Tepemdeki kızgın güneş, bilincimi ele geçirmek üzere. Etrafımda olup
biteni algılamakta zorlanıyorum. Annemle babam, ayçiçeği ve
köpeklerle dolu küçük bir tarladalar. Aslında, etrafı yarı adam boyu
duvarla çevrilmiş bir yer bu. Tarladan çok mezarlığı andırıyor.
Sıcak hava, tıpkı bir virüs gibi, bedenimin her zerresine yayılıyor.
Yakıp kavuruyor, soluksuz bırakıyor. Kardeşlerim de en az benim kadar
bitkin görünüyorlar. Şaşkınlık içerisinde duvarın etrafına
toplanıyor, ne olup bittiğini öğrenmeye çalışıyoruz.
On sekiz yaşındayım. Ama kendimi çok daha yaşlı hissediyorum. Çünkü
hayat bana hiçbir konuda adil davranmıyor. Her şeyden çok istememe
rağmen kasabadaki liseye gidemiyorum mesela.
Dedem, “Dizini kırıp evinde otur!” diyor, “Kız çocuğusun, ev
işlerinde annene yardımcı ol!”
O böyle söyleyince, ev gözümde yarı açık bir hapishaneye dönüşüyor.
Kızların neden dizlerini kırıp evlerinde oturmaları gerektiğini aklım
almıyor.
Bizim köyde kız olarak dünyaya gelmek, doğuştan kusurlu olmak gibi.
Daha geçen gün, yan komşumuz Hasibe Abla, loğusa loğusa bir araba
sopa yedi bu yüzden. Suçu, kocasına erkek çocuk veremeyip üçüncü kez
kız doğurmak...
Annem sabahtan akşama kadar tarlada çalıştığı için bütün yük
üzerimde. Dört erkek çocuğa tam gün annelik yapmak kolay mı? Her
birini giydir, kuşat, karınlarını doyur, arkalarını topla… Bütün
zamanım böyle geçiyor. Annemin kıymetini daha iyi anlıyorum böylece.
Eve erken döndüğü günler, hayatıma farklı bir renk geliyor. Onu
yanımda görmek bile rahatlatıyor beni. Uzun uzun sohbetler ediyoruz.
“Bir kızın annesiyle geçirdiği anlar, en özel anlarıdır” diyor annem.
O bunu hiç yaşayamamış. Ben böyle anları babamla da yaşamak
istiyorum. Babam konuşmuyor.
Dört duvar arasına sıkışıp kaldım. Günlerim çoğu kez birbirini tekrar
ediyor. Okulların açılacağı zamanı iple çekiyorum. Ancak kardeşlerim
okuldayken, işi gücü bitirip kafamı dinleyebiliyorum. En büyük
zevkim, köy öğretmeninden ödünç aldığım kitapları okumak. Okurken hem
eğleniyor, hem de bilmediklerimi öğreniyorum. Köyün ötesindeki
dünyayı tanımaya çalışıyorum.
Bu dünyanın bana ne denli uzak olduğunu biliyorum. Belki de ömrümün
sonuna dek, köyden çıkma imkânım olmayacak. Ama en azından yaşam
şartlarımız iyileşsin istiyorum. Belki bugün, diyerek uyanıyorum her
sabah... Köye yeniden bolluk, bereket gelir. Büyüklerin dediği gibi
bir verir, bin alırız. Yarın ne yeriz kaygısıyla hesaplar yapmaz
annem. Daha da önemlisi, onu yine yıllar önceki gibi gülerken
görebilirim.
Yalnız annemin değil, köyde hiç kimsenin yüzü gülmüyor. Üstümüze ölü
toprağı serpilmiş gibi. Bunun ayçiçekleriyle bağlantılı olduğunu
biliyorum. İnsanlar programlanmış makinelere benziyorlar. Çünkü
herkes geleceğe dair umutlarını yitirmiş durumda. Bunca çaba, bunca
yorgunluk sadece bugünü kurtarmak adına… Yine de olmuyor. Hayat bize
karşı son kozunu oynuyor. Gerisi koskoca bir karanlık…
“Tarlada sıcaklık kırk üç dereceye ulaştı” diyor annem. Babam
konuşmuyor.
Köyümü çok seviyorum. Bütün sokaklar birbirine paraleldir ve hepsi
yola bakar. Tıpkı yüzünü güneşe dönmüş ayçiçekleri gibi... Pencereden
başını uzatınca, yolu rahatlıkla görebilirsin.
İşlerimi bitirdikten sonra, pencereyi açıp uzun uzun yolu
seyrediyorum. Ulaşamadığım, uzak diyarlarla ilgili hayaller
kuruyorum.
Yolun bir tarafı, boylu boyunca ayçiçeği tarlasıdır. Hepimiz gücümüzü
ayçiçeklerinden alırız. Onlar incecik gövdeleriyle toprağa ne kadar
sıkı tutunursa, kendimizi o kadar güvende hissederiz.
Köyümüzün tarihi çok eski değil. Dedelerim çocukken kurulmuş. İlk
zamanlar toprak verimli, halk zenginmiş. Aileler genişleyip nüfus
kalabalıklaştıkça köy fakirleşmiş. Tarlalar bölüne bölüne avuç içi
kadar kalmış.
Ama asıl sorun, o kara adamların gelmesiyle başlamış. Köyünüze
hidroelektrik santrali kuracağız demişler. Buralara medeniyet
getireceğiz. Kendi halinde akıp duran dereniz elektrik üreterek
ekonomiye katkıda bulunacak. Üstelik yeni iş imkânları doğacak.
İyi niyetli köylümüz, bütün samimiyetiyle, anlatılanlara inanmış.
İleri bakmayı unutup yarını bugünle sınırlamış. Küçük menfaatler
uğruna, geleceğinden olmuş.
Artık kendi halinde akıp duran bir deremiz yok. Daha da kötüsü, hiç
suyumuz yok. Köy o eski yemyeşil halini çoktan yitirdi. Mevsimlerin
ayarı kaçtı. Ne kış kışlığını bilir oldu, ne yaz yazlığını… Şubat
ayında çiçek açtı ağaçlar. Temmuz’da kuraklık had safhaya ulaştı.
Annem çok güzel bir kadındır. Köydeki bütün kadınlar onu kıskanır.
Giyecek doğru dürüst kıyafeti olmamasına rağmen, yıldız gibi parlar
aralarında.
Eşek gözlü kadın, diye takılır Hasibe Abla anneme. Önceleri hakaret
ettiğini sanırdım. Meğer eşekler gözlerinin güzelliği ile bilinirmiş.
Ve anlamlı bakışlarıyla...
Sadece güzel değil, tuttuğunu koparan biridir aynı zamanda. Elinden
her türlü iş gelir. Ama bütün bu özelliklerine rağmen, hayata bir
sıfır yenik başlamış ne yazık ki. Annesi onu doğururken ölmüş.
Teyzesinin elinde büyümüş. Sonra babama sevdalanmış. Hem de, ne
sevdalanmak!
Bu kadar çok sevdiği bir adamla evlenince kaderi değişir sanmış.
Hiçbir şey beklediği gibi olmamış. Çünkü bu kez yoksulluk bırakmamış
yakalarını.
Onların sevdalarını düşünürken aklıma komşunun oğlu geliyor. Her
karşılaşmamızda kalbim yerinden fırlayacakmış gibi oluyor. Ona
annemin babama vurulduğu gibi vurulmuş olmalıyım. Üstelik belli ki
duygularım karşılıklı. Sürekli bana derdini anlatmaya çalışıyor.
Çeşme başında sıkıştırıp öptü bir keresinde. Mektuplar gönderiyor
köyün çocuklarıyla.
"Ne olur cevap ver, niyetim ciddi." diyor.
Yine de bucak bucak kaçıyorum yüzünü görmemek için. Cevap verirsem,
sonumuz annemle babama benzeyecek, biliyorum.
Annem, bir gün sen de evlenecek, kendin gibi melek yüzlü çocuklar
doğuracaksın diyor. Bense kendimi bütünüyle yenik düşmüş
hissediyorum. Onun nasıl böyle düşünebildiğini anlayamıyorum. Bu
şartlar altında çocuk doğurmak, onları yoksulluğuna, çaresizliğine
ortak etmek anlamına gelmez mi? Hasibe Abla, sık sık kızlarına bakıp
iç geçiriyor:
"Anasının bahtı, kızının tahtı..."
Kız çocuklarını böylesine ezen bütün tahtları, yıkmak istiyorum.
Kitaplar dışındaki tek eğlencem televizyon. Onu da ancak kardeşlerim
dışarıdayken izleyebiliyorum. Öyle görünüyor ki, kuraklık yalnız
bizim köyü değil, başka yerleri de etkilemiş. Boş bir arazide ölüme
terk edilen otuz köpekten bahsediyor haber spikeri. Hepsi susuzluktan
ölmek üzereymiş.
Susuzluğun, küresel ısınma dedikleri şeyle bir bağlantısı olmalı.
Köpekleri kurtarırsam, bizim de hayatımız değişecekmiş gibi
hissediyorum bir an. Balkabağından köyümüz sihirli bir değnek
dokunuşuyla ışıl ışıl panayır alanına benzeyecek. Herkes neşe içinde
dans edip eğlenecek. Annemin yüzü gülecek. Kardeşlerimle birlikte
sonsuza dek mutlu olacağız. Bütün kalbimle köpeklerin yanlarında
olmak istiyorum.
Önümdeki tarla hızla o boş araziye dönüşmeye başlıyor. Halsiz,
tükenmiş bir durumdayım. Kendimi zorlayarak ayakta kalmaya
çalışıyorum. Kardeşlerim yarı ölü bir halde köpeklere atılıyorlar.
Onları solgun görmeye dayanamıyorum. Hepsini toplayıp götürmek
istiyor, hareket edemiyorum. Dizlerimin bağı çözülüyor. Kardeşlerimi
unutup köpeklere bakıyorum. Onların da bizden çok farkı yok. Dilleri
bir karış dışarıda. Daha ne kadar dayanabilirler, bilmiyorum. Ne
kadar dayanabiliriz?
Babamın kolunda annemin o çok isteyip de bir türlü alamadığı kırmızı
çanta var. Ayçiçeklerini ayakta tutmaya çalışıyor. Sıcaktan boyunları
bükülmüş, yıkılmak üzereler. Toprak takır takır kurumuş. Üstümüzde
ölümün o korkunç ağırlığı geziyor. Bir anda yer yarılacak hepimiz
içine gireceğiz sanıyorum. Önce birer birer ayçiçekleri ölüyor,
ardından köpekler… Kardeşlerim oldukları yerlere yığılıyorlar, annem
ve babam ayçiçeklerinin üzerine… Dipsiz bir karanlığın içinde
kayboluyorum.
Sonra yavaş yavaş kendime geliyorum. Rüya mıydı diye düşünüyorum.
Bilincim hala bulanık olduğu için ne kadarının rüya olduğunu
kestiremiyorum. Televizyonda magazin programı başlamış. Hangi
sanatçı, nerede tatil yapıyor? Kim, nerede, kiminle yakalanmış? Hangi
davette, kim, ne giymiş?
Bütün bunlar için para gerekli, çok para, daha çok para… Ortada
oturmayan, yanlış giden bir şeyler var. Biz bu kadar yoksulken,
birilerinin parayla oynuyor olması kabul edilemez.
Öte yandan, çok para, hayatı güzelleştirmeye yetmez. Kuruyan
deremizi, çıplak bahçelerimizi eski haline getirmez. Dal, yaprak,
yağmur, bulut, alınır satılır şeyler değil.
Hıçkıra hıçkıra ağlıyor, sesimi kimseye duyuramıyorum. Kendimi, ölüme
mahkûm edilmiş o köpeklerden biri gibi hissediyorum.
Hayatı herkes kendine sunulan şekliyle yaşıyor. Ama bu sunum baştan
sona adaletsizlik dolu... Birinin mutluluğu diğerinin mutsuzluğu
anlamına geliyor. Biri için hayati anlam taşıyan şeyler, diğerinin
eğlence vesilesi. Ne halde olduğumuz kimsenin umurunda değil. Dışarı
çıkmak, bağırıp çağırmak istiyorum. Çığlıklar atmak... Ama dizimi
kırıp evde oturmam gerekiyor. Kız çocuğuyum.
Yolu seyrediyorum yine uzun uzun. Hava hala sıcak ve boğucu… Soluk
alıp vermekte zorlanıyorum. Gözlerim yolun diğer tarafına kayıyor.
Kendinden geçmiş ayçiçeği tarlalarını görüyorum. Onlar için
yapabileceğim hiçbir şey olmadığını biliyorum.
Hayatımız, bir ateş çemberinin içinde. Üstelik her gün biraz daha
daralıyor. Döne döne tükeniyoruz. Bir kız çocuğu olarak bu çemberi
kırabilmem mümkün değil. Kulaklarımda annemin sesi çınlıyor.
“Bir yıllık mahsulümüz buharlaşıp gidecek.”
Babam konuşmuyor. Ayçiçeklerini ayakta tutmaya çalışıyor.
______________________
Tablo :
Sunflower And Dog Worshıp, Stanley Spencer (1891-1959)
tarafından, 1937'de tuval üzerine yapılmış bir yağlı boya çalışması.