Bir savaşın içine uyandım. Arkamda sonsuz toprak parçası, önümde ağır
bir barut kokusu... Sonsuzluk korkuttu, savaşın kokusuna koştum. Uzun
saatler sadece koştum. Ne yorulmak ne acıkmak, sadece koştum. Koşmanın
farkına varmak ağır geldi. Düşünürsem ilerleyemezdim. Bütün bu
karmaşanın bir anlamı olmalıydı. Merak, kazanmanın yada sadece kazananın
yanında olmanın ümidi... Bu iki his insanı kolayca ölüme götürebilir. Çok
zaman sonra bir grup askerin yanındaydım. Savaştan kaçmış birkaç
korkak... Sordum:
— Yaralarınız nerede?
— Yaralanmadık.
Devam edebilirlerdi. Toprağa sinmiş barut ve kan kokusu benim kokum
olduğunda, ümit ve merak dışında şeyler hissetmeye başladım. İlkin
sordum kendime, ‘‘Kesik kollar, bacaklar, kafalar nerede?’’ Savaşın
arkasında bir şey bırakamayacağını söyledim. Kendimi kandırmayı
öğrenmiştim.
Ben ölümsüz bir askerdim. Yapılacak sonsuz şey, alınacak çok kelle
vardı. Her şey yepyeniydi benim için. Canlıydım. Bir komutanın gücü ve
umursamazlığı, bir erin mükemmel aptallığı ellerimdeydi. Çok şey
yapılırdı bunlarla. Ölünebilirdi mesela. Tertemiz, kan ve toprağa
bulanmış, kahramanca bir ölüm... Henüz bir rütbem bile yokken ölümü
düşünmek erken geldi. Koşmaya devam ettim. Ordumu, kutsal ordumuzu ve
komutanımı bulmalıydım. ‘’Sabırsızlık’’; ümidin kardeşi, insanın
ilerledikçe doğurduğu iki piç.
Bir tek asker görmeden saatlerce koştum. Hava kararmış, soğumuştu.
Uyumam gerekiyordu. Cephedeki milyonlarca askerin yaptığı gibi uyumak...
Hiç savaşmamış gibi, hiç ölmeyecekmiş gibi uyumak... Herkesin yaptığı
gibi... Uyumanın zor iş olduğunu ilk gün anladım. Fikrimden kaçırdığım
her şey başıma üşüştü. Gece her şeyi anlamsızlaştırdı. Ölmeyi,
öldürmeyi ve yaşamayı... Zor da olsa bütün bu aptallıkları zihnimden
attım. General olduğumu düşlemeye başladım. Bütün o kutsal madalyalar
ve alınmış binlerce yaranın sonucu olan o imkansız... ‘Hayal’; gerçeğin
çirkin düşmanı, ümidin kaypak arkadaşı...
Sabah oldu. Çoktan dünkü bene yabancılaşmıştım. İlerlemem gerekiyordu.
Savaş bensiz bitemezdi. Bu fikre delice inanmıştım. Koştum. Uzun zaman
sonra bir grup asker gördüm. Sordum:
Silah. Bana silah lazımdı. ‘Paaat' diye patlayanından... Aniden,
düşünmeden öldüreninden. ‘Silahlar düşünmezler zaten.’ dedim kendime.
Şimdilik rütbemi takacak bir komutana, düşünmeden öldüren bir silaha
ihtiyacım vardı. Ben bu savaşın bir parçası değildim; henüz değildim.
Bu kadar çok şeye ihtiyaç duymam saçma geldi. Bu fikirleri kafamdan
uzaklaştıramıyordum. Hayaller işimi görmüyordu. Sadece koşmak, henüz
öldüremediğim düşmana karşı duyduğum nefretle koşmak... Beni o an
görseydiniz -ki kimse görmez savaşa koşan askerleri- bir ata
benzetebilirdiniz. Nefret besliyordu beni. Yorulmak bilmeden koşuyordum.
Saatlerce süren amaçsızlıktan sonra bir kadın gördüm. Karşımdaki sonsuz
toprak parçasından arkamdaki sonsuzluğa gidiyordu. Bembeyaz giyinmiş.
Savaşta kadınlar hep beyaz giyerdi; annemden öğrenmiştim. Belki de
kadınlar hep beyaz giyerdi de biz hep savaşırdık. Bilmem. Savaşın
içinden gelen bir kadına ne söylenebilirdi, savaşı görmemiş bir at
olarak. Sadece bir selam gerekliydi belki de; bir komutanın cesaretiyle
verilmiş bir selam. Komutan değildim, komik olurdu. ‘Kadınlar
Tanrı
gibidir’ derdi annem. ‘Çünkü bir erkek sadece onlar varken günah işlemekten sakınır.’ Gülümsedi beyaz
Tanrı. Bu işleri kolaylaştırmadı.
Yüzümdeki aptal sırıtış ve tanrıya verilmemiş hesaplarla yanımdan geçti
gitti. ‘Arzu’; hiç doğ- mamış ve doğurulmamış kancık.
Akşam oldu. Uyumaktan korkuyordum. Aslında beni korkutan uyumaya
çalışmaktı. Artık öğrenmiştim; her sabah gerçek bir erkek ve asker
olarak uyanacak, her gece bir korkak olarak uyumaya çalışacaktım. Neden
bir kahraman gibi sadece yarın öldüreceğim askerleri düşünerek uykuya
dalamıyordum? Her şeyin üzerindeki örtüyü kaldırma hevesim nereden
geldi? Neden uyandığımdaki aptal cesaretim, gece her şeyi kucağına
aldığında benden kaçıveriyordu? Neden aklımdaki her gerçek düşünce beni
bir korkağa çeviriyordu? Kendimi sabahın aydınlığında kaskatı ve
parçalanmaz bir varlık gibi hissederken, neden gece bir korkağın kanına
dönüşüyordum? Her gün törpüleniyordum bir parçası dahi olamadığım
savaş tarafından. İşte gece bunları söyletiyordu bana. Keşke geceleri
de bir at olsaydım ve bir aptal. Uykuya daldım, yarın yeniden varolmak
üzere. ‘Korkaklık’ ve ‘Cesaret’; kancığın doğurduğu ikizler...
Birbirlerini hep çok sevdiler.
Yine bir kahraman gibi uyandım. Artık savaşa yaklaştığımı
hissediyordum. Kokusu burnumdaydı. Bir süre koştuktan sonra kendimi bir
tepenin tepesinde buldum. Akıl almaz bir görüntü vardı karşımda.
Milyonlarca erkek sadece ölmek için birbirlerini koşuyordu. Bu görüntüyü
saatlerce bıkmadan izleyebilirdim. O askerlere yukardan bakarken kendimi
bir general gibi hissetmemem imkansızdı. Hem bu kusursuz kıyımı ağız
tadıyla izliyordum, hem de hiçbir şey yapmadan öylece galip
gelebiliyordum. Hemen sonra aklım başıma geldi. Komutanımı bulmalıydım.
Daha önce bahsettiğim gibi rütbeye ve silaha ihtiyacım vardı. Ancak o
zaman mükemmel olacaktım. Savaşın içine koştum.
Tepenin tepesinden yüzüne güldüğüm manzaranın içindeydim. Yukardan
bakarken arzuladığım her detay şimdi midemi bulandırıyordu. Savaş
gerçekti ve nihayetinde içindeydim. Buydu işte gerçek olan ve mide
bulandıran. Milyonlarcasının bir anda, düşünmeden öldüğü kocaman
panayır... Kafası, kolu kopmuş kanlar içindeki askerlerin yanından
umursamazca geçen beyaz tanrılar ve bütün diğerlerini; piçleri,
kardeşleri, ikizleri, hepsini peşlerinden sürüklüyorlardı. Sanki bütün
bu tantana onlar içindi ama kendilerini unutturmuşlardı. Bu panayır için
diktirdikleri beyaz giysileri kanla bezenmişti ama umursamıyorlardı.
Komutanımı bulana ka- dar kimse beni öldürmeye çalışmadı. Söyledim size;
‘Savaşa koşan amaçsız atları kimse görmez, göremez.’ ‘Ölüm’; tatlı,
sıcacık ölüm. Varoluşun şefkatli annesi...
Karanlık, tepelerden milyonlarca askerin üzerine çökerken nihayetinde
komutanımı buldum. Küçük, ahşap bir masanın üzerindeki kağıt
parçalarına diğer yüksek rütbelilerle birlikte dikkat kesilmiş,
hararetli bir konuşmanın içindeydi. Bekleyemezdim. Konuşmanın bitmesini
bekleyemezdim. Öylece daldım konuşmanın ortasına:
— Komutanım ben yeniyim. Acilen bir rütbeye ve silaha ihtiyacım var.
Bir anda bir sessizlik oldu. Rütbeliler bana dikti gözlerini. ‘Tamam’
dedim. ‘Öldürecekler beni burada. Affedilemez bir şey yaptım.’ Komutanım
yanındakilere ayrılmalarını söyledi. Yanıma geldi. Elini omzuma attı.
Beklenmeyeni söyledi.
— Neredesin? Sanki sonsuz zamandır seni bekliyorduk. Acilen konuşmamız
lazım.
Yerime çivilendim. Benim bu savaş için bir tanımım yoktu; bunu
biliyordum. Ama ben anlamsızdım. Bu kadarı fazlaydı. ‘Şu işe bak.’
dedim kendime. Belki de bir generaldim. Yeri doldurulamayan bir eylem
adamı... Bu bendim işte. İçimde beslediğim ümit çoktan karnını
doyurmuştu. Komutan ya da benim askerim her neyse işte, devam etti.
— Sensiz orduyu ilerletemiyoruz. Aynı cephede kısılıp kaldık. Askerlerim
ölüyorlar.
Bir anda ağzımdan döküldü ‘önemli’ kelimeler.
— Halledeceğiz, her şeyi halledeceğiz. Yeter ki inanalım.
Sabah oldu. Savaş, gece ve gündüz hiç durmadan devam ediyordu. Ordumuz
-benim ordum- bir metre bile ilerleyemiyordu. Saniyeler içerisinde
yüzlercemiz ölüyor, yüzlerce öldürüyorduk. Binlerce yeni asker bir anda
orduya katılıyordu. Hiç bitmeyecek bir savaş gibiydi. Ama savaşlar
biterdi. Ben bu ordunun nesiydim; hala bilmiyordum ama artık
umursamıyordum. Birkaç cümle önemli olmama yetmişti. Şimdi kararlar
vermem ve askerlerimin ölümünü izlemem gerekiyordu. Birkaç dakika
düşündükten sonra kararımı vermiştim. Sonuçta savaş bir oyundu benim
için. Ben ölmüyordum.
Ordumuz sonsuz bir çizgi halinde düzensiz bir şekilde saldırıya
geçiyordu. Örneğin; cephenin batı kanadındaki doksan sekizinci birlik
saldırı yaparken doğudaki üç birlik geride kalıp hattı savunmaya
çalışıyordu. Planım şuydu; bütün ordu tek parça bir savunma hattı
oluşturup bir saat bu hattı savunduktan sonra, hep beraber
saldıracaklardı. Kusursuz bir plandı. Kusurlu olmasına imkan yoktu.
Kazanacaktık. Bir ordu böyle mükemmel bir planla nasıl kaybedebilirdi.
Savaşın, bütün bu kanın, toprağın, parçalanmış organların bana
hissettirdiği şey buydu. Bu savaşın kaderini ben değiştirecektim.
Beyaz tanrıların gurur kaynağı olacaktım ve tabi bü- tün diğerleri de
kölem olacaktı. Muhtemelen savaş benden sonra da devam edecekti ama
devam ettiği müddetçe benden bahsedeceklerdi; ‘Milyonlarcasını gözünü
kırpmadan öldüren, bitmeyen savaşın son kahramanı, annesinin biricik
akıllı oğlu, tanrıların gözünü alamadığı parlaklık, ölümden zevk alan
cesur deli...’ Bütün bunlar birer hayal miydi yoksa planımın bir parçası
mı? Bilemiyorum. Emri verdim.
Bir saat süren yekpare savunmanın sonunda tek bir hareketimle milyonlarca
asker saldırıya geçti ve dakikalar içerisinde onbinlercesi öldü. Bir
saatlik saldırının ardından kan göllerinin içinde boğulan askerlerimi
izlemeye başladım. Çoktan kilometrelerce toprağı ve ordumuzun yarıya
yakınını kaybetmiştik. Bütün bu vahşet yaşanırken kimse yanıma
gelmedi. Tek bir asker savaşın seyrini sormadı. Bu mide bulandırıcı
güzelliği yalnız başıma izlemek zorundaydım.
Akşam yüzünü gösterirken şu an rütbesini hatırlayamadığım bir asker
çadırıma geldi. ‘Sen de kimsin?’ dedi. ‘Kimim ben?’ dedim. ‘Kimsin sen?’
dedi. ‘Bilmiyorum.’ dedim. Bütün bu rezilliğin sorumluluğunu yüzüme
vurmaya dahi tenezzül etmeden elindeki iki parça rütbeyi kollarıma
yapıştırıp gitti.