Sinemadan çıkmış, çıktığımızda günün aydınlığının geride kaldığını, inen
akşamın günün hayhuyuna gizlediği baharın en kallavi kokularının tümünü
cömertçe açık etmeye başladığını fark etmiştik ilkin. Tenhalaşan
sokaklara vuran ağaç gölgelerinin vurduğu sokaklardan geçerek sessiz bir
anlaşmayla Olgunlar’a doğru ilerlemeye başlamıştık. Aramızdaki dile
vurmamış gerginliğin nedeni, onun az önce çıktığımız filmden söz etmeye
can atmasına karşın benim izlediğim filmleri konuşmaktan hoşlanmıyor
olduğumu bir kez daha anımsamış olmamızdan kaynaklanıyordu. İkimizin de
bildiği, sonuçta onun başlarım film sessizliğine atarıyla birkaç cümle
kurmakla başlayan diyalog arayışının benim kararlı sessizliğime
toslayacağıydı. Gerginliği sona erdirmenin yolunun midye tavanın eşlik
ettiği soğuk bira bardaklarının avcumuzda yaratacağı serinlik hissi
olduğunun farkındaydık. Ayaklarımızın kendiliğinden Olgunlar’a yönelmiş
olmasının açıklaması da söz konusu farkındalıktı. Filmden kaydettiğimiz
sahneler – mutlaka farklı sahnelerdi bunlar, aynı şeylerin bizde iz
bıraktığı nadir bir durumdu çünkü -zihnimizde canlanırken geçtiğimiz
binaların bahçelerinden yayılan leylak ve hanımeli kokularından oluşan
karışımı içimize çekiyorduk. Ay kendini tamamlama telaşının akşama süs
olduğunun farkında olmaksızın tepemizde parlıyordu. Akay’ın yapay
aydınlığına çıkıp hızla karşıya, karanlık bir sokağa dalmıştık ki, o az
önce izlediğimiz filmin jeneriğine eşlik eden şarkıyı ıslıkla çalmaya
başladı. Her zaman oturduğumuz barın kalabalık bahçesinin önünde boş bir
masa bulmak için bakınıncaya kadar çalacaktı parçayı ve salt bu yüzden
akşamı kısa tutmak istemeyeceğimi bilmenin güvenli ve kendini gizlemeye
gerek duymayan gülüşü olacaktı ağzının kenarında.
Boş bir masaya yerleşip, biralarımızı ve midyemizi ısmarlayıp bir süre
konuşmadan etrafımızı, barın diğer masalarını işgal edenleri
izleyecektik. Üniversiteliler, iş çıkışı tek tekçileri, alçak sesle
konuşan sevgililer, kalabalık ve gürültücü masalarla çevrelenmişliğimizi
görüp birbirimize dönecektik, biralarımız masaya nihayetinde geldiğinde.
Bu sırada Chet Baker’in, I’am into you’sunun çalmaya başladığını
işitecek, elimizde olmadan gülümseyecektik.
N’oldu senin şu hikâye, diye soracaktı birasından ilk yudumu alırken bir
yandan da midye tavaya saldırışıma gülerken. Ağzımdaki lokmayı yutamadan
gelen soru yüzünden tıkanacağım soruyla karşılık verecektim:
Hangi hikâye? Çatalındaki midyeyi sosa bulayışına dalıp gidecektim eninde
sonunda cevap vermem gerektiğini bilerek. Hani şu, yazabilmeyi hep ve en
çok isteyeceğin öyküye benzediği için tutkunun içine çöreklendiğini
söylediğin meseleyi, diyorum dedi uzatmadan. Haa, o mu dedim. Haa, o
muymuş! Nereden çıktı şimdi bu bakışını yüzüne diktim. Bir şey olduğu
yok, dedim. Niye, sorusu ağzındaki bira kalıntısını elinin tersiyle
silerken geldi. Bazı öyküler ya yaşanır ya yazılır, dedim dediğimin kötü
bir klişe olduğunu bilerek. Daha iyisi elimden gelmeyecek gibiydi. Yazdın
mı peki, sorusu da doğaldı bu durumda. Daha değil, dedim gülerek. Boş ver
şimdi bunu. Sahte bir öfke yerleşti yüzüne. Filmi konuşma, tutku dolu
öykülerden söz etme, midyenin çoğunu mideye indir ne yapacağım ben
seninle peki, dedi. Tabakta kalan son midyeye doğru yönelttiğim çatalımın
yolunu yarı yolda kesecekmiş gibi bakıyordu bir yandan da. Çatallı elim
havada asılı kalmış, bakışlarındaki ‘ hadi bakalım!’ meydan okumasının ne
kadar ciddi olabileceğini tartarak baktım yüzüne. O hikâyenin çekiciliği
olmazlığında, dedim bir şey vermem gerektiğinden. Artık midyeye
yoğunlaşabilirim diye düşünüp çatallı elimin yolun kalanını kat etmesine
izin verdim. Herkesin bir olmazlığı var demek, diye karşıladı dediklerimi
ve bu sırada elime indirdiği şaplak yeterince caydırıcı değildi. Midye
sosunun ağzımın kenarına bulaşmasına aldırmadım. Boş ver sen benim
gözümde büyüttüğüm fos hikâyelerimi de, şu kızı niye bıraktın onu anlat
dedim. Biraz da o kıvransındı bakalım. Kıvrandığı filan yoktu, Nat King
Cole’un, Sometimes I’am Happy’sine ıslıkla eşlik ediyor, sorumun
önemsizliğini anlatmak ister gibi omuz silkiyordu bir yandan da. Güzel
şarkı, dedi. Güzel hem de acımasız bir şarkı olduğunu düşünmekte olduğumu
söylemekten kaçınacaktım konu değişmesin diye. Eee, dedim. Söylemeyecek
misin kızı neden bıraktığını? Benle ilgilendiği yoktu, masaların arasında
koşuşturan garsonlardan birini yakalayıp biraların tazelenmesini istemeye
bakıyordu. Geçiştirilmekten hoşlanmam. Konuşsana be adam, diyerek
patladım. Güldü. Anlatacak bir şey yok, dedi. Olmadı işte. Peşini
bırakmaya niyetim yoktu. Neden, diye üsteledim. Daha neden sözcüğü
ağzımdan çıkarken gördüm bakışlarındakini. Olan olmuştu. İkinci biralar
kalsın bence, kalkalım dedi. Olur, anlamında başımı salladım. Garsona
işaret edip hesabı isterken, olabilecekleri düşünüp kendimi bir güzel
kalayladım. Hesap görüldü. Kalkmaya davrandığımız yoktu üstümüze çöken
ağırlıktan. Metroya kadar geleyim mi senle, önerisinin aklı başındalıktan
uzak olduğunun bilincinde olduğunu görüp rahatladım. Yok, dedim. İki
adımlık yol. Çantamı, montumu toparlarken üzerime diktiği bakışlarından
son sözü ona bırakmamanın haksızlık olacağını anlıyordum. Kalktık, barın
önünde veda için karşılıklı durduğumuzda geleceği karşılamak için
hazırdım. Kolumu tutup, öpmek için yanağıma uzandığında, tek olmazlığı
olan sen değilsin, dediğini işittim. Buyur ettim dediğini. Ben de onu
öptüm. Film festivali için sözleştik yalandan. Olgunlar’dan Konur Sokağa
doğru dönene dek orada öylece durup ardımdan baktığını biliyordum.
Sokağın iki yanını kaplamış ucuz kafe ve barlardan gelen ve birbirine
karışan şarkıların arasından hızlıca yürüdüm. Meşrutiyet Caddesi’ne
dönerken tutamadım artık kendimi: Herkesin bir olmazlığı varsa, dedim
usulca. Louis Armstrong’dan West and Blues iyi gelir. Dediğime ikna oldum
caddenin karşısına geçerken.