ÖYKÜ

Ayşe Korkmaz  





 

Baba ve Ayçiçeği


Tepemdeki kızgın güneş, bilincimi ele geçirmek üzere. Etrafımda olup biteni algılamakta zorlanıyorum. Annemle babam, ayçiçeği ve köpeklerle dolu küçük bir tarladalar. Aslında, etrafı yarı adam boyu duvarla çevrilmiş bir yer bu. Tarladan çok mezarlığı andırıyor.

Sıcak hava, tıpkı bir virüs gibi, bedenimin her zerresine yayılıyor. Yakıp kavuruyor, soluksuz bırakıyor. Kardeşlerim de en az benim kadar bitkin görünüyorlar. Şaşkınlık içerisinde duvarın etrafına toplanıyor, ne olup bittiğini öğrenmeye çalışıyoruz.

On sekiz yaşındayım. Ama kendimi çok daha yaşlı hissediyorum. Çünkü hayat bana hiçbir konuda adil davranmıyor. Her şeyden çok istememe rağmen kasabadaki liseye gidemiyorum mesela.

Dedem, “Dizini kırıp evinde otur!” diyor, “Kız çocuğusun, ev işlerinde annene yardımcı ol!”

O böyle söyleyince, ev gözümde yarı açık bir hapishaneye dönüşüyor. Kızların neden dizlerini kırıp evlerinde oturmaları gerektiğini aklım almıyor.

Bizim köyde kız olarak dünyaya gelmek, doğuştan kusurlu olmak gibi. Daha geçen gün, yan komşumuz Hasibe Abla, loğusa loğusa bir araba sopa yedi bu yüzden. Suçu, kocasına erkek çocuk veremeyip üçüncü kez kız doğurmak...

Annem sabahtan akşama kadar tarlada çalıştığı için bütün yük üzerimde. Dört erkek çocuğa tam gün annelik yapmak kolay mı? Her birini giydir, kuşat, karınlarını doyur, arkalarını topla… Bütün zamanım böyle geçiyor. Annemin kıymetini daha iyi anlıyorum böylece. Eve erken döndüğü günler, hayatıma farklı bir renk geliyor. Onu yanımda görmek bile rahatlatıyor beni. Uzun uzun sohbetler ediyoruz.

“Bir kızın annesiyle geçirdiği anlar, en özel anlarıdır” diyor annem.

O bunu hiç yaşayamamış. Ben böyle anları babamla da yaşamak istiyorum. Babam konuşmuyor.

Dört duvar arasına sıkışıp kaldım. Günlerim çoğu kez birbirini tekrar ediyor. Okulların açılacağı zamanı iple çekiyorum. Ancak kardeşlerim okuldayken, işi gücü bitirip kafamı dinleyebiliyorum. En büyük zevkim, köy öğretmeninden ödünç aldığım kitapları okumak. Okurken hem eğleniyor, hem de bilmediklerimi öğreniyorum. Köyün ötesindeki dünyayı tanımaya çalışıyorum.

Bu dünyanın bana ne denli uzak olduğunu biliyorum. Belki de ömrümün sonuna dek, köyden çıkma imkânım olmayacak. Ama en azından yaşam şartlarımız iyileşsin istiyorum. Belki bugün, diyerek uyanıyorum her sabah... Köye yeniden bolluk, bereket gelir. Büyüklerin dediği gibi bir verir, bin alırız. Yarın ne yeriz kaygısıyla hesaplar yapmaz annem. Daha da önemlisi, onu yine yıllar önceki gibi gülerken görebilirim.

Yalnız annemin değil, köyde hiç kimsenin yüzü gülmüyor. Üstümüze ölü toprağı serpilmiş gibi. Bunun ayçiçekleriyle bağlantılı olduğunu biliyorum. İnsanlar programlanmış makinelere benziyorlar. Çünkü herkes geleceğe dair umutlarını yitirmiş durumda. Bunca çaba, bunca yorgunluk sadece bugünü kurtarmak adına… Yine de olmuyor. Hayat bize karşı son kozunu oynuyor. Gerisi koskoca bir karanlık…

“Tarlada sıcaklık kırk üç dereceye ulaştı” diyor annem. Babam konuşmuyor.

Köyümü çok seviyorum. Bütün sokaklar birbirine paraleldir ve hepsi yola bakar. Tıpkı yüzünü güneşe dönmüş ayçiçekleri gibi... Pencereden başını uzatınca, yolu rahatlıkla görebilirsin.

İşlerimi bitirdikten sonra, pencereyi açıp uzun uzun yolu seyrediyorum. Ulaşamadığım, uzak diyarlarla ilgili hayaller kuruyorum.

Yolun bir tarafı, boylu boyunca ayçiçeği tarlasıdır. Hepimiz gücümüzü ayçiçeklerinden alırız. Onlar incecik gövdeleriyle toprağa ne kadar sıkı tutunursa, kendimizi o kadar güvende hissederiz.

Köyümüzün tarihi çok eski değil. Dedelerim çocukken kurulmuş. İlk zamanlar toprak verimli, halk zenginmiş. Aileler genişleyip nüfus kalabalıklaştıkça köy fakirleşmiş. Tarlalar bölüne bölüne avuç içi kadar kalmış.

Ama asıl sorun, o kara adamların gelmesiyle başlamış. Köyünüze hidroelektrik santrali kuracağız demişler. Buralara medeniyet getireceğiz. Kendi halinde akıp duran dereniz elektrik üreterek ekonomiye katkıda bulunacak. Üstelik yeni iş imkânları doğacak.

İyi niyetli köylümüz, bütün samimiyetiyle, anlatılanlara inanmış. İleri bakmayı unutup yarını bugünle sınırlamış. Küçük menfaatler uğruna, geleceğinden olmuş.

Artık kendi halinde akıp duran bir deremiz yok. Daha da kötüsü, hiç suyumuz yok. Köy o eski yemyeşil halini çoktan yitirdi. Mevsimlerin ayarı kaçtı. Ne kış kışlığını bilir oldu, ne yaz yazlığını… Şubat ayında çiçek açtı ağaçlar. Temmuz’da kuraklık had safhaya ulaştı.

“Babanız yıllarca didinip durdu” diyor annem. "Üç kuruş para uğruna, gövdesini ayçiçeklerine siper etti."

Annem çok güzel bir kadındır. Köydeki bütün kadınlar onu kıskanır. Giyecek doğru dürüst kıyafeti olmamasına rağmen, yıldız gibi parlar aralarında.

Eşek gözlü kadın, diye takılır Hasibe Abla anneme. Önceleri hakaret ettiğini sanırdım. Meğer eşekler gözlerinin güzelliği ile bilinirmiş. Ve anlamlı bakışlarıyla...

Sadece güzel değil, tuttuğunu koparan biridir aynı zamanda. Elinden her türlü iş gelir. Ama bütün bu özelliklerine rağmen, hayata bir sıfır yenik başlamış ne yazık ki. Annesi onu doğururken ölmüş. Teyzesinin elinde büyümüş. Sonra babama sevdalanmış. Hem de, ne sevdalanmak!

Bu kadar çok sevdiği bir adamla evlenince kaderi değişir sanmış. Hiçbir şey beklediği gibi olmamış. Çünkü bu kez yoksulluk bırakmamış yakalarını.

Onların sevdalarını düşünürken aklıma komşunun oğlu geliyor. Her karşılaşmamızda kalbim yerinden fırlayacakmış gibi oluyor. Ona annemin babama vurulduğu gibi vurulmuş olmalıyım. Üstelik belli ki duygularım karşılıklı. Sürekli bana derdini anlatmaya çalışıyor. Çeşme başında sıkıştırıp öptü bir keresinde. Mektuplar gönderiyor köyün çocuklarıyla.

"Ne olur cevap ver, niyetim ciddi." diyor.

Yine de bucak bucak kaçıyorum yüzünü görmemek için. Cevap verirsem, sonumuz annemle babama benzeyecek, biliyorum.

Annem, bir gün sen de evlenecek, kendin gibi melek yüzlü çocuklar doğuracaksın diyor. Bense kendimi bütünüyle yenik düşmüş hissediyorum. Onun nasıl böyle düşünebildiğini anlayamıyorum. Bu şartlar altında çocuk doğurmak, onları yoksulluğuna, çaresizliğine ortak etmek anlamına gelmez mi? Hasibe Abla, sık sık kızlarına bakıp iç geçiriyor:

"Anasının bahtı, kızının tahtı..."

Kız çocuklarını böylesine ezen bütün tahtları, yıkmak istiyorum.

Kitaplar dışındaki tek eğlencem televizyon. Onu da ancak kardeşlerim dışarıdayken izleyebiliyorum. Öyle görünüyor ki, kuraklık yalnız bizim köyü değil, başka yerleri de etkilemiş. Boş bir arazide ölüme terk edilen otuz köpekten bahsediyor haber spikeri. Hepsi susuzluktan ölmek üzereymiş.

Susuzluğun, küresel ısınma dedikleri şeyle bir bağlantısı olmalı. Köpekleri kurtarırsam, bizim de hayatımız değişecekmiş gibi hissediyorum bir an. Balkabağından köyümüz sihirli bir değnek dokunuşuyla ışıl ışıl panayır alanına benzeyecek. Herkes neşe içinde dans edip eğlenecek. Annemin yüzü gülecek. Kardeşlerimle birlikte sonsuza dek mutlu olacağız. Bütün kalbimle köpeklerin yanlarında olmak istiyorum.

Önümdeki tarla hızla o boş araziye dönüşmeye başlıyor. Halsiz, tükenmiş bir durumdayım. Kendimi zorlayarak ayakta kalmaya çalışıyorum. Kardeşlerim yarı ölü bir halde köpeklere atılıyorlar. Onları solgun görmeye dayanamıyorum. Hepsini toplayıp götürmek istiyor, hareket edemiyorum. Dizlerimin bağı çözülüyor. Kardeşlerimi unutup köpeklere bakıyorum. Onların da bizden çok farkı yok. Dilleri bir karış dışarıda. Daha ne kadar dayanabilirler, bilmiyorum. Ne kadar dayanabiliriz?

Babamın kolunda annemin o çok isteyip de bir türlü alamadığı kırmızı çanta var. Ayçiçeklerini ayakta tutmaya çalışıyor. Sıcaktan boyunları bükülmüş, yıkılmak üzereler. Toprak takır takır kurumuş. Üstümüzde ölümün o korkunç ağırlığı geziyor. Bir anda yer yarılacak hepimiz içine gireceğiz sanıyorum. Önce birer birer ayçiçekleri ölüyor, ardından köpekler… Kardeşlerim oldukları yerlere yığılıyorlar, annem ve babam ayçiçeklerinin üzerine… Dipsiz bir karanlığın içinde kayboluyorum.

Sonra yavaş yavaş kendime geliyorum. Rüya mıydı diye düşünüyorum. Bilincim hala bulanık olduğu için ne kadarının rüya olduğunu kestiremiyorum. Televizyonda magazin programı başlamış. Hangi sanatçı, nerede tatil yapıyor? Kim, nerede, kiminle yakalanmış? Hangi davette, kim, ne giymiş?

Bütün bunlar için para gerekli, çok para, daha çok para… Ortada oturmayan, yanlış giden bir şeyler var. Biz bu kadar yoksulken, birilerinin parayla oynuyor olması kabul edilemez.

Öte yandan, çok para, hayatı güzelleştirmeye yetmez. Kuruyan deremizi, çıplak bahçelerimizi eski haline getirmez. Dal, yaprak, yağmur, bulut, alınır satılır şeyler değil.

Hıçkıra hıçkıra ağlıyor, sesimi kimseye duyuramıyorum. Kendimi, ölüme mahkûm edilmiş o köpeklerden biri gibi hissediyorum.

Hayatı herkes kendine sunulan şekliyle yaşıyor. Ama bu sunum baştan sona adaletsizlik dolu... Birinin mutluluğu diğerinin mutsuzluğu anlamına geliyor. Biri için hayati anlam taşıyan şeyler, diğerinin eğlence vesilesi. Ne halde olduğumuz kimsenin umurunda değil. Dışarı çıkmak, bağırıp çağırmak istiyorum. Çığlıklar atmak... Ama dizimi kırıp evde oturmam gerekiyor. Kız çocuğuyum.

Yolu seyrediyorum yine uzun uzun. Hava hala sıcak ve boğucu… Soluk alıp vermekte zorlanıyorum. Gözlerim yolun diğer tarafına kayıyor. Kendinden geçmiş ayçiçeği tarlalarını görüyorum. Onlar için yapabileceğim hiçbir şey olmadığını biliyorum.

Hayatımız, bir ateş çemberinin içinde. Üstelik her gün biraz daha daralıyor. Döne döne tükeniyoruz. Bir kız çocuğu olarak bu çemberi kırabilmem mümkün değil. Kulaklarımda annemin sesi çınlıyor.

“Bir yıllık mahsulümüz buharlaşıp gidecek.”

Babam konuşmuyor. Ayçiçeklerini ayakta tutmaya çalışıyor.
 

______________________

Tablo : Sunflower And Dog Worshıp, Stanley Spencer (1891-1959) tarafından, 1937'de tuval üzerine yapılmış bir yağlı boya çalışması.

dizin    üst    geri    ileri    




 10 

 süje