Herkesin utanmaktan söz ettiği, diğerini gösterdiği utanma miktarıyla
değerlendirdiği ama hiç kimsenin gerçekten utanma nedir bilmediği bir
yerde büyümüştü. Dayatmaya dönüşen değerin anlamsızlaştığını, herkesin
şarkı söylediği yerde müziğin olmadığını fark ettiğinde anlayabilmişti.
Kendisi de düpedüz utanmazdı. Arsızlığını besleyenin ötekiler olduğunu
iddia ederdi, birileri halinden söz ederse. Kimsenin bir şey dediği de
yoktu aslına bakarsanız, elinin altında savunmalar hazır tutmayı adet
edinmişti. Sonra o rüyayı görmeye başladı. “ Kendine gel!” diyen yüz her
defasında değişiyorsa da ses aynıydı: “ Kendine gel!”
Önce üzerinde durmadı rüyanın. Ne de olsa uyanılıyordu. Uyanınca da
neydi, kimdi demeye kalmadan siliniyordu bilinçten. Bir, iki, üç derken
görmezden gelmeyi başaramadığı bir huzursuzluk abanmaya başladı üstüne.
Tam kuşluk vakti. Ne demek, “ kendine gel!” ? Üstelik aynı ses başka
ağızlardan çıkmakta. Gönül eğlendirdiği için gönlünü kırdığı, kırık dökük
şeylerden hoşlanmadığı için hemen unuttuğu, kinlendilerse de “ ateş olsa
cürmü kadar yer yakar” düşüncesiyle vicdanından silkelediklerinden biri
de olabiliyordu seslenen, utanmazlığın bin bir yolunu kendilerinden
öğrendiği aile eşrafından biri de. Rüyanın ve sesin ama en çok da
söylenenin verdiği sıkıntı büyümeye başladığında düşünmek elzem oldu.
Kendim dediğin nedir?
Kolaycıydı ve başkasının emeğinin üstüne oturmak onun için sorun
olmadığından sağa sola sormaya başladı. Arkadaşlar, ahbaplar, mahallenin
görmüş geçirmiş ablaları. Anladı ki bu cenahtan tatmin edici bir cevap
bulamayacak. “ Kendi” ile “ ben”i özdeş bilmişler. Kısır döngünün ne
uyanık haline faydası vardı ne de rüyadaki sesin sinir bozuculuğundan
kurtulmaya. Sorgu alanını genişletmekten başka çıkar göremedi. Zorunlu
olmadıkça uğramadığı camii hocasından medet aradı. Hoca, Zümrüdü Anka
Kuşu, dedi. 30 kuş dedi. Anlatı da anlattı. Hikâyeyi işitti işitmesine de
rüyasına girmiş herkesin diline pelesenk olmuş “ kendi” ile bağlantısını
kuramadı. Hoca elinden geleni yapmıştı.
Mahallelinin “okumuş” adını taktığı tuhaf bir adam vardı. Gördü müydü
yolunu değiştirirdi. Adam da bilirdi onun bu halini. Şimdi ne yüzle,
demedi. Yüzden bol bir şey yoktu yanında yöresinde. Gitti çaldı kapısını.
Uğursuz bir bakışı vardı adamın. Uğursuz muğursuz, dur şimdi. Derdini
anlatana dek akla karayı seçti. Kekeledi, nereden başlayacağını bilemedi.
O bocalayan dilini ağzında çevirdikçe, Okumuş’un yüzündeki ifadeyi
görmemek, görüp de ağzına yumruğu indirmemek için bakışlarını halının
solmuş desenine dikti. Okumuş ses etmeden onun bu biçare halini izliyor,
donuk bakışlarını yüzünden hiç ayırmıyordu. “ Kendim”i bilmem ama “ ben”
bu adamın ağzını burnunu kırarım diye geçiriyordu içinden. Okumuş kalkıp
yan odaya geçince, demin beri sıktığı yumruğu açtı. Ne demeye geldim,
diye kızdı kendine. Beş dakika geçti okumuş yok, sonra on oldu. Nerede
bu, diyerek kalkıp peşinden yan odaya geçti o da.
Okumuş, kitaplarla dolu bir kütüphaneden peş peşe kitap çekip kucağında
biriktiriyordu. Tiksintiyle baktı kitaplara da Okumuş’a da. Hocanın
gözünü seveyim, diye düşündü Okumuş kucak dolusu kitabı kollarına
bırakırken.
Kendine gelebilmen, bir kendi olma hali ile mümkün. Ara, demişti okumuş
onu uğurlarken.
Apartmandan burnundan soluyarak indi. Okumuş’un penceresinin önüne attı
kitapları ve seslendi: Okuuuumuuuuş, Okumuuuuuş, Okuuuumuşşş!
Pencere camında görünür görünmez okumuş, çakmağı çakıp kitapların üstüne
attı.
İkincileyin: Kendini Bil!
Çöpü atmak ilk bahanesiydi, hem bir de yeni doğum yapmış kedinin
yavrularını da bir göreyim de ikincisi. Yağmur yağıyor diye uyarıldı. Bir
şey olmaz, hemen gidip gelirim. Öyle çekinilecek kadar yağmıyordu
üstelik. Çıkmalıydı: Kendime diyeceklerim var! Çıktı. Çöpe ulaşana kadar
bir şey demedi. Kedi için ayırdığı yemeği yavrularıyla birlikte barındığı
ahşap kutunun yanına bırakana kadar girizgâh niyetine birkaç cümle
kurmuştu.
Ne şefkat ne anlayış göstermeyeceğini kesin bir dille belirtmeliydi. Öyle
de yaptı. Beklenmedik bir gelişme olduğunu biliyoruz, dedi. Ama
beklemeliydik! Sakın, dedi sakın bunlara gerek yok deme. Bunlara gerek
var! Bir saat olmadı tırnaklarını kırmızıya boyadın! Sus, yalan konuşma.
Saklanma, süslenme, dil oyunu yapma.
Yağmur varla yok arasıydı. Yukarı aşağı yürümeye başladı. Önce hızlı
hızlı ardından yavaşladı. Göğe bakmadı. Toprak kokuyordu elbette, içine
çekmedi kokuyu. Konuştu, itirazlandı, temin etti, gücendi, halden
anlamadı, açık et bildiğini dedi. Nazlandı açık etmeye, kusarım
biliyorsun diye uyardı. Kusacaksan burada kus!
Kustu. Nasıl temizlenir demeden çıkardı zihninin karanlık bir köşesine
tıkıştırdıklarını. Beğendiremedi ama. Güvenli alandan çık!
Güvenli olmayan alanı teşhir için metrekare başına düşen yağmur
miktarının yeterli olmadığını düşündü. Evden aradılar o sıra: Nerede
kaldın? Yürüyorum biraz dedi. Aslında yüzüyorum önce sığ ve sonra mümkün
olursa daha derinlerime inerek demedi. Üşütme uyarısına, hava güzel
cevabını verip eve götürmeyecek dar sokaklardan birine daldı.
Korkmuyorum, diyerek ikna edebileceğini düşündü. Korkmuyordu ama
korkmalıydı. Fırlatılıp atılamaz, atılsa da bir köşede unutulamaz o kendi
olmayan veya kendi olduğuna kendini ikna edemediği o hali anımsamaktan da
korkmalıydı tümden unutmaktan da. Islah olmuşluğuna ikna olamamak
derdinden mustarip yürümeyi sürdürdü.
Yavrular biraz daha büyümüş olaydı, dedi çare buymuş gibi. Çok küçük ve
çok sarıydılar. Kedileri düşünmek denge sağladı. Denge, acımasızı geri
getirdi. Denge, derini göze görünür kıldı. Onun da kendisine bakacağını
bilerek derine dikti gözünü.
Biliyorsun, biliyorsun, elbette biliyorsun!
Sayfalar kendiliğinden açılmaya başladı. Bir bir bir.
Yüzeyde tiksinti. Kendine.
Az aşağı inince gülüş: Kendine.
Daha derinde bilgi: Kendine
Üçüncüleyin: Kendini Unut!
Yedek maske almayı unuttuğunu fark ettiğinde yolu yarılamıştı. Dönse
dönerdi. Daha vakit vardı. Dönmedi. Çekmecelerden birine birkaç maske
bırakmıştım, diye düşündü. Devam etti. Çekmecedeki maskenin renginin uçuk
mavi olduğunu anımsayınca durakladı yine. Dönmedi ama bugün de
değiştirmeyiveririm telkiniyle iteledi kendini gideceği yöne. Kendi kirli
soluğunu yeniden ve yeniden içine çekeceği güne hazır, hız verdi
adımlarına. Birkaç bin beyin hücresi daha geri gelmemek üzere gidecek,
ilerleyen yaşında bunama olasılığını yükseltecekti. Şimdilerde “ demans”
deniyor, bunama deme, diye uyardı kendini.
Önünde uzanan günü düşünecek gibi oldu. Ders programını gözünde
canlandırmaya kalmadan adamın sesini işitti. Sesin arsız tınısı durdurdu
onu.
Okuuuummmuuuş, Okuuumuuuuş, Okuuumuş!
Yanık kokusu, havaya savrulan küller, kitap sayfaları. Okuuumuuuş!
Kucağında ciyaklayan bir kedi yavrusu tutmakta olan kadının yanan
sayfalara dikilmiş bakışlarından uğultuyu andıran bir ses geliyordu.
Adam, Okumuşşş diye bağırdıkça, yavru kedi ciyakladıkça, kadın
inanmadıkça kıpırdayamadı yerinden. Yakılmış tüm kitapları düşündü.
Kitapları yakılmış tüm yazarları. Protagoras’ın “Tanrılar” adlı eserinin
felsefe tarihinde yakılan ilk kitap olduğunu. Yakılan insanlar sonra
düştü aklına. Etin kokusu burnunda öfkeyle baktı adama ve kadına.
Düşündüklerini unuttu sonra. Ders zilinin çoktan çaldığı aklına gelmedi.
Öğrencilerin günün ilk dersini hevessiz ve uykulu gözlerle beklerken,
gelmeyişini bile fark etmeyeceklerini düşünmedi. Adamı sustursa sustursa
şu kadın susturur besbelli, diye geçirdi içinden. Kadının adama baktığı
yoktu. Adam kadını fark etmemişti. Kedi de susmamıştı.
Gürültüyü, savrulan külleri, adamı, kediyi ve kadını bir tek o görüyor,
yalnızca o işitiyormuş gibiydi. Rüyada mıyım acaba, düşüncesi düştü
aklına. Uyanık olduğunu biliyordu. Oradan uzaklaşması gerektiğini bildiği
gibi. Kıpırdamadı. Kıpırdamayı düşünemedi bile. Tek düşünebildiği, adamın
da kadının da maske takmadığıydı. Maske, mesafe, hijyen. Defalarca
yineledi bunu. Maske, mesafe, hijyen. En nihayetinde başka bir cümle
kurmayı başardı: “Kedi, sarı değil,” dedi. Kedi sarı değil, hiç değil!