Sanatta biçim, üreticisi ve ürünü arasında yaşanan bir sorundur. Biçimsel
yapılar kurarak bir araya gelmiş sanatçıların dünya görüşleri ile biçimin
varlığı arasında çoğu zaman bir ilişki olsa da biçimin varlığını
sürdürmesi ile dünya görüşü arasında kalan bağıntı süreç içerisinde
oldukça zayıflar. Örneğin Dadaistlerin yarattığı biçim, yaratan
sanatçıların savaşın yıkıcılığı ve saçmalığından beslenen umutsuzluk
üzerine oluşan bir kuram üzerine kurulsa da, savaşların kısmi olarak
durulduğu bölge ve zamanlarda Dada kalıcı bir biçim olarak sanatın
kazanımıdır. Kısaca biçimsel yapılar kurucularının kimi zaman toplumun
var oluşuna, devinimine, doğrulara ve gerçekçi gereksinimlerine aykırı
olarak yersiz, orantısız dünya görüşleri ve manifestolarıyla doğsa da
süreç içerisinde sanatın kazanımları olarak kalıcı olurlar. Başka bir
deyişle biçimsel hiçbir yapı idealist, materyalist ya da bilinemezci bir
dünya görüşünü temsil eden yapıya ya da düşünceye bürünemez. Sanatçının
toplumcu olduğu ya da olmadığı unsuru üretiminin biçiminde değil ürünün
ereğinde, özünde, içeriğindedir.
Sanat ürünü yaratma serüveni olarak ele alındığında ise yöntem olarak
biçimcilik ya da soyut yapılarla üretim bir yöntem olduğu kadar;
gerçekçilik de bir üretim yöntemidir ve tüm yöntemler özünde toplumsal
yarar ve devrimsel olgular içerebilir. Toplumculuk ideolojisi ve
gerçekçilik biçiminin birleşiminden doğan toplumcu gerçekçilik biçimi,
özellikle Ekim Devrimi sonrasında bir parti politikası olarak, tüm
kesimlerce daha anlaşılır ve kolay tüketilebilir olması yönüyle
benimsenmiştir. Özellikle devrim döneminde, içeriğinde parti politikasını
destekleyen, toplumsal tezler ve yararlar içeren bir sanat akımı
öngörülerek gerçekçilik yöntemi ele alınmış, bunu sağlayan sanatçılar
yüceltilmiş, bu durum bir politik sanata yöneltmiş, bu anlamda toplumsal
sıkıntılar ve kaygıların sesi olma işlevini üstlenmeye özen göstermiştir.
Toplumcu Gerçekçiliği -bir biçim değil de akım- olarak ele aldığımızda
özellikle toplumcu yönünün ağır bastığı, ideolojik ve politik olmasının
temel özelliklerinden olduğu görülebilir.
Bu çerçeveden bakıldığında Lunaçarski, Sanat ve Edebiyat üzerine adlı
eserinde şu sözleriyle konuyu açıklar durumdadır : “Bizim görevimiz
dünyayı anlamaktır ama yorumlamak amacıyla değil onu yeniden inşa etmek
amacıyla. Bu nesnelciliğin düşünülebilecek en büyük utkusudur ama bunun
içinde de öznellik öğesi girmektedir. Çünkü bu, şu anlama gelir: Dünyanın
şimdilik kusurlu olduğunu biliyoruz, bunu yalnızca bir sorun olarak kabul
ediyor, dünyayı yoğrulması gereken bir gereç kabul ediyor ve ona yeniden
biçim verecek gücü kendimizde buluyoruz. Burada söz konusu olan güçlü
yaratıcı süreçlerdir; dünyaya yeniden biçim vermek dev boyutlu bir
mimarlık işidir; aynı zamanda nesnel bir iştir, çünkü gereciniz olan
dünyayla kendi kökeniniz sizin kendi kaynağınız olan dünyanın doğasıyla
ilgili kesin bilgi gerektirir.
Ama dünyaya böyle yaklaşabilmek için, dünyayı yeniden biçimlendirebilecek
gücü kendinde bulan yaratıcı sınıftan olmak gerekir.”
Sanatın işlevi, öncelikle üretim ve tüketim açısından en önemli
konulardan biridir. Bu anlamda konunun boyutlarını biraz daha
derinleştirip, genişletmek istiyorum.
Öncelikle sanat her şeyden öte -bilgisel değil, bilgeseldir.- Bu yönüyle
sanatın işlevsel yönü gerçeği ve yaşamı bilgisel yordamlarla değil,
dönüştürücü, değiştirici, geliştirici bir kurum olarak var olmasında
yatar.
Sanat, üretim açısından bakıldığında; yaşamı, gerçeği, doğayı idealize de
eder, estetize de!
Bu iki olgu üretimde çok temel ayrımları barındırır. İnsanı, “kabullenmiş
köle” durumuna getirerek, sömürme anlayışına dayalı güncel baskın
sistemler, evcilleştirilmiş, uysallaştırılmış, farkındalıkları
köreltilmiş birey ve toplumun yaratılmasında en etken araçlardan biri
olarak sanatın idealist üretimlerini kullanmakta ve önemli yatırımlar
yapmaktadırlar. Bunu yaparken yaşam, doğa ve gerçeğe ilişkin idealize
edilmiş anlayış kalıpları kurarak, algıyı manüpüle ederek ve modern
toplumda algı mühendisliğiyle bunu işlemektedirler. İdealist anlayışın
uygulamada en temel sakıncası gerçeği çarpıtması, yok sayması ya da
yanılsamaya yol açmasıdır. Tüm bunların sonucu bugünkü çağdaş toplumların
alık, benimsemiş, direnmeyen yapısının kurulmasına araç olmasıdır. Henüz
evren içerisinde konumumuzu ve durumumuzu bilemediğimizden herhangi bir
düşünsel, felsefi yaklaşımın doğruluğunu ya da yanlışlığını tümüyle
kanıtlamamız pek olası değildir. Ancak bilimsel ve akılcı göstergeler
ışığında bakıldığında idealizmin bilimsel ve akılcı bir yapı olmadığı,
özellikle bu yönüyle gerici bir yaklaşım önerdiği ve ilerleme ve büyük
çaplı bilimsel gelişmeler sonucu ileride kanıtlanacak herhangi bir
olgunun bilimden bağımsız ve materyalist anlayışa uzak olamayacağı
açıktır. Bu yazının amacı dışına daha fazla taşmadan bakıldığında sanat,
öncelikle egemen kurumlardan bağımsız, ilerletici, geliştirici ve
dönüştürücü olabilmeli ve bu çerçevede yaşamı estetize etme rolünü
üstlenerek yaşamda önemli bir olgu olarak varlığını sürdürmelidir.
Son olarak; temel varoluşunda yaşamı estetize etmesi gereken sanata
engeller koymak, kurallar belirlemek, kalıplar içerisinde ilerlemesini
beklemek anlamsız ve saçma bir tutumdur. Veron’un belirttiği üzere;
“hiçbir bilim estetik kadar metafizik düşlemler alanına bırakılmamıştır.”
L.N.Tolstoy, Sanat Nedir? yapıtında “Aynı zamanda sanat, bilimin
düşselliğinin ve gelişiminin kaynaklarını barındırır.”der.