. Artık savaşa yaklaştığımı hissediyordum. Kokusu burnumdaydı. Bir süre koştuktan sonra kendimi bir tepenin tepesinde buldum. Akıl almaz bir görüntü vardı karşımda. Milyonlarca erkek sadece ölmek için birbirlerini koşuyordu. Bu görüntüyü saatlerce bıkmadan izleyebilirdim. O askerlere yukardan bakarken kendimi bir general gibi hissetmemem imkansızdı. Hem bu kusursuz kıyımı ağız tadıyla izliyordum, hem de hiçbir şey yapmadan öylece galip gelebiliyordum. Hemen sonra aklım başıma geldi. Komutanımı bulmalıydım. Daha önce bahsettiğim gibi rütbeye ve silaha ihtiyacım vardı. Ancak o zaman mükemmel olacaktım. Savaşın içine koştum.

Tepenin tepesinden yüzüne güldüğüm manzaranın içindeydim. Yukardan bakarken arzuladığım her detay şimdi midemi bulandırıyordu. Savaş gerçekti ve nihayetinde içindeydim. Buydu işte gerçek olan ve mide bulandıran. Milyonlarcasının bir anda, düşünmeden öldüğü kocaman panayır... Kafası, kolu kopmuş kanlar içindeki askerlerin yanından umursamazca geçen beyaz tanrılar ve bütün diğerlerini; piçleri, kardeşleri, ikizleri, hepsini peşlerinden sürüklüyorlardı. Sanki bütün bu tantana onlar içindi ama kendilerini unutturmuşlardı. Bu panayır için diktirdikleri beyaz giysileri kanla bezenmişti ama umursamıyorlardı. Komutanımı bulana ka- dar kimse beni öldürmeye çalışmadı. Söyledim size; ‘Savaşa koşan amaçsız atları kimse görmez, göremez.’ ‘Ölüm’; tatlı, sıcacık ölüm. Varoluşun şefkatli annesi...

Karanlık, tepelerden milyonlarca askerin üzerine çökerken nihayetinde komutanımı buldum. Küçük, ahşap bir masanın üzerindeki kağıt parçalarına diğer yüksek rütbelilerle birlikte dikkat kesilmiş, hararetli bir konuşmanın içindeydi. Bekleyemezdim. Konuşmanın bitmesini bekleyemezdim. Öylece daldım konuşmanın ortasına:

— Komutanım ben yeniyim. Acilen bir rütbeye ve silaha ihtiyacım var.

Bir anda bir sessizlik oldu. Rütbeliler bana dikti gözlerini. ‘Tamam’ dedim. ‘Öldürecekler beni burada. Affedilemez bir şey yaptım.’ Komutanım yanındakilere ayrılmalarını söyledi. Yanıma geldi. Elini omzuma attı. Beklenmeyeni söyledi.

— Neredesin? Sanki sonsuz zamandır seni bekliyorduk. Acilen konuşmamız lazım.

Yerime çivilendim. Benim bu savaş için bir tanımım yoktu; bunu biliyordum. Ama ben anlamsızdım. Bu kadarı fazlaydı. ‘Şu işe bak.’ dedim kendime. Belki de bir generaldim. Yeri doldurulamayan bir eylem adamı... Bu bendim işte. İçimde beslediğim ümit çoktan karnını doyurmuştu. Komutan ya da benim askerim her neyse işte, devam etti.

— Sensiz orduyu ilerletemiyoruz. Aynı cephede kısılıp kaldık. Askerlerim ölüyorlar.

Bir anda ağzımdan döküldü ‘önemli’ kelimeler.

— Halledeceğiz, her şeyi halledeceğiz. Yeter ki inanalım.

Buradan dönüşüm yoktu. ‘Sorumluluk’; yavşak sihirbaz, cesaretin mutlak arkadaşı, kurnaz yancısı...

Sabah oldu. Savaş, gece ve gündüz hiç durmadan devam ediyordu. Ordumuz -benim ordum- bir metre bile ilerleyemiyordu. Saniyeler içerisinde yüzlercemiz ölüyor, yüzlerce öldürüyorduk. Binlerce yeni asker bir anda orduya katılıyordu. Hiç bitmeyecek bir savaş gibiydi. Ama savaşlar biterdi. Ben bu ordunun nesiydim; hala bilmiyordum ama artık umursamıyordum. Birkaç cümle önemli olmama yetmişti. Şimdi kararlar vermem ve askerlerimin ölümünü izlemem gerekiyordu. Birkaç dakika düşündükten sonra kararımı vermiştim. Sonuçta savaş bir oyundu benim için. Ben ölmüyordum.

Ordumuz sonsuz bir çizgi halinde düzensiz bir şekilde saldırıya geçiyordu. Örneğin; cephenin batı kanadındaki doksan sekizinci birlik saldırı yaparken doğudaki üç birlik geride kalıp hattı savunmaya çalışıyordu. Planım şuydu; bütün ordu tek parça bir savunma hattı oluşturup bir saat bu hattı savunduktan sonra, hep beraber saldıracaklardı. Kusursuz bir plandı. Kusurlu olmasına imkan yoktu. Kazanacaktık. Bir ordu böyle mükemmel bir planla nasıl kaybedebilirdi. Savaşın, bütün bu kanın, toprağın, parçalanmış organların bana hissettirdiği şey buydu. Bu savaşın kaderini ben değiştirecektim. Beyaz tanrıların gurur kaynağı olacaktım ve tabi bü- tün diğerleri de kölem olacaktı. Muhtemelen savaş benden sonra da devam edecekti ama devam ettiği müddetçe benden bahsedeceklerdi; ‘Milyonlarcasını gözünü kırpmadan öldüren, bitmeyen savaşın son kahramanı, annesinin biricik akıllı oğlu, tanrıların gözünü alamadığı parlaklık, ölümden zevk alan cesur deli...’ Bütün bunlar birer hayal miydi yoksa planımın bir parçası mı? Bilemiyorum. Emri verdim.

Bir saat süren yekpare savunmanın sonunda tek bir hareketimle milyonlarca asker saldırıya geçti ve dakikalar içerisinde onbinlercesi öldü. Bir saatlik saldırının ardından kan göllerinin içinde boğulan askerlerimi izlemeye başladım. Çoktan kilometrelerce toprağı ve ordumuzun yarıya yakınını kaybetmiştik. Bütün bu vahşet yaşanırken kimse yanıma gelmedi. Tek bir asker savaşın seyrini sormadı. Bu mide bulandırıcı güzelliği yalnız başıma izlemek zorundaydım.

Akşam yüzünü gösterirken şu an rütbesini hatırlayamadığım bir asker çadırıma geldi. ‘Sen de kimsin?’ dedi. ‘Kimim ben?’ dedim. ‘Kimsin sen?’ dedi. ‘Bilmiyorum.’ dedim. Bütün bu rezilliğin sorumluluğunu yüzüme vurmaya dahi tenezzül etmeden elindeki iki parça rütbeyi kollarıma yapıştırıp gitti.
 

dizin    üst    geri    ileri    

 



 14 

 süje